Teoloji ve Rönesans

Teoloji ve Rönesans

                                 
“Devlet düzeni dinsel kurallara dayanmak zorunda değildir.”.
İbn-i Haldun
 


Katolik Hıristiyanlık anlayışına göre yazılan İncil’in gerçek Hıristiyanlık esaslarına uymadığı iddiasıyla Papa’ya savaş açan Martin Luther (1483-1546), toplumun “medeni hukuk”una dini bir otorite tarafından kurallar konulamayacağı düşüncesine dayanarak Hıristiyanlıkta Protestanlık akımını yaratmıştır.

İncil’in aslında kilisenin insanları yönetmesine ilişkin hiçbir kural koymadığını belirten Martin Luther İncil’i bizzat kendisi Antik Yunancadan tercüme ederek daha önceden icat edilmiş bulunan matbaayı kullanarak ilk aşamada 100.000 adetten fazla bastırmış ve bu yeni İncil’i Batı Hıristiyan alemine sunmuştur. Vatikan bu eylem karşısında Martin Luther’i “aforoz” etmiştir. Ama yeni tercüme edilmiş olan İncil Katolik dininin esası olan “edict” lerin dinde yeri olmadığını göstermiştir (1). 

Luther’e göre Tanrı insanlara akıl vermiş ve bir dini otoritenin insanın Tanrıya yönelişinde her türlü emir, dayatma ve kural koymasına karşı durmuştur. Böylelikle;
 
1)  Matbaanın icat edilmiş olmasıyla  basılan İncil sayısı yüzbinleri geçmiş,
2)  Halk gerçek İncil’de neler yazıldığını idrak ederek Vatikan’dan kopmuş ve bunun sonucunda akıl öne geçtiği için Rönesans kıvılcımı  ateşlenmiş,
3)   Bilim ilerlemeye  başlamış,
4)  Toplumların yaşayışı akla dayalı “seküler” sistemlerle değiştirilmiş,
5)  İnsanların günahlarının din adamlarınca arındırılması kaldırılmış,
6)  Dinî otoritelerin kullandıkları engizisyon mahkemeleri yoluyla insanlara işkence edilmesi veya yakılması kaldırılmış. 

7)  Hıristiyan dini ayet ve dogmalardan arındırılmış bilim ve aklın hakimiyeti kurulmuştur.

Böylelikle Vatikan insanların cehenneme  ya da cennete gitmesi için   bir kural koyamaz duruma düşmüştür.

Kısaca Martin Luther, kulların “yurttaşlık” haklarının kilise tarafından yönetilmesini ve kilisenin yasalarıyla mücazat ve mükâfat uygulanmasını engellemiştir. Bunun sonucunda Batı Uygarlığında Antik Yunan ve Antik Roma imparatorluğundaki aklı temel alan anlayış tekrar canlandırılmış, insanlık kilisenin esaretinden kurtarılmıştır. Böylelikle Batı Uygarlığı’nın bilim ve teknik alanında dünyayı yönetmesi sağlanmıştır. Katolik Hıristiyanlık ile Protestan Hıristiyanlık arasındaki temel fark Martin Luther’in getirdiği anlayışla Hıristiyanlığın sadece ilahi varlıkla kul arasındaki ilişkinin ruhsal yönünü işlerken Katoliklikte kişinin hayat tarzını ve  din içindeki ve dışındaki “amel”lerinde de söz sahibi olmasının temel alınmış olmasıdır.

Martin Luther’in bu başarısı ile Batı Uygarlığı’nın  Rönesans  hareketi ve aydınlanması sonucunda insanın kendi iradesinin önemli  olduğu idrak edilerek  devletin insanları yönetmesi hususunda laiklik ilkesinin uygulanması sağlanmıştır.

Bu olay hümanizmin gelişmesi olarak görülmekte ve esas olarak da dini otoritenin sadece ruhsal konularda yönlendirme yapmasında yetkili olduğu kabul edilmektedir. Hıristiyanlık aleminde insanların din ve inanış karşısındaki davranışları “bireysel” olarak kalmıştır. Yani dinsel yaklaşımlar, fert yaşayışı dinsel hukuk kurallarından uzaklaştırılmıştır. Böylelikle Martin Luther, ortaçağın karanlığına son vermiş dünya halklarının dogmalar içinde yaşamasını engellemiştir.

X X X

 Aynı dönemde dünyanın ikinci büyük dinsel yapısı İslamiyet iki farklı şekilde Osmanlı İmparatorluğu yapısı içinde insanlığa yayılmıştır. Birinci yol Selçuklu Devleti ve ondan sonra kurulan Anadolu  beylikleri dönemlerinde İslam dininin yüceliği ve bu dinî anlayışın Hıristiyanlık ve Yahudilik inançları karşısında daha üst düzeyde ele alınarak gelişmekte olduğunu bilmekteyiz. Bu yolun öncülerinin başında Mevlana Celaleddini Rumi (1207-1273) gelmekte, ondan sonra Yunus Emre(1240-1320),Pir Sultan Abdal (1510-1589) ve daha sonraları birçok düşünür ve  filozoflar gelip geçmiş  ve  zamanımızda da  Âşık Veysel (1894-1973)gibi mümtaz kişiler bu İslam anlayışında  yer almışlardır.
 
Bu yolun dayandığı nokta Antik Yunan felsefesinde geçerli olan Eflatun anlayışının  yani “mağaraya aksi vuran gölge ve arkasındaki gerçeği bulma” anlayışının temel alındığı İbn-i Arabî’nin (1165-1240) “herkes kendi yaratılışına göre hareket eder” diyerek renklendirdiği Tanrıyı sevmek özlemek ve onunla bütünleşmek için ruhsal gelişme için çabalamak yolu idi Bu anlayış Mevlana’nın rubailerinde de ifade edilmekteydi (2). Bu yol aynı zamanda Antik Çağ Grek uygarlığı Aristo’dan Plato’ya kadar çok sayıda felsefe ve bilim insanlarının eserlerine yorumlar yazan, onlara şerhler düşüren İbn-i Rüşt’ün (1126-1198) eserlerinde de takip edilmiştir. Bu yoldaki (3) eserler Arapçadan tercüme edilmiş ve bu şekilde Batı’da Rönesans başlatılmıştı. Ama ne var ki, 8-12. yüzyıl arasında altın çağını yaşayan İslam aydınlığı aklin ve bilimin kovulmasiyla karanliga gomulmus ve gerileme baslamistir. (4)
İkinci yol ise Anadolu’da yaygınlaşan İslam dini anlayışında Kuran-ı Kerim ve sünnetin yaratmış olduğu kuralların uygulanmasıyla Allah’a ulaşmak yolu idi. Bir bakıma bu ikinci yol Kuran-ı Kerim ve sünneti değerlendirilerek “şeri” kanunlardan “istihraç” yoluyla insanların bu kural ve kaidelere “biat” ettirilmesi yoluydu.(5)
 
Martin Luther dinde reform yaparken aynı yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nda insanlar cennet-cehennem, Tanrı’ya ulaşma, Tanrıyla özdeşleşmede yol almaktaydılar. Bu arada 1517 yılında Yavuz

Sultan Selim’in hilafeti Topkapı Sarayı’na aktarmasıyla  “biat” etme yolu daha da yaygınlık kazandı. Bu yaygınlığın ilk temel nedeni ülkeye matbaanın girişinin yasaklanmış olmasıdır. Matbaa Sultan II. Beyazıd zamanında 1481’de yasaklanmış ve bu yasak 1515 yılında Yavuz Sultan Selim tarafından tekrarlanmıştır. İkinci neden yukarıda belirttiğimiz İmam Gazali’nin deyimiyle İçtihat kapısının kapanması ile başlayan ve “aklın” değil “naklin” esas alındığı yılların başlamasıdır. Bu neden şöyle belirtiliyor:
 
İslam dünyası 12. yüzyılda ‘…İçtihat kapısı kapandı’ denildi. Ağır bir tutuculuk oluştu. Böylece o çağlardaki ataerkil toplum yapısının ürünü olan yorum ve adetler zamanla din kuralı kabul edildi…”(6).

Aslında İmam Gazali’nin (1058-1111) İslam’da içtihat kapısını kapatmasıyla karanlık bir bin yıl yaşanmaya başlandı. İslam dünyasının yükselişini sonlandıran bilim ve felsefenin insan aklının teslim alındığı büyük gerici dönemi… aklın değil naklin (kutsal söz, vahiy) esas alındığı yıllar.” (3)

X X X


12. yüzyılda içtihat kapısının kapanması Skolâstik felsefeye uyan, ortaçağ düşüncesini ve bu düşüncenin okullarda okutularak öğretilmesini isteyen bir yaklaşımı getirmiştir. Bu felsefenin temeli teolojidir yani “DOĞRU” nun zaten mevcut olduğu temelde kabul edilmiştir.
 
Bu “DOĞRU”nun, bu “dogma”nın tanımını şu örneklerle verebiliriz.
 

a. Allah'ın emirleri ve yasakları doğrultusunda… ve Allah'ın indirdikleri ile yönetimin kurulmasına sevk edecek nitelikte, İslâm akidesi siyasi bir akide olarak ele alınmadıkça Allah'ın indirdiklerinin dışındaki kanunların uygulanmasından kaynaklanan hastalıkların hiçbiri kesinlikle sona ermeyecektir… Vakıaya çözüm aranırken aklın hakem veya ölçü olarak alınması asla caiz değildir. Aksine burada aklın görevi şer’i delillerde mevcut olan şer’i çözüm ve çareyi bulup, kavrayıp çıkarmaktır… Bunun içindir ki şeriat öyle hükümler verir ki aklın onları bulmasına imkân yoktur.(http://www.rasidihilafet.org/kitaplar/Islama_Davet/06.htm)

b. İskenderiye kütüphanesinin yakılıp yakılmaması hakkında emri istenilen Halife Hazreti Ömer’in emri şöyledir: “cevabım şudur; eğer içerikleri Allah’ın kitabına uygunsa, onlarsız da yapabiliriz; çünkü bu durumda Allah’ın kitabı yeter de artar bile. Ancak öte yandan, eğer Allah’ın kitabına uymayan hususlar içeriyorlarsa; onları muhafaza etmenin hiç gereği yok demektir. Her iki durumda da üzerine düşeni yap ve onları yak.” (7/1) (7/2)


X X X


 Büyük Önder Atatürk toplum yapısının dondurulmasından dolayı dogmaların insan yaşamını etkilediğinin bilincinde olarak hilafeti tarihten silmiş, Şeyhülislam/ulema adı altındakilerin fetva vermeleri yetkilerini yok etmiş, medreseleri kaldırmış, Roma Hukuku’nu esas alarak Türk insanının akla dayalı çağdaş yapıya kavuşmasını sağlamıştır. Diğer bir deyişle Martin Luther’in ıslahat (reform) yoluyla yaptığını Mustafa Kemal Atatürk inkılâp (devrim) yoluyla yapmıştır. Ama ne var ki Atatürk'ün laik sisteme geçişi sağlamasından sonra 1950 yılından itibaren  "biat" rejimine doğru yol alış her geçen gün ilerlemiş  ve bunun sonucunda özgür düşünce  ve özgür ifade ortadan kaldırılınca yukarda sözünü ettiğimiz sevgi yolu kapatılmıştır. Bunun yerine Ayşe Sucu’nun 2012 yılında dediği gibi
 

“...toplumda yaygınlık arz eden, New Age, Uzakdoğu ve Mistik akımların bu denli rağbet görmesi düşündürücü!  Kuru  ve hayatın içinden anlatılamayan bir Kelam, şekilden ve nakilden  öteye geçemeyen  bir Fıkıh, insanları tatmin etmiyor olmasın…”( Sözcü Gazetesi,4 Haziran 2012,Sh.4)

 Dogmalara karşı yani Kuran ve sünnet ile getirilen ve yurttaşlık konularını düzenleyen İslami hükümleri dinin kendi alanında kalmasını ve din adına hüküm veren Vatikan’ın  izlediği yolu değiştiren Martin Luther gibi Atatürk de Vatikan’daki Papa gibi hüküm süren halifeliği ortadan kaldırmıştır. Ama Vatikan’daki papalığın insan ile Tanrı arasındaki ruhsal bütünleşmeyi düzenleme  sorumluluğunun dışında her hangi bir hukuk (şeriat) yaratma  ve uygulama yetkisini ilga eden hümanist gelişme halifeliğin kaldırılmış olmasına rağmen ayet fıkıh dogma gibi  noktalarda  Atatürk ömrünün kısalığından ötürü başarılı olamamıştır. Her ne kadar  "Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır" demiş olsa da sonuç itibariyle  başarılı olmadığın ispat eder şekilde bu miras günümüzde şiddetli bir şekilde sarsılmaktadır.  Bunun iki nedeni vardır;
 
1. Kuran-ı Kerim Arapçada  kalmış tercümesinin  yapılması değil mana ve mahiyet itibariyle gerçek Kuran hükümlerinin  içeriği halkın anlayacağı biçimde  açıklığa kavuşturulamamış ve bu yönde kitap basımları sağlanamamıştır. İlk Türkçe Kuran-ı Kerim 1930’lu yıllarda tamamlanmıştır.
 
2. Arapça  ezan okunması gibi dualarında Arapça  ezberletilmesi devam ettirilmiş Tanrı’ya yakarışların  manaları  Arapça  cümleler içinde  karanlıkta bırakılmıştır.
 
3.İbadetten sayılan Kuran okumayı sağlama  anlamı  bilinmeden kıraat etmek olarak anlaşılmış ve genç nesillere bu kıraat cennete gidecek sevap taşlarından yapılmış bir şose olarak takdim edilmiştir. Kuran-ı Kerimi okuyan gençler okunan metnin ne olduğunu bilmeden “hatim” indirme  yarışmaları yapılmış  kendisinin  bilmediği bir dilden hatim indirilirken İngilizce ya da Farsça  ya da  Latince bir Kuran’ı okuduğunda  cennete gidemeyeceği ikna edilmiştir. Türk insanı yabancı (Arapça) bir dilde  kendi yaratıcısına dualar etmek durumunda bırakılmıştır. Atatürk’ten sonra gelenler ise hemen Arapçaya dönmüşlerdir.  Örneğin İnönü  ezanın Arapça okunmasını  geri getirmiştir. Menderes ve ondan sonra gelen tüm yönetimler Arapça diliyle Türk halkının dinini eda etmesini adeta zorlamışlardır. Son günlerde siyasal iktidar sahipleri okullara din dersi, Hazreti Muhammed’in hayatı ve Arapça derslerini koyup ve Arapçayı tekrar canlandırmak isterken  bu hareketin  anlamını insanların göremediğini varsaymaktadırlar.
 
Birleşmiş Milletler Örgütüne  üye sayısı 192 dir. Bu 192 ülkedeki  temel amaç Dünya uygarlığının izlerinde ilerlerken ve   günümüz teknolojisinin arkasında   koşmaktır. Aklın ve insanlık idealinin  amacı uygarlığın  içine katılmaktır. Onun içindir ki Türkiye dışındaki devletler bilgisayar çağında Arapçayı öğreterek genç evlatlarının ortaçağa döndürmek yerine fen bilimleri ile sosyal bilimlerin  gelişmişlik  düzeyine erişmek için İngilizce ya da Fransızca ya da Çince gibi evrensel bilim dillerine yönelmişlerdir.  Bilgisayar çağında  telekomünikasyon alanında felsefe ve çağdaş sosyal bilimlerle  toplumsal psikoloji alanlarındaki araştırma etüt ve sonuçlara ulaşmak için çabalamaktadırlar. Hangi Avrupa ülkesi hatta  hangi Asya ülkesi ya da Afrika ülkesi kendi  çocuklarına Arapça harflerini  öğretmek istemektedirler? Hiçbiri. Zira  hiç bir  devlet yöneticisi kendi evlatlarını ortaçağ karanlığına ittirmek istememekte  uygarlığın adımlarını  atarak ilerlemek istemektedirler. Hele hele Türkiye’deki gibi Arap harflerini öğretmek ama Arapça dilini öğretmeden yani kendi dininin kutsal kitabında geçen cümleleri anlamadan  o cümleleri sırf ezberlesin diye  Arapça öğretmek gibi saçmalık yapmamaktadırlar.
 
Diğer yandan bu durum devleti oluşturan din inancıyla  yetiştirilmiş yöneticilerin de toplumun tümünün kontrol edilmesini sağlayacak hukuki düzenlemeler yaptırılmasına yol açmıştır. Bu dolaylı olarak Türkiye’de laiklik ilkesinin savunucuları ve karşıtlığını doğurmuştur. Siyasal iktidarı Batı  Uygarlığı’nın Türkiye’de uygulanmasının yolu olarak insanların  birbirleriyle olan ilişkisinde “özgürleştirilmiş ilişki” yani fertleri  İslam’ın emirlerine uyup uymadığını  denetlemek isteyenlerle “denetlettirmemek isteyenler arasında  adeta savaşıma dönüşmüştür.  Devlet yönetimine gelenler İslam dininin gereği olan birbirini kontrol etmek ve birbirlerini dini kurallara uymayı zorunlu kılan yasalar çıkarmak ya da dinci yasalar  dini korumak ve uygulamak yönünde yasal yaptırımlar çıkartılmıştır.

X X X


 
Bugünkü siyasal iktidar sahipleri  İslam dininin kurallarına uygun olarak  yönetmeyi istemişlerdir ve istemektedirler. “Dindar gençlik yaratmak “fikrinin altında  yatan temel düşünce İslam’ın içtihat kapısı kapandıktan sonra ortada kalan kendi yapısından kaynaklanmaktadır. Bu durumdan dolayı yöneticilerin dayandığı  “meşruiyet” in ilahi kuralları uygulamak olduğunu düşündükleri için kesinlikle  dayatmalar getirebilmektedirler.  Onlara göre yaptıkları  vakalar veya yarattıkları olgular Allah’ın emirlerini  uygulamak olduğu  için davranışlarını kesintisiz ve gurur taşıyarak uygulamışlardır. Onlar bu anlamda bir bakıma  Tanrı’nın emirlerini uygulamaktadırlar. Buna  o kadar kesinlikle inanmaktadırlar ki zaman zaman “ulemaya sorulmalı" dileğiyle   "Fetva” çıkarılmasını aleni olarak talep etmektedirler. Bu durum padişahların  bir insanın öldürülmesi  hakkında  şeyhülislamdan “olur” fetvası almasına  benzemektedir. Aslında aklı temel alanlar ile aklın yerine fetvaları ve ulemanın  yorumlarını uygulayanlar arasındaki  anlaşmazlık bütün İslam ülkelerinde  süregelmektedir. Müslüman Kardeşler örgütünün mücadelesi ile  Libya, Mısır vesaire günümüzdeki buhranlar bu  çelişkiden kaynaklanmaktadırlar.
 
Türkiye’de son zamanlarda  siyasal iktidar sahiplerinin dindar gençlik yetiştirme çabalarının  temeli ilerdeki nesillerin şimdiden  eğitilerek  gelecekteki iktidar sahiplerinin İslam’ın temeline inanan ve bu temelleri uygulayan  yöneticiler olmasını sağlamaktır. Zira bu anlayışın temeli şöyledir:
İslam dininin şeriat hükümlerine göre toplumların yönlendirilmesinde topluma düşen ictihad metoduna tabi olmaktır. Bu metotla toplum diğerlerinden ayrı bir özellik kazanmalıdır. Toplum, bu metodu kullanarak gençlerini kültürlendirmeli ve öylece insanların karşısına çıkmalıdır. İşte İslâm davasını taşıyan herhangi bir toplumun ilk önce yapması gereken şey budur.
 
Tıpkı bunun gibi toplumu iyi yönde değiştirmeyi ve kalkındırmayı isteyen ve bunu yapmaya kalkışan toplum eğer İslâm toplum ise, adı geçen değişimi İslâmi bir değişim olarak gerçekleştirmek durumundadır. Öyle ise değişimin şer’i delillere bina edilmesi gerekmektedir. Değişimin şahsi görüşlere, arzulara, akla dayalı maslahatlara (işlere), şartlara veya vakıaya göre şekillendirilmesi doğru değildir. Bilakis şeriat toplum amellerinde şer’i hükmü esas almaya mecbur eder. İslâm sevgisi ve gayreti Müslümanların menfaatlerine uygun olan hükme yönelmeyi gerektirmez. Gerçek şu ki Müslümanların maslahatlarının ne olduğunu ancak şeriat belirleyecektir. Zira şeriat Müslümanların maslahatı için gelmiştir. İşte bu noktada İslâmi bir bakış açısının maslahat ile ilgili ayrıntılarını ortaya koymak gerekmektedir. (
http://www.rasidihilafet.org/kitaplar/Islama_Davet/06.htm

Sonuç olarak şöyle diyebiliriz; Batı’da akıl ve bilimin Martin Luther ile başlayıp hızlandığı ve aklın esas alındığı dönem, Atatürk’ün yarattığı devrimlerle Türkiye’de de uygulanmaya başlamıştır. Atatürk’ün bu mücadelesi “bu topraklarda tam 1000 yıldır devam eden insan soyunun aklının özgürleşmesi mücadelesidir. AKP gericiliği islamın süren ortaçağı içinde sadece bir sonuçtur… işte bu nedenle Türkiye’de İmam Gazali’nin bir kez daha kazanmasına izin vermemek gerekiyor.” (3)
 Atatürk’ün yarattığı Türkiye’yi  bir Arap-şeriat ülkesi durumuna getirmek isteyenlerin Türkiye tarihi tarafından yargılanmalarının sonuçları çok ağır olacaktır.

 

 

COŞKUN ÜRÜNLÜ

9 Temmuz 2012



(1) Aslında İncil’in Latinceden halkın kendi dilinde okuyup anlayabileceği dile tercüme edilmesine cüret eden ilk çevirmen filozof John Wyclif (1330-1389)’tir. Ama John Wyclif ölümünden 44 yıl sonra o anda Vatikan’daki Papa tarafından onaylanan bir karar ile Wyclif’in  “heretic”(Dogmalara karşı olan ve kendi kilisesinin itikatlarına karşı gelen kimse)  olduğu ilan edilerek mezarı açılmış ve kemikleri çıkarılarak “kabul edilmiş doktrine karşı gelen kimse olarak yani  “scholastic” anlayışa karşı geldi diye 1428 yılında yakılmıştır.

 

(2) Doçent Dr. Metin Yasa, Eflatuncu Mağara Alegorisini Yeniden Yorumlama  Gereksinimi” OMU İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2010, sayı 28, sh.37-52
 
(3)Merdan Yanardağ,
http://www.yurtgazetesi.com.tr/bin-yillik-kavga-makale,1091.html
  
(4) "...Yunan ve Latin kültürü çökerken, İslam, ... Arap yarımadasında olağanüstü bir devrim yaptı.
Bu feodal devrim, düşünsel ve bilimsel gelişmelere kaynak oldu. Üretim teknikleri ve üretici güçlerde büyük değişim yaşandı. Bu durum, siyasi birliktelik, merkezi otoritenin oluşması, kurumlaşma, ticaretin gelişmesi, kentleşme, ulaşım, silahlanma, teknoloji, sosyal düzenlemeler gibi atılımların yolunu açtı. Edebiyat-sanat bunun dışında değildi.
Müslümanlar, İslam dinamizmiyle kısa zamanda büyük fetihlere çıktı. Roma ve Bizans zulmünden kaçan halklar kurtuluşu, “eşitlik”, “özgürlük”, “kardeşlik”, “adalet” vaat eden İslam’da buldu. Kimi ise cizye vermemek için Müslüman oldu. İslam nüfusu büyüdü. İktidar maddi zenginliğe kavuştu. İslam coğrafyası düşünsel bir zenginlik de yaşıyordu.
Müslüman âlimler ardı ardına buluşlar gerçekleştiriyordu. Batı ortaçağını yaşarken Doğu’da erken Rönesans rüzgârları esiyordu.Ancak bu süreç dört asır sürdü....13’üncü yüzyıl başında İslam aydınlığı çöktü.
İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Farabi, dogmatizme önderlik eden Eş’ari-Gazali düşüncesine yenildi.
“Evrenin sonsuz” olduğunu yazan, “Allah’ın yüceliğinin doğanın her alanında keşfedilmesi gerektiğini” belirten ve “bilginin ilk şartının şüphe” olduğunu dile getiren Bağdat merkezli Mutezile yenildi.
Akli ilimler karşısına nakli ilimler (dinsel bilimler) ile çıkan Eş’arilik kazandı. Onlara göre akıl, hedef alınan mutlak hakikate ulaşmakta yetersizdi; aklın yerini sezgi, gönül almalıydı.
Böylece...İnanç ile aklı uzlaştırmak isteyenlere, vahyin akla uygunluğunu arayanlara kâfir denmeye başlandı.
...Sonuçta Doğu, “aklını” kaybetti; aydınını katletti...Koskoca İslam coğrafyası, rasyonel düşünceden kopan, bilgiyi aramayan ve zaten bilginin ne işe yaradığını anlamayan, basit yorumlarla yetinen, kaba biçimsel kalıplara boyun eğen, cahiliye dönemi inançlarını sürdüren hoşgörüsüz tutucuların elinde kaldı.Ne yazık ki İslam, salt dinsel kaynaklara dayalı toplumsal düzenlemelerin esiri oldu. Düşünceye, bilime düşman katı din adamları ve onların koruyucu iktidarları yüzünden İslam feodalizm bataklığına saplanıp kaldı.Batı ise Müslüman âlimlerden öğrendiğini hayata geçirdi; inanç ile bilgi arasına kesin bir ayrım koydu; kuşkuculuğun, çeşitliliğin, açık görüşün ve tartışmanın hoş görüldüğü Rönesans’ı kurdu. Kapitalist gelişmeye ilk adımı attı..." Tam metin icin Bknz: Soner Yalçın, Hürriyet, 10 Ekim 2010
 
(5) Kuran ve Sünnetten “şeri” hükümleri oluşturma metodu için bknz:http://www.rasidihilafet.org/kitaplar/Islama_Davet/06.htm
 
(6) Taha Akyol,  Milliyet, 20 Mayıs 2002
 
(7/1)
http://www.roger-pearse.com/weblog/?p=4936
(7/2) http://www.ozguruniversite.org/index.php?option=com_content&view=article&id=985:skenderye-kuetuephanes1&catid=1:guencel-yazlar&Itemid=5

 

Yorum Yaz | Makaleyi Yazdır