Kemalist Rönesans'a Ölümcül Darbe

KEMALİST RÖNESANS’A ÖLÜMCÜL DARBE

 

"Was für ein Glück für die Regierenden,daß die Menschen nichtdenken."(1)
Adolf Hitler

 

Dünya uygarlık tarihinin ilk sosyologlarından sayılan İbn-i Haldun Mukaddime adlı eserinde toplumların yıllar içerisinde yorulacağını, yorulan bu toplumun giderek eriyeceğini ve bu eriyen toplum yapısının ondan daha dinamik başka bir toplum tarafından ele geçirilerek o toplum yapısında kendi dokusunu kullanmaya başlayacağını söylemiştir. İbn-i Haldun’a göre ne var ki bu yeni diri toplum da zaman içinde yıktığı eski toplum gibi lifleri çözülerek zayıflamış ve eski topluma benzer bir duruma düşmüş olacaktır.

Gerçekten de Osmanlı imparatorluğu ile 1920’lerde yaratılan Türkiye arasındaki ilişkilerin yapısal bir durumdan başka bir yapısal duruma geçmesini ve bu geçişin sonunda elde edilen yapının nasıl çürüdüğünü göstermesi sosyolog İbn-i Haldun kuralının geçerliliği için güzel bir örnek oluşturmuştur.

1789 Fransız ihtilali bütün dünyayı etkilemiş 1848 Avrupa ihtilallerini doğurmuştur. 20.yy başlarında Avrupada ortaya çıkan bu yeni yapının etkisini iki önemli ülkede yani Rus Çarlığı’nda ve Osmanlı İmparatorluğu’nda görmekteyiz. Ama her iki ülkede de bu gösterim 1,5 yy. sonra başlamıştır. Rusya’daki 1917 deki Leninist devrim ile Osmanlı’daki 1920 deki Kemalist devrim yapıları itibari ile her iki imparatorlukta da Batı Rönesans’ını yerleştirme amacı açısından benzerlikler göstermektedir.

Rönesans’ın Avrupa uygarlığını yeniden yaratan değişimi başlatmasının tarihini Gutenberg’in matbaayı keşfetmesine bağlamak yanlış olmaz. Ama bunu tek bir faktöre bağlamak hatalı sonuçlar verebilir. Bu hatalı sonuçlara varmamak için Rönesans'ın özünü teşkil eden akıl ve bilimin dogmalar karşısında başarısını vurgulamak gerekir.

Rusya’daki Rönesans’ın, Paris kafelerinde Rus aydınlarının Marksist ideolojiye dayandırdıkları tartışmalarından ortaya çıkan öngörülerle belirlendiğini bilinmektedir. Bu entelektüel yapılanma daha sonraları Çarlık rejimini sarsmaya başlamıştır. Leninistlerle aynı mahfillerde yer alan Osmanlı aydınları ise Rus aydınların aksine hiçbir teorik yapıya dayanmadan Osmanlı imparatorluğunun problemlerine çözüm aramışlardır.

Rus aydınlarının Marksizm’in nasıl insanları emek sömürüsünden kurtaracağını, onların nasıl akla dayalı bir sistem içerisinde geleceklerini yaratacaklarını tartışıp kristalize ederken Osmanlı aydınları sorunların çözümünü padişah – halifenin alaşağı edilmesinde görmüşlerdir.

Leninist akım Rönesans’ın akılcılığını Marksist ideolojide ararken Osmanlı aydınları Osmanlı’nın feodal altyapısını (mode of production) ve ona dayanan üst yapıyı (property relation) değiştirmeden yönetim kadrosunu değiştirmenin yeterli olacağını savunmuşlardır.

XXX

Aslında tarihsel verilere bakılacak olursa Osmanlı İmparatorluğu’nda “ıslahat hareketlerinin” başladığı 19.yüzyılın  ilk yarısında bilim temeline dayanmayan fikirleri savunan Osmanlı aydınları bir bakıma başarılı olmuş sayılabilirler.

Başarı sayılabilirler zira doğmanın hakimiyeti altındaki çevrelerin  Islahat ve Tanzimat ilerleyişlerine karşı Patrona Halil isyanıyla ortaya çıkan ilk direniş hareketlerinin genişleyerek bu yüzyılda da devam ettiğini görmekteyiz.

Patrona Halil İsyanı ile başlayan ve daha sonraları 1930 İzmir Kubilay Suikastına kadar devam eden bu silahlı direniş ve isyanlar hep var olmaya devam etmiştir. Bu devam eden direniş ve isyanların kökeninde “şeriat isteriz” haykırışlarını görmekteyiz. Diğer bir ifade ile “şeriat isteriz” ifadesinin temelinde dinsel dogmaların, aklın ve bilimin gelişimi karşısında sarsılıp zarar gördüğünü anlayan çevreler, mücadele ve kavgalarına genişleterek sürdürmüşlerdir.

Akılcılığın var olmadığı Osmanlı İmparatorluğu’nda bu dogmacılığı savunan çevrelerin askeri güçlerle engellenmiş olmaları, olayın özünü değiştirmemiştir. Bu ısrarlı karşı duruşun bir bakıma ırk ve etnik kökene dayalı farklı farklı kabileler, cemaatler, aşiret ve beyliklerden oluşan Osmanlı tebaasının  dokusuna uygun olduğu unutulmamalıdır. Çünkü Osmanlı imparatorluğunu oluşturan bu toplumsal kümelerin birbirine bağlantısı hemen hemen yoktur; bütün bu kümelerin etrafında birleşecekleri ne bir akla dayanan teori, ne bir ideal, ne bir kültürel, ne bir sanatsal, ne de bilimsel olgu yoktur.

Osmanlı imparatorluğunun ana unsuru olan 1071 Malazgirt savaşından sonra Anadolu topraklarına giren Türk akıncıların Orta Asya’dan gelirken getirdikleri bilimsel bir temel, akla dayalı bir felsefe de mevcut değildir. Akıncıların tek etkilendikleri olgu İran’dan akın yaparken, özellikle 1200 – 1300 tarihleri arasında İslami tasavvuf anlayışında birleştikleri, yani inanç üzerinde birleştikleri görülmektedir.

Burada önemli olan nokta şeriat hükümlerine tam anlamıyla uygun davranış ve hareketlerde bulunmak ve bu şeriat hükümlerinin uygulanması korunduğu takdirde cennete ulaşmak anlayışı karşısında başka bir hareketin yeni bir İslami anlayışın yani tasavvuf anlayışının doğmasıdır.

Mevlana Celâlettin Rumi, Yunus Emre gibi tasavvuf erbabının tasavvufun “şeriat” yoluyla Tanrıya erme yolu yerine Tanrıyla sevgi ve ruhsal bütünleşmeyi içeriyor olmasından dolayı şeriatın yeri ve etkisi uzun yıllar süresince egemen olamamıştır.

Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman ile şeriatın tekrar hâkim olmaya başlaması Batı dünyasının özellikle de İngiliz sömürge siyasetinin dünyaya hakim olmaya başladığı döneme rastlar.


Fransa gibi Rönesans’ın Batı kültürünü devamlı yaşatan bu ülkedeki kültürel yapıdan kaynaklanan ve aklı takip eden Leninist hareket ile sonraki yıllarda Kemalist devrime dönüşecek olan şeriat karşıtı gelişmelerin bu iki ülkeyi etkilediği kuşkusuzdur.

XXX


İbn-i Haldun’un dinamik toplumun erimekte olan toplumu yok ederek kendi iç dinamiklerini uygulamaya başlayacağı tezi yeni Türkiye için Les Jeunes-Turcs, (Jön Türkler) hareketiyle başlaşmıştır diyebiliriz. Paris kafelerinden 1908 meşrutiyetine ulaşan ve “İttihat ve Terakki” mensuplarının Batı uygarlığının temel felsefesini anlamış ve uygulamak isteyen çekirdek kadrosu Kemalizm prensipleri ile Osmanlı imparatorluğunun küllerinden onun yerine Batı Rönesans’ına dayanan Kemalist Rönesans ile Türkiye Cumhuriyetini kurmuşlardır.

Ama ne var ki Kemalist Rönesans’ın temel fikirsel yapılarını savunan elit kesim küçük bir guruptur ve çoğunluğu Rumeli  kökenli  Harbiye, Tıbbiye ve Mülkiye mezunları olup hemen hemen hepsi bir yabancı dil bilmektedirler. Bu bilgileri, sadece konuşma değil felsefe ve siyaset belge ve kitaplarını orijinallerinden okuyup anlama derecesindedir.

Fransız ihtilalinin düşünsel liderlerinin etkisinde olan bu grup özellikle örneğin Atatürk, J.J. Rousseau’nun eserlerini orijinal kaynaklara ulaşarak onun düşüncelerinin takipçisidir. Daha sonraki dönemlerde Türkiye’nin çehresini değiştiren eylem yolunun teorik temellerini çizen Ziya Gökalp de bu grubun içinde çok önemli katkıları olan bir düşünürdür. Ama bunlar arasında Kemalist Rönesans’ın karşısında muhalefet yapanlar da mevcuttur. Kadronun temsilcilerinden örneğin Rauf Orbay bile “Halifelik kaldırılamaz. Çünkü halifenin ekmeği hala kursağımdadır" diye itiraz etmiştir.
Kemalist devrimini oluşturan bütün bu aydınlar Rumeli’den İstanbul’a akan ve 31 Mart vakasındaki gerici kalkışmayı bastıran "Harekât Ordusu’nun ruhuna uygun bir anlayışla davranarak ileri atılırken, aralarındaki bazı eylemciler,  örneğin , Kemalist Rönesans’ın tesis edilmesinde çok büyük katkısı ve emeği geçmiş olan Kazım Karabekir Paşa bile Arap harflerinden Batının Latin harflerine dönüşmeyi İslam’a aykırı bularak reddetmiştir.
 
Bu arada teyit etmemiz gereken önemli ve gerçek bir olgu da bütün bu Batı Uygarlığına yürüyüşün ilerlemesinin son aşamalarında toplumun dokusunun liflerinde bir eksiklik olduğu tam anlamıyla idrak edilememiş ya da fırsat bulunamadığı için eksikliğin etkisi azaltılamamıştır. Bu eksiklik ne yazık ki Kemalist Rönesans’ın ölümüne yol açmaya başlayan kök hücre olmuştur.


Bu noksanlık, bu kök hücre,Volkan Tunarlı'nın 2008 yılında belirttiği üzere (2) Kemalist Rönesans’ın dayandığı Batı uygarlığının özünün temeli ve yapısı ve amaçlarının yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetindeki kitlelere intikal ettirilememiş olmasıdır. Batı uygarlığının dayandığı akılcılığın ve bilimin unsurlarının öğretilememesinin temel nedeni büyük önder Atatürk'ün ölmesi ve Rumeli’nden gelen aydınlanmış yönetici zihinlerin erimeğe başlamış olması ile onları ikame edenlerin Anadolu’nun yetiştirdiği yönetici sınıfın varlığının yetersiz kalmış olmasıdır. Örneğin Başbakan  ve daha sonra Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar’ın hiç bir örgün egitimi yoktur ve yabancı dil bilgisi de mevcut değildir.

XXX

Leninist devrim ile Kemalist devrim arasındaki önemli farkı Leninizm’in Marksizm’e dayanması Büyük Atatürk’ün ise kendi pragmatik düşünce sistemlerini ALTI OK bünyesinde toplayarak kendi devriminin temelini kendisinin oluşturmasında yatar.
Leninist devrimin dayandığı Marksist teori Batı dünyasında hemen hemen bütün aydınlar tarafından 1850li yıllardan beri bilinen bir doktrindir. Aynı dönemlerde ise Osmanlı imparatorluğunun aydın kesimini oluşturan Anadolulu elit kesim Batı anlamındaki üniversitelerden değil İslam dininin öğretildiği medreselerden feyz aldıkları için Marksizm’i tam anlamıyla bilemedikleri anlaşılmaktadır.

XXX


Osmanlının toplum yapısını oluşturan tek olgu 1071 den sonra beylikler halinde yaşarken yönetimi altına aldıkları bölgelerde uyguladıkları devlet ve hükümet sistemi ve toplum yapısının göçebe (nomad) toplum yapısından ibaret olmasıdır. Anadolu’nun hakim unsuru olan Türkler kurdukları beyliklerde “bey “in yönetiminde yaşadıkları bu göçebe yapısıyla kendilerine bağlı olanları yönetmişlerdir. Ama ne var ki bu beylikler, kendilerinin içinde yaşamakta oldukları Roma – Bizans toplum yapısına zamanla intibak ederek bu yapının rengini kabul etmişlerdir.

Roma - Bizans yapısının 1920’ye kadar devam ettirilmiş olmasına rağmen İmparator Justinyen’in 6. yüzyılda yerleştirdiği akla dayalı medeni hukuk sistemini reddederek İslam hukuk sistemini yani şeriat düzenini uygulamaya devam etmişlerdir.


Aklı kabul eden Roma hukuk sisteminin reddedilmesiyle aslında Osmanlı imparatorluğu kendi çöküşünü hazırlamıştır. Avrupa’da gelişen Rönesans’ın getirdiği toplumsal yapılar, dinin egemenliğini kıran laik gelişmeler, bilimsel ve teknik keşifler ve dünya coğrafyasının birbirleriyle ilişkiye girmesi sonucunda Avrupa değişirken Osmanlı imparatorluğuna bakıldığında dinsel öğelerle şeriat hukuku ile sınırlandırılmış, aklı reddeden bir yapıyla İbn-i Haldun’un dediği gibi erimiş ve ölmekte olan toplum olarak görülmektedir.

XXX

 
Kemalist devrim dünyanın en büyük devrimlerinden olan aklı ve bilimi yani Rönesans’ın temelini Türkiye’ye temel almış Batı medeniyetinin unsurlarıyla Batı camiasının şerefli bir üyesi olmuştur. Ama burada iki sorun  ortaya çıkmıştır. Birincisi Kemalist devrimin akıl ve bilime dayalı Rönesans’ın geniş kitlelere intikali sağlanamamış ve bu yüzden dinsel doğmaların toplumsal hayatı yönetmesine karşı hiçbir akılcı temelde düşünce sistemleri oluşturulamamıştır. Diğer bir ifadeyle en küçük ıslahat hareketlerine karşı çıkan Patrona Halil isyanları gibi isyanlar süre gelmiştir. Atatürk zamanında bile sürerek devam edegelen bu gerici direnişler Atatürk ten sonra da devam etmiştir.

XXX

Batı medeniyetinin temellerinden biri olan halkın seçim yoluyla siyasal iktidarın oluşturulmasını ifade eden demokrasi kavramını Kemalist felsefe kendi içine alarak Atatürk tarafından uygulanmaya sokulmak istenmiş ise de yeniden başlayan “şeriat isteriz “ çığlıklarıyla kesintiye uğramıştır.

Kemalist Rönesans’ın kendi kendini koruması için geliştirebileceği tek olgu bilim ve aklın yerleştirilmesi olduğunu gören Atatürk gerçek anlamda bilim  merkezi olacak  şekilde üniversiteleri kurup, halk evlerini açıp, köy enstitülerini yeşertmeye başlamış ve bu yollarla kendi teorisi olan ALTI OK’u yaşatmak istemiştir. Ancak bu iyi niyetli çabalar toplumun determinist çizgi olarak bütün bu devrimlere hazır olmaması ve devrimlerin en önemli uygulayıcısı olan Atatürk ‘ün 1938’de ölmesi üzerine sonuçsuz kalmış ve  Demokrat Parti iktidarıyla da tümden geriye çevrilmiştir.


 XXX


İsmet İnönü'nün demokrasiyi kurdurmak için seçtiği kişi bir zamanlar Bursa ve İzmir “İttihat ve Terakki” cemiyetinin Genel Sekreteri olan ve Atatürk tarafından başbakanlık makamına getirilip hatta onun ölümünde de başbakanlık yapmakta olan Celal Bayardır. İsmet İnönü’nün bu Atatürk’ten gelen "kişi" tercihine uygun bir şekilde seçimini yapıp demokrasi için Kemalist ve Laik bir muhalefet partisi oluşturma isteği ne yazık ki Celal Bayar’ın Menderesle birleşerek yarattığı düzen tarafından devam ettirilmemiştir.

Demokrat partinin iktidara geldiği ilk günlerde o zaman ki “şeriat isteriz” diyenlerin önderi olan Said-i Nursi yi  Menderesin Afyona gidip yanına alıp gezilere çıkmasıyla anti-Kemalist ivme başlatılmıştır. Çok açık bir deyişle söylemek gerekir ki Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki bilim ve aklı ret eden dinsel  dogmaların oluşturduğu “şeriat sistemi”, Bayar  - Menderes yönetiminin koruması altına alınmıştır.

Devletin koruması altında gelişen Kemalist Rönesans’ı yıkmaya matuf olan bu gelişimler 1960 yılında Kemalizm’i savunan Ordu tarafından yok edilmiştir.Ama ne var ki ordunun her müdahalesi halk nazarında Kemalist Rönesans’ın devam edilmesine yönelmiş ilerici bir hareket olarak değil şeriatın ortadan kaldırılmasına ilişkin  bir hareket olarak algılanmıştır.
 
Bunun önemli bir nedeni de her ordu müdahalesinin sonucunda Kemalist Rönesans’ın temellerine dönülmesini sağlayacak erk olarak sivil siyasi kadroların yetkisine bırakılma yolunun tercih edilmesidir. Diğer bir deyişle , bu siyasal iktidarların ne yazık ki Bayar – Menderes dönemindeki uygulamalarının reinkarne edilmesini sağlayacaklarının bilincine varılamamış olmasıdır.Bu yol bir nevi meydan okuma stili ile counter- revolution davranışına dönmüştür.Örneğin , anti-Laik , anti-Kemalist karşı koymanın farklı bir şekilde ve bir cüret göstergesiyle vuku bulduğuna tarihimizde rastlıyoruz:


İktidara 7 kez geldiğini ve 8 kez gittiğini devamlı belirten Demirel, Başbakanlık koltuğuna ilk kez oturmasından sadece saatler sonrasında Adalet Partisi Grup toplantısında 24 Ekim 1965 tarihinde şöyle seslenmekteydi :


 “Muhterem arkadaşlarım ; maneviyatına ve  mukaddesatına saygılı olunmasını vatandaş istiyor dedim.Devletin kanunları herkesin bu en tabii hakkını teminat altına aldığı halde , biz bunları söyledikçe din istismarı yapıyorsun diyorlar.Şayet kanunlar bunu din istismarı olarak tavsif ediyorsa o takdirde arkadaşlarım size çok büyük vazifeler düşmektedir.O taktirde bu kanunların , Türk halkının binlerce sene inkişaf ettirip getirdiği manevi kıymetlerini koruyacak bir şekilde düzeltmeniz lazımdır.”(3)


XXX


Kemalist Rönesans’ın kurucusunu sadece Çanakkale kahramanı olarak gören halk, yani aslında akıl ve bilimin Kemalizm’in temeli olduğunu bilmeyen halk, bu algılamasını sürdürmüştür. Bu durum devam ederken, diğer yandan, demokrasinin sadece sandığa “oy atma” aparatı olduğunu savunan gruplar demokrasinin aslını tahrip ederek Türk toplumundaki Kemalist Rönesans’ın tahribi için yeni ve çok ilginç bir uygulamayı gündeme koymuşlardır.

Gerçek demokrasi, aslında Cumhuriyeti kuranların felsefesini, insanların özgürlüklerini arttırmak ve Leviathan olan devlete karşı birey haklarını genişletmek, uygar yaşam standartlarına ulaştırmayı göz ardı etmeyen bir süreçtir. Buna süreç (processes) demokrasi diyebiliriz.

Ama gündeme konulan ilginç  bir uygulama olarak  betimlediğimiz olgu "süreç demokrasi" türünün yerine “oy atma” aparatına dönüştürülerek "usulen demokrasi" haline dönüştürülen "usul" (procedure) demokrasi kavramının   kullanılmaya başlanmış olması olayıdır. Usul demokrasinin uygulanmasının en büyük zaafı halkın kullanacakları oyların renklerini değiştirmek üzere çeşitli etkiler altında bırakılmalarını kolaylaştırmıştır. Örneğin “dindar cumhurbaşkanı isterseniz bize oy verin” haykırışlarıyla Rönesans’ın yıpranmasının sağlanması buna en güzel  örnektir. Şeriat isteriz teranesinin benzeri olan  bu tür imalı kamuflajlı seslenişlere karşı  durabilecek  hiç bir olgu ufukta görünmemektedir. Örneğin 2011 seçiminde seçmenlerin yüzde ellisinin Kemalist Rönesans’ın yıpranmasının sağlanması harekâtına şu veya bu gerekçelerle karşı durarak farklı bir gurup içinde yer almış olmaları Kemalist Rönesans’ın temelleri arasında olan biri Milli Misak sınırlarına ulaşmak diğeri Laiklik ilkesi içinde yaşamak noktalarını devam ettirmek gücüne sahip olamayacağı her geçen gün daha da aleniyet kazanmaktadır.


Kemalist Rönesans’ın  derinden ilk kez darbelendiği vaka Milli Selamet Partisi harekatının ulaştığı sonucu "usul" demokrasinin başarılı sonucu olarak kabul eden  Ecevit'in Erbakan’ı iktidara taşımasıdır.

Ecevit Altı Ok'u uygulaması yerine Halk Sektörü ve Köykent gibi dünya iktisat tarihinde görülmeyen ve ilerde de görülmesi mümkün olmayan kendinden menkul farazi amaçlarla Erbakan’la birlikte iktidara gelmesini usul demokrasi anlayışı ile sağlamıştır. Ama bu usul demokrasi yolu  bir yandan  gerçek demokrasi yolunun terkedilmesini yaratırken diğer yandan Patron Halil’den beri yürütülen “isyan” yolunun terk edilerek onun yerine “sandık” yolunun tesisini öğretmiştir. Bu öğretinin  en acı sonucu ,  gericiliğin odağı olduğu Anayasa Mahkemesinin karar verdiği yaklaşımlarla Rönesansın tahrip edilmeye devam edilmesine saplanılmış olduğudur.
 
2011 seçiminin de "usul demokrasi" yöntemiyle alınan sonucun gösterdiği durum ise artık Kemalist Rönesans’ın yani bilim ve aklın yerini teokratik yapının alacağı ve bu teokratik yapının demokratik değil otokrat bir sistem içerisinde yürütülmeye başlanacağının işaretlerini göstermesidir.

Ama bilim tarihinde rastlanan en önemli gerçek, bir insanın dünyaya gelmesi anında nasıl içinde ölümü taşıyarak dünyaya geliyorsa otokrat Teokratik bir yapının kurulması sağlandığında da  o da kendi içinde ölümünü taşıyarak sürecektir. Dünyadan uzaklaşmak, bilim ve aklın karşısında yaşamak zorunda  olan Türkiye’nin yerleştirilmeye çalışılan yeni sistemin mukadder başarısızlığı sadece dialektik gerekçelerden değil aynı zamanda ülkenin ekonomik yapısının tam kapitalistleşememesinden de kaynaklanacağıdır.

XXX

Türkiye’nin en büyük sektörü olan tarım sektöründe yapı kapitalist değil hala feodal/yarı-feodal yapı şekliyle devam ediyor olması ve kırsal kesimden, köyden, akın edenlerin kentsel varoşlarda kümeleşmesi kısacası ücret  - emek ilişkisinin yani alt yapının (mode of production) kapitalist biçiminin kurulamaması sorunu ağırlaştırarak devam ettirecektir.

Malta  sürgünü günlerinde iki yıl (1919 - 1921) boyunca mükemmel Fransızcasıyla yabancı yazarların eserlerini ve 12 yy dan zamanımıza kadar toplam rakamla 300.000 eseri barındıran meşhur Malta kütüphanesinde incelemeler yapan Diyarbakırlı Ziya Gökalp, Cumhuriyet kurulduğu günden bu güne kadar ilk defa olarak İbn-i Haldun ve Karl Marx'tan devşirerek ekonomik altyapı(mode of production)nın değiştirilerek toplumun üst yapısının (property relation) gelişmesi hakkında  oluşturduğu yaklaşımının (4)  Atatürk dönemi haricinde uygulanmasına rastlanılmadığı (5) düşünülecek olursa ve Atatürk dönemi haricindeki siyasal iktidar sahiplerinin bu konuya  gözlerini hep kapatmaları gerçeğinden  ötürü sorun devam edecektir.

Tarımdaki temel sorunu  yani kapitalistleşme sorununu " toprak işleyenin su kullananın" boş lafazanlığa indirgeme cehaleti ile yok saymaları Ziya Gökalp'in ruhunu taciz ederken diğer yandan Türkiye'nin ekonomik açıdan güdük kalmasını intaç edecektir.


 Bu noktada işin garip tarafı ülkenin kapitalistleşmesindeki toprak durumunu  bir kenara bırakarak  Otokrat Anti Kemalistlerin yandaşları yönetimindeki Türkiye, Batının emperyalist güçlerine ram olarak yeniden Osmanlıyı yaratmak çabasıyla yani Osmanlı “commonwealth” ini kurmak için ılımlı İslam politikasını uygulayarak devam etmesi onların başarısızlığını devam ettirecektir. Zira dünyanın hiç bir tarihi belgesinde bir ulusun salt dini ögelerle başka bir ulusu hegemonyası altına almayı başardığı gerçeği yoktur. Böyle bir iddianın gerçekleşmesinin tek yolu bilimde ve sanayide ilerlemiş ve monopol kapitalizm derecesine yükselmiş emperyalist bir güce kendisini bağımlı yaparak ya da ona bağlanmak yolu ile kendinden zayıf ve güçsüz ve hiç bir zaman millet olamamış ya da ulus devlet kuramamış aşiretler, kabileler ve cemaatler halindeki topluluklarla ortaklık değil sadece kendi kendini hayal dünyası içine hapsetmek olabilir.

XXX


 Eğer bir toplum kahramanlar çıkaramazsa o toplumda herkes sıradanlaşır. Sıradanlaşan toplumlar diğer bir ifadeyle İbn-i Haldun'un dediği gibi elyafı çürümüş ölüm döşeğindeyken kendinden daha dinamik bir devletin kendisini işgal ederek yok etmesini bekler haldeki bir toplumdur. Atatürk Osmanlı devletinin çıkardığı bir kahraman değil Batı Rönesans’ının çıkardığı bir   insanlık kahramanıdır.

 Osmanlı imparatorluğunun  yok edilmesini sağlayan  Sevr Antlaşmasını Padişahın kabul etmesi anında  Osmanlı Devleti kendinden daha dinamik  bir   devlete (İngiltere ve hempalarına) teslim olarak tarihe  gömülmüştür.  Diğer bir deyişle 1299 yılında kurulan Osmanlı Devleti 20 Ağustos 1920 tarihinde tarihe gömülmüştür.

 İşte bu anda Kahraman Atatürk, insanlığın büyük kahramanı Atatürk, Osmanlı Devletinin çürümüş elyafını süpürüp atarak onun yerine Batının bilim ve akıl unsurlarının özüyle örülmüş elyafını temel alan yeni bir devlet kurmuştur. Bu devlette kadın erkek eşitliğini sağlamış, dinsel ögelerin hakim olduğu şeriat kanunlarını ilga etmiş, yazıyı Arapça harflerinden kurtarmış, Halifeliği tekrar   doğamayacak şekilde tarihten silmiş, akıl ve bilimi esas alan Üniversiteleri kurarak  bilim adamı yerine Ulema yetiştiren Medreseleri   kapatmış, bağımsız ve laik bir Cumhuriyet sistemi ile yönetilen dinamik ve yepyeni bir topluma Türkiye ismini bizzat kendisi vererek ve Osmanlıdan arta  kalan toprak parçasının kendisinin çizdiği ülke sınırları olarak Lozan’da  dünyaya kabul ettirerek yani   tarihe yepyeni bir Devlet kazandırarak Türklüğün  ululuğuna imzasını atmıştır.

 Ama ne var ki bu yeni dinamik Devlet te   İbn-i Haldun'un dediklerini ispat edercesine eskimiş ve 80 yıl gibi tarih   bakımından ihmal edilebilir kısacık bir süre içinde Kemalist Rönesans’ın  doğumu anında içinde taşıdığı   Ancient Regime'in ölümcül tohumlarının   yeşermesiyle  sarsılmıştır. Bu tohumların arasında Büyük Atatürk'ün "milletimiz büyük kahramanlar yetiştirmiştir. Fakat, kahramanlarımız kadar hainlerimiz de boldur" söyleminde kastettiği unsurlar  kendi açılarından başarılı olmuşlardır (6).

 Türkiye’nin geleceğinde Atatürk Rönesans’ının devam edebilmesi için Batı uygarlığının esaslarını sürdürecek çabalar gerekecektir. Aksi takdirde Türkiye’de devrimler ya da devrimsel değişiklikler gerçekleştirilemezse J.F.Kennedy'nin dediği "those who make peaceful revolution impossible will make violent revolution inevitable."(7) söyleminin ifade ettiği duruma maruz kalacaktır. 


Ama hangi açıdan bakılacak olursa olsun akla ve bilime dayalı Kemalizm’in bu mağlubiyeti halkın öz tercihlerine göre değil, psikolojik olarak kendilerinin toplumda önemli olmadıklarını bilen, kendi yeteneklerinin Batı standardının çok altında olduğunu gören bir takım yarı aydınlar ile kendi maddi çıkarlarını otokrat yönetimle korumak amacı bulunan kesimlerin desteğiyle renklendirilen ve yönlendirilen “sandık”(usul) demokrasi uygulamasıyla sağlanmış olduğu açıktır. Hele bu grupların istek ve destekleriyle otokrat bir sistem kurdurulup devam ettirilecek olursa bu devam edişin müsebbipleri her geçen gün Batı uygarlığının ilerleyişine paralel olarak kendi mezarlarının daha da derine kazınmasını göreceklerdir.

Coşkun ÜRÜNLÜ
05.07.2011
 
 



(1)İnsanların düşünmemesi hükmedenler için bir şanstır

(2)bknz
http://www.urunlu.com.tr/60-ataturkculugu-bekleyen-tehlike


(3)(http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=42440)
 

(4) Bknz: Ziya Gökalp, Turkish Nationalism and Western Civilization,1959, Greenwood press, USA, Derleyen ve çeviren Niyazi Berkes.


(5) Atatürk'ün Gökalp hakkında söylediği "Etimin ve kemiğimin babası Ali Rıza Efendi ise, fikrimin babası da Ziya Gökalp'tir." deyişi  unutulmamalıdır. Ziya Gökalp, Türkçüllüğün Esasları, Toker Yayınları, İstanbul, 2008,Sh.7


(6) Antik Roma(Latin) düşünürlerinden büyük usta Cicero (M.Ö. 106 - M.Ö. 43) 2000 yıl önce "Hain" tipini şöyle tanımlamaktadır: " Bir ulus, kendi içinde aptal ve hatta muhteris olanlarla baş edebilir. Fakat içerisindeki satılmış ve hainlerle yaşayabilmesi mümkün değildir. Sınırları zorlayan düşman, silah ve araçlarını açıkta taşıdığı için daha az tehlikelidir. Fakat bir hain, hain gibi görünmez, kurbanlarıyla aynı dilde konuşur, onların çehresine bürünür ve onların inançlarını kullanarak ulusun politik yapısına nüfuz eder, bütün kapılardan serbestçe geçer, sesi en üst düzey devlet koridorlarında duyulur, ulusun ruhunu çürütür. Bunlar, politik yapıya türlü hastalık bulaştırarak ulusun yaşam gücünü elinden alır. Bir katil daha az korkuludur”  Bknz: İçteki Hainler, Sözcü Gazetesi , 3 Temmuz 2011 sh. 1

(7)Barışçıl devrimi imkânsız kılanlar, vahşet devriminin kaçınılmazlığını yaratacaklardır.

 

Yorum Yaz | Makaleyi Yazdır