Batı Uygarlığındaki "Secularism" Anlayışı Karşısında Kemalist "Laiklik" Anlayışı

Batı Uygarlığındaki "SEKÜLARİZM" Anlayışı Karşısında Kemalist "LAİKLİK" Anlayışı


İtiraf mecburiyetindeyiz ki, bütün İslam âleminincemiyet-i içtimaisinde hep yanlış zihniyetler hüküm sürdüğü içindir ki, şarktan garba kadar İslam memleketleri
düşman ayakları altında çiğnenmiş ve düşmanların zincir-i esaretine geçmiştir. (1)Atatürk


Atatürk, cumhuriyet ilan edilmeden önce 26 Mart 1923 de şöyle seslenmekteydi: “Beşeriyette din hakkındaki ihtisas ve vukuf, her türlü hurafelerden tecerrüt ederek, hakiki ulûm ve fünûn nurlarıyla musaffa ve mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine her yerde tesadüf olunacaktır”(1) yani kısaca “her türlü hurafeden ilim ve fennin aydınlatılmasıyla temizlenerek mükemmelliğe varacak olan aşamaya kadar din oyununu oynayan aktörlere her yerde rastlanacaktır”.

Atatürk'ün bu anlayışının temelinde yatan ana düşünce, devletin temel niteliğinin dini kural ve kaidelerin, yani şeriat hükümlerinin cari olduğu bir nizam olmamasıdır. Bu tanım Batı uygarlığında geçerli sekülarizm anlayışına eşittir. Sekülarizm, toplumsal örgütlenmede, hukuk ve eğitimde din unsurlarının olmayacağı yani din unsurunun kamusal ilişkilerde yer almayacağı bir sistemdir. Diğer bir deyişle dini inanışlar, dini kural ve kaideler kamunun ve devletin kararlarında etkili ve geçerli olmayacaktır. Bu dinsel değerler ve öğelerin toplum üzerinde etkin olmaması demektir. Bu düşünceye göre, devlet yönetiminde ve toplumsal hayatta aklın ve bilimin uygulanması ve etkinliğinin artması için halkın bu yolda eğitilmesi ve milli eğitimin politikasının kesinlikle sekülar anlayış içinde yürütülmesi gerekmektedir.

Yukarıda tanımladığımız Batı uygarlığında ve Atatürkçü Düşünce Sistemi’nde var olan laiklik kavramı kendine özgü bir kavramdır. Atatürkçü Düşünce Sistemi’nde Batı uygarlığının sekülarizm anlayışından farklı olduğu bir temel olgu vardır. Bu temel olgu fertlerin dini inanç, kural ve kaidelerinin kişisel uygulamalarda tamamıyla ferdin iç dünyasında serbest bırakılmasıdır. İslam dininin hâkim olduğu Türkiye’de Hıristiyanların, Yahudilerin ve diğer dinlere inananların inanç ve inancı uygulama noktalarında tamamen özgür kalmaları esas alınmıştır. Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin getirdiği en önemli hususlardan biri de nüfusun inançlarının gereği olan uygulamaların hurafelerden, safsatalardan kurtarmak ve din işlerini fertler için yönetmek amacıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasıdır.

Ancak, toplumun akla aykırı dini baskı ve uygulamalardan kurtulmasına hizmet edecek bir yapılanmaya gidilebildiği söylenemez. Burada, amaca hizmet edecek bir yönetim tarzının uzun yıllardan beri cari olmadığı gerçeğini görmek gerekmektedir.

Atatürk, dindeki akla aykırılıklar ve safsatalardan kurtulma konusunda çeşitli görüşler ile bunu açıklamıştır: 

Bütün müstebit hükümdarlar hep dini alet edindiler, istiras (kendi istekleri) ve istibdatların terviç (destekleme) için hep ulema sınıfına müracaat eylediler… Âlim olmamakla beraber, sırf o kisvede(kıyafette) bulundukları için âlim sanılan menfaatine düşkün haris ve imansız birtakım hocalar da vardır. Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve“İşte bunlar muvafık-ı dindir” diye fetvalar verdiler. İcap ettikçe yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler. İşte o tarihten beri saltanat tahtında oturan, saraylarda yaşayan, kendilerine halife namı veren müstebit hükümdarlar bu gibi hoca kıyafetli cerrarlara (para toplayıcı) iltifat ve onları himaye ettiler. Hakiki ve imanlı ulema her vakit ve her devirde onların mebguzu (nefret edileni) oldu… Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, dervişlerin arkasından sürüklenen; falcılara, büyücülere, üfürükçülere, nüshacılara, talih ve hayatlarını emniyet eden insanlardan mürekkep bir kütleye, medeni bir millet nazariyle bakılabilir mi? Milletimizin hakiki mahiyetini, yanlış manada gösterebilen ve asırlarca göstermiş olan bu gibi anasır ve müessesat (unsurlar ve kurumlar), yeni Türkiye devletinde, Türk Cumhuriyeti’nde idame edilebilir mi?...

İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için yeterlidir. Bizim dinimiz aklın, mantığın tetabuk ettiği bir din olmasaydı ekmel (en mükemmel) olmazdı, ahir(son) bir din olmazdı…

Bizim dinimiz en makul(akla uygun) ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayı son din olmuştur. Bu dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa tetabuk etmesi lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır(uygun)… 

Cumhuriyetimizin hükümetinde bir Diyanet İşleri Başkanlığı makamı vardır. Bu makama bağlı müftü, hatip, imam gibi vazifeli birçok memurlar bulunmaktadır. Bu vazifedar zatların ilimleri, faziletleri derecesi bilinmektedir.
” (2)

Gerçekten de 2003 yılında Diyanet İşleri Eski Başkanı Ali Bardakoğlu da Mustafa Kemal Atatürk’ün belirttiği bu hususları şu şekilde ifade etmektedir:
 
Dinin modernize edilmesi gerekir. Dindarlığımızı içinde bulunduğumuz ortama uydurmak gerekir. Dini biraz hafifletmek gerekir. Yapacağımız şey, insanların din algılamasını düzeltmek, tarihten bulaşmış şeyleri ayıklamak. Sarıklı cüppeli bir dini otorite istemiyoruz. Dinde asıl olan Allah'ı sevmektir. Onun dışındaki, namaz kılma, oruç tutma... gibi şeyler bireysel tercihtir… Bugün yaşanan İslam, Emevi, Osmanlı İslam'ıdır. 21. asırdayız, eski uygulamalara bağlı kalamayız. Zamanımız şartlarına göre, İslam’ı yeniden dizayn etmeliyiz. Dinimiz neleri yiyeceğimizi, içeceğimizi bildirmez. Sadece iyi bir insan nasıl olur onu bildirir...” (3) 
 
Ali Bardakoğlu, Ekim 2011 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk’ün  temel fikirlerini yeniden ve başka bir açıdan şöyle belirtmektedir:
 
" Gazi Mustafa Kemal Atatürk hiçbir zaman laikliği dinsizlik, dini baskı altına alma ve din karşıtlığı olarak algılamadı. Diyanet İşleri Başkanlığı'nı Atatürk kurdu. Kur'an'ın ve hadislerin Türkçe tercümesini, tefsir ve hadis kitaplarının yazılmasını ve insanların Kur'an'ı iyi anlamasını arzu etti. Ancak onun başlattığı bu çizginin sonradan aynı şekilde sürdürüldüğünü söyleyemeyiz.(4)
 
Bu söylemlerin ifade ettiği anlayış Atatürk'ün Laiklik kavramının Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın temelini oluştururken öngördüğü anlayışa paraleldir. Zira Atatürk batıda ulaşılan "sekülarizm" kavramını "Laiklik’’ olarak tanımlarken Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetiminin akıl ve bilime dayalı olmasını ve hiç bir ayet, hiç bir doğma ve hiç bir donmuş ve kalıplaşmış kurala dayanmamasını öngörmüş ve "secularism" "laiklik’’ olarak yapılandırılmıştır. Devletin yönetiminde din esas olmayacak ama buna ek olarak ve aynı zamanda bireylerin dinsel inanç ve uygulamalarının safsata ve hurafelerden kurtarılması amacıyla devlet bir örgütlenmeyi (Diyanet İşleri Başkanlığı) de sağlayacaktır.

Gerçekten de dünyanın hiç bir sekülar ülkesinde devletin din adamlarına maaş bağlaması ve onları devlet memurları olarak kabul etmesi yoktur. Bu durum Kemalist anlayışın özündeki "laiklik" kavramının din karşıtlığı değil dinin saflaştırılması amacını taşıdığını göstermektedir.

Din ve bireylere yönelik dini kural ve yöntemlerin uygulanmasında safsatalardan arındırılma ve uzaklaşma sağlanır, "Vatikan’ın antik Latin ve Yunan metinlerinin meydana çıkarılması ve düzeltilmesi için uygulanan eleştiri metotlarının, Hıristiyan dininin ve kilisesinin esaslarını oluşturan yazılara uygulanmaya başlanması ve İbn-i Rüşd’ün rasyonalist felsefesi dini akidelerin yorumlanmasında kullanılması" (5) başarılabilirse İslam’da da din aktörlerinin etkisi sıfırlanacaktır.  
 
14 Ekim 2011
Coşkun Ürünlü 
 
(1) Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, ODTÜ Yayıncılık 2011 sh.98
(2) Enver Ziya Karal, a.g.e. sh.90-98
(3)http://mierogul.blogspot.com/2008/02/dinlerarasi-diyalog-tuzai-ve-dinde_03.html
(4) Akşam 13 Ekim 2011
(5) Halil İnalcık, Rönesans Avrupası, Türkiye İşbankası Kültür Yayınları 2011 sh.161

 

 

 

 

Yorum Yaz | Makaleyi Yazdır