12 Eylül Referandumunda "EVET" çiler İçin Gerçekler

 

12 Eylül Referandumunda “Evet” çiler İçin Gerçekler

"Programlarımızın ilkesi şu iki esastır:

1.Tam Bağımsızlık

2.Kayıtsız Şartsız Ulusal Egemenlik

Birinci ilkenin ifadesi Misak-ı Millidir.

İkinci ve hayati olan ilkenin beyanı, Anayasadır."

                                                                                                                              Mustafa Kemal ATATÜRK

AKP sadece kendi partisinin hazırladığı ve kendi Meclis çoğunluğuna onaylatarak referanduma sunduğu “Anayasa Değişiklikleri” paketinin onaylanması için “Evet” oyu talebiyle 12 Eylül referandumuna hızla ilerlemektedir. Bu “Evet” oyunun verilmesi için AKP’nin ileri sürdüğü görünürdeki sebeplerden ilki demokratik açılım adı altında ileri sürülen “Kürt açılımı”, ikincisi Osmanlı’daki inanç ve düşünce özgürlüğünün Cumhuriyet’in kurulmasından günümüze kadar geçen sürede kaybedilmesi ve bu referandum ile düşünce ve inanç özgürlüğünün tesis edilmesi varsayımıdır

“Şöyle geçmişimize baktığımızda, Osmanlı’ya baktığımızda, Osmanlı’yla Cumhuriyetin kuruluşundaki o kırılma noktasına baktığımızda Osmanlı bunu aşabilmiş; ama cumhuriyet dönemine geldiğimizde bunun aşılamadığını görüyoruz. Osmanlı düşünce özgürlüğünden korkmamış, inanç özgürlüğünden korkmamış. Korkmadığı için de her türlü özgürlüğü vermiş. Ama şu anda bize gelene kadar ne yazık ki bu özgürlüklerin verilmediğini görüyoruz… Şimdi bizim gayretimiz işte bu kapıları açmak için”(1).

Anlaşılıyor ki Cumhuriyetin kuruluşundaki o kırılma noktasının oluşumundaki ana öğe, halifeliğin ve padişahlığın yok edilmesidir. Bu yok ediliş temelinde Batı uygarlığına gidişin başlangıcıydı ama bunun başarılması o kadar kolay da olmamıştır. Mesela İstiklal savaşı kahramanlarından Rauf Bey, Refet Paşa ve Ali Fuat Paşa 'ya Atatürk , padişahlık ve halifelik karşısında ne düşünüyorsunuz diye sorduğunda Rauf Bey;

 “Ben padişahlık ve hilafetin makamına vicdan ve duygu bağlarıyla bağlıyım. … Padişahın ekmeğiyle yetiştim…. Kanımda o ekmekten vardır. Padişahlık ve halifelik makamını ortadan kaldırmak ve onun yerine başka bir makam koymak hiç uygun olmaz.”

 Atatürk’ün Refet Paşa’ya aynı soruyu sorması üzerine Refet Paşa;

“Padişahlıktan ve halifelikten başka bir idare biçimi olmaz.” (2)

 cevaplarını vermişlerdir.

 Padişah Vahdettin’in kaçmasından ve son halife Abdülmecit’in de yurtdışına sürgün edilmesinden sonra Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyete geçiş ve yeni bir devletin başlaması ile AKP’nin ifadesiyle “kırılma noktası” oluşmuştur.

 1730’lu yıllarından beri Patrona Halil İsyanıyla başlayan “şeriat isteriz” çığlıklarının karşısında Islahat, Tanzimat, Meşrutiyet dönemlerinin Batı’ya yönelişi, aklın dinsel ve töresel kurallardan kurtulması, aklın temel alındığı laik cumhuriyetin tesisi için , bu kırılma noktası, modern Türkiye’nin uygarlık dünyasına adım atışının noktası oldu. Burada 3 unsur esas alındı. 1.Tam bağımsızlık,2.Ülke bütünlüğü, 3.Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılarak Batı Hukuk sisteminin “laik”lik anlayışı içinde kurulması. Böyle bir yapıya kavuşabilmek için Atatürk’ün Osmanlı’nın ve Osmanlı yöneticilerinin ve din adına ülkeyi yöneten Halife’nin erkinin kırılması gerekliydi.

 AKP’ce kırılma noktası olarak ele alınan husus Osmanlı padişahlığına ve halifeliğe son verilerek Batı hukuk sistemiyle laiklik ilkesinin varlığı ile bilim ve aklın hâkimiyetine dayanan Cumhuriyet rejiminin kurulmasıdır.

 Demek oluyor ki kırılma noktası denilen olay Osmanlı padişahının İngilizlere sığınması ve halifeliğin kaldırılması olaylarının gerçekleşmesi üzerine Cumhuriyetin kurulması olarak ele alınmaktadır. Ne gariptir ki Osmanlı padişahı - halifesi de Mondros Mütarekesi için mütareke görüşmesini yapacak Osmanlı heyetine şu görevleri vermekteydi:

”1-Hilafet-i celile ve saltanat-ı seniyye ve Hanedan-ı Osmaniye hukukunun temadi-i mahfuziyetinin temini, 2- Bazı eyaletlere verilecek muhtariyeti idarenin şekil ve mahiyeti temin olunarak, muhtariyetin yalnız idari olup siyasi olmaması… Şayet hiçbir çare ve imkan bulunamayıp da siyasi olacak ise istiklaliyetin daha ehven olacağı ve eğer siyasi muhtariyeti kabul edecek olursak, alem-i İslama ihanet etmiş olacağımız fikrindeyim.” (3)

Bunlar Sultan Vahdettin’in Osmanlı Heyetine verdiği talimatlardır. Burada açıkça görüldüğü üzere bu talimatlar padişahlığın ve hilafetin kurtarılması ve bazı eyaletlere bağımsızlık verilmesi halinde İslam dünyasına ihanet edilmiş olunacağının belirtilmesidir. Yani kısaca Halife’ye göre “vatan”ın kurtarılması önem taşımazken İslam ve onun halifeliğinin kurtarılması Mondros’un imzalanma koşulunu oluşturuyordu.

Toplumlarda düşünce özgürlüğünün ve inanç özgürlüğünün var olabilmesinin temel koşulu toplumun düşünce mekanizmasını kullanabilecek temel eğitime, temel bilgiye sahip olmasıdır. Batı dünyasındaki uygarlığın kitlelere yayılmasındaki en önemli etkenin 1429 yılında Gutenberg tarafından icat edilen matbaa olduğu kabullenilmektedir. Ne var ki aydınlanmanın anahtarı olabilecek yazılı eserlerin matbaa ile çoğaltılarak halka dağılması imkanı, matbaanın Osmanlı ülkesine getirilmesinin Sultan II. Beyazıd tarafından yasaklamasıyla engellenmiştir. Osmanlı Devleti Fatih Sultan Mehmet zamanında matbaanın Osmanlı ülkesine getirilmesiyle ilgilenmemiş onun ölümünden sadece 4 yıl sonra 1485 de Sultan II Beyazıd tarafından matbaa yasaklanmıştır. Oysa 1439–1480 döneminde Avrupa’da 40000 adet kitap basılmıştır. Osmanlı'daki yasak 1515'te Yavuz Sultan Selim tarafından tekrarlanmış, matbaanın girişi ancak 1729 da gerçekleşmiştir. 1730’dan sonraki yüz yıl içerisinde Osmanlı’da sadece 180 adet kitap basılmıştır.

Matbaanın Osmanlı'ya girişi Batılılaşma hareketine bir başlangıç olabilirdi diye kabul edilse bile, bir yıl sonra Patrona Halil İsyanı başlar. İsyancıların sloganı şöyledir: ”Şeriat için herkes bayrak altına gelsin”. Batılılaşmaya karşı yürütülen bu dinci isyanlar Osmanlı ülkesinde devam edegelmiştir. Aydınlık çağımızı başlattığı için Nevşehirli İbrahim Paşa öldürülmüş, Patrona Halil de idam edilmiştir ama aradan üç yüz yıl geçiyor olmasına rağmen hâlâ bu mücadele bugün de sürmektedir.

Batı devlet düzenine ulaşmak hedefi Atatürk’e kadar bir türlü başarılamamıştır. Prof. İnalcık bu durumu şöyle ifade ediyor:

“Atatürk, ‘ma’şeri vicdanı (toplumsal bilinci) izlediğini ileri sürerken, kuşkusuz, Türk tarihinde özlenen Batılı Devlet düzeni için yapılan reformları göz önünde tutmuş olmalıdır… Atatürkçülük, bir tarihi gelişimin son ve radikal ifadesidir…” (4)

AKP’nin söyleminde vurgulanan “Osmanlı, düşünce özgürlüğünden korkmamış, inanç özgürlüğünden korkmamış” önermesi gerçekçi değildir.Örneğin, Osmanlı’nın son padişahı halkın düşünce özgürlüğünün sağlanmasını gerekli görmüyordu. Ona göre;

“Millet bir koyun sürüsüdür, ona bir çoban gerekir. O da benim!” (5)

Bir sürü(!)ye düşünce özgürlüğü zaten gerekli olamazdı. Zira düşüncenin var olabilmesi için aklın hapsedilmemiş olması lazımdır. Ama Halife’nin söylediği gibi Osmanlı halkı “sürü” ise onun düşünmesi için bir gereklilik yoktu ve o “sürü" sadece İslami düşünceler altında padişaha kul olmalıydı.

Osmanlı’nın kırılma noktası söyleminde vurgulanan inanç özgürlüğünün varlığı doğru değildir. Çünkü Osmanlı halifesi İslamiyet’in koruyucusu ve Hz. Muhammed’in temsilcisi olarak inanç özgürlüğüne hiçbir zaman taraftar olmamıştır. İnanç özgürlüğünün temelinde çeşitli dine inananların inançlarına en azından saygı duyulması gerekir. Kacar Türklerinden İran Sultan’ı Ali Şah, Osmanlı Padişahının kızı Sabiha Sultan için izdivaç teklifini Padişah’a göndermiştir. Bu teklif üzerine Halife:

“Nasıl olur?” dedi…. “Sünni bir İslam Halifesi kızını bir Şii hükümdara nasıl verebilir…. Bu iş olacak iş değil … Ben bu istekten haberdar olmamış olayım…. Böyle bir izdivaç İslam aleminde pek kötü bir tesir yapar…”(6)

 Hatta Vahdettin Vakit gazetesinin genç yazarı Ahmet Emin’e (Yalman) çatarak:

“ Bu adamın siyasetle, diyanetle ne alakası var kendisi İspanya tebaasından ve Selanik dönmelerindendir” (7)

demiştir. Oysaki Cumhuriyet rejiminin kurulmasından günümüze kadar ne din ayrımcılığı ne ırk ayrımcılığı yapılmıştır. AKP’nin bu iddiası hiç varit olmadığı için “evet” oyu isteme nedeni de gerçekçi ve ikna edici değildir. Cumhuriyet rejiminden günümüze kadar Türk topraklarında din ve düşünce özgürlüğüne aykırı hiçbir engelleme varit değildir.

Atatürk’ün en yakın silah ve eylem arkadaşları padişahlığın ve hilafetin kaldırılmasına şiddetle karşı çıkmışlardır. Bu değerli insanların din eksenindeki görüşlerine rağmen Atatürk hilafeti kaldırmış ve cumhuriyetin kurulmasını sağlamıştır. Bu aşamada eğer Atatürk bir referandum yaptırıp “halifeliği muhafaza edelim mi” diye oy sandığına halkı çağırmış olsaydı seçmenlerin yüzde yüzünün “evet” diyeceği aşikardı. Din unsuru gerçekten halkın gerçek olayları analiz etmesini engelleyen ve hatta konunun akla uygun olup olmadığını düşünme yetisini dahi kullanmayı engelleyen bir unsur olduğu için herkes itikadına göre oyunu kullanacaktı. Onun için din unsuru kullanılarak siyaset yapmanın ya da siyasi rant elde edilmesinin “iyi” olmadığını ve laiklik ilkesinin varlığının uygarlığa gidişin engellenmemesini sağlayan bir temel faktör olduğu apaçık bir gerçektir.

Bugün AKP şöyle demektedir;

” Bizler kalkıp kimseyle bir din tüccarlığı yarışı içerisine giremeyiz. Buna hakkımız yok. Biz siyasi mücadelemizi veririz. Ve siyaseti de bu ülkede 73 milyon insanın emrine amade kılmanın gayreti içerisinde olduk. Aslolan budur. Hangi inançtan, hangi gruptan olursa olsun bu işin aslı budur.”

Oysaki geçen yıllarda Bülent Arınç’ın söylediği

“Dindar cumhurbaşkanı ister misiniz?”

ile yani dinsiz bir cumhurbaşkanı isterseniz bize oy vermeyin yaklaşımı gerçeği hatırlanacak olursa siyasal iktidar sahiplerinin “Hangi inançtan, hangi gruptan olursa olsun bu işin aslı budur.” hükmü havada kalmaktadır. Gerçekten de Atatürk:

“Cumhuriyetimizi, muasır medeniyet seviyesine ulaşmak isteğimizi köstekleyecek herhangi bir referanduma gitmek, yalnız cehalet değil, hıyanet olur. Yüzde sekseni ümmî (kör cahil) bırakılmış bir memlekette inkılaplar plebisitle(halk oylaması) olmaz!"(11 Nisan 1934 İzmir)

demiştir. 1934’ten bu yana geçen 80 yılı aşkın bir laik cumhuriyette eğitim ve kültür aydınlanması sonucunda halk referanduma giderek tercihini uygar bir ülkede olacak şekilde kullanabilecek yeteneğe ulaşmıştır. Ama AKP kitlelere maddi yardımlar yaparak ve mevcut dinci ögeleri devam ettirerek biat kültürünü sağlama yolunu seçmektedir. Diğer bir deyişle halk, dini söylemler, maddi yardımlar ve çeşitli türdeki propaganda ile “ümmi” duruma düşürülmekte ve reyinin bu şekilde verilmesi sağlanmak istenmektedir.

 AKP bu araçları kullanırken ona yardım eden dinci görüşlerce kurulmuş Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi gibi Necmettin Erbakan döneminden kalma marjinal partiler (Saadet Partisi, Türkiye Partisi) “evet” oyunun verilmesi için AKP’ye destek vermektedirler. Ayrıca çeşitli tarikatlar Fethullah Gülen hareketi (8) gibi dinsel amaçlı örgütler ve din temeli üzerine kurulmuş diğer partiler ile gerçek amaçları gizlenmiş bazı siyasi örgütlenmelerin her biri Anayasa Mahkemesinde “odak” olduğu ilan edilmiş AKP’yi desteklemektedirler. Bunlar dışında son derece önemli ve Türk bayrağının yanında başka bir simgenin de taşınmasını isteyen BDP partisi vardır. Her ne kadar bu parti aleni olarak oylamaya katılmayacağını belirtse de bu partinin gerçek amacının, gizlenerek “evet” biçiminde oy vermeyi desteklemek olduğu bilinmektedir.

Türkiye içindeki “evet”çi kuruluşlara çeşitli maddi imkânlar sağlanmaktadır. Ayrıca çeşitli baskılarla korkutulmuş (9) ya da yönlendirilmiş ya da bazı olanaklarla desteklenmiş medya kuruluşları ve kendinden menkul sözde aydınlar da “evet”çiler safında yer almışlardır.

Önümüzdeki referandumda referandum yoluyla iki önemli amaç izlenmektedir. Bu bir nevi bir taşla iki kuş vurmaya benzer. Birincisi anayasa mahkemesinin ve HSYK’nın üyelerinin sayısını artırmak ve üyelerin sayısı artırılarak yargının yürütmeye tabi kılınmasını gerçekleştirmek .Bu gerçek, son HSYK Ağustos 2010 toplantısında yürütme erkinin temsilcilerinin toplantıyı terk etmesiyle görülmüştür. Toplantıları durdurmak için yürütme gücü temsilcilerini geri çekerek Kurulu kısırlaştırmış ve Kurul’un bir karar üretmesini engellemiştir. Referandum sonucu “evet” çıkarsa yeni üyelerle HSYK’yı iğdiş ettikten sonra yürütmenin kendi istediği ve yürütmeye kontrolü sağlayacak hakim ve savcıları atamak yoluna sapacağı düşünülmelidir. Bu yol ile Atatürk’ün belirtmiş olduğu muasır medeniyete ulaşmayı engelleyecek, aklı hapsedecek dinsel öğelerin hukuk sistemine dahil edilmesi ve bir takım tarikatlar ve Gülen hareketi gibi hareketlerin devletin gidişatını etkileyebilecek bir konuma geleceği düşünülmelidir. “Evet” oylarının çoğunlukta olacağı bir referandum Atatürk’ün muasır medeniyete ulaşma amacını köstekleyecek bir referandum olacaktır.

Anayasa’yı hazırlayanların ikinci amacı ise; Anayasa Mahkemesi ve HSYK’daki üyelerin sayılarının artırılması ve bu artırılan yeni kadrolara atanacak olan AKP’nin kendi yandaş hakimleri vasıtasıyla AKP liderliğinin “Yüce Divan”ca cezalandırmadan kurtulma arzusudur.

Öyle anlaşılıyor ki hem AKP hem de muhalefet bir gerçeği göz ardı etmektedirler. Her iki taraf da referandumda gösterdikleri sebepleri tartışmakta ama AKP tarafından saklanan gerçek amaçları yani “saik” leri belirtmekten kaçınmaktadırlar. Gizlenen birinci “saik” muasır medeniyetten uzaklaşıp dine dayalı bir devlet kurma olanağının yaratılmasıdır.

XXX

Referandumdan “Evet” oylarının çıkmasını temellendiren ikinci “saik”in ne olduğunu çeşitli yazarlar ve düşünürler bize takdim etmektedirler.

Necati Doğru şöyle yazıyor: (10)

 “Büyük Ortadoğu Projesi Türkiye’de Anayasa değişikliği referandumunda “evetlerin” yüzde 60-70 çıkmasını istiyor. Büyük Ortadoğu Projesi; Türkiye’de “hükümet (yürütme) gücünü, Meclis (yasama) gücünü, adalet (yargı) ve basın gücünü tek elde toplayacak” otoriter bir yönetim planlıyor ki, Ortadoğu’nun gelecek 20–30 yılına yön versin. Türkiye’de sivil diktatörlüğe abanmış otoriter bir yönetimin olabilmesi için ise referandumda “evet” oylarının “hayır” oylarını geçmesi gerekiyor. Silah kartelleri de, petrol mafyası da, Apo da (...) “evet”çi! Neyin karşılığında oldu “evet”çi! “

Doğru’nun bu yazısında gerçeği anlattığını ispatlayan bir husus da BDP lideri Demirtaş’ın şu sözlerinde görülebiliyor. Demirtaş şöyle diyor:

“Bu halka saygı duyuyorsanız, dilini kültürünü kabul edeceksiniz; demokratik özerklik talebini kabul edeceksiniz (…) geleceksiniz bu meydana yanlış yaptık diye özür dileyeceksiniz.” (11)

Hüsamettin Cindoruk da şunları belirtiyor:

 “Baştan beri söylüyordum şimdi daha açık bir şekilde ortaya çıktı. Bu paket( Anayasa tasarısı) ABD’ye Kuzey Irak’a(Barzani’ye) ve PKK’ya “Evet” oyudur.” (Hüsamettin Cindoruk, Sözcü, sf. 9, 25 Ağustos 2010)

 Yukarıdaki görüşlerde belirtilen “saik”lerin yurtdışı temelleri de vardır. Türkiye içindeki “evet”çilerin ve evet oyu destekçilerinden ayrı olarak dış dünyada da referandumdan “Evet” oyu çıkmasını ve AKP’nin iktidarda kalmasını isteyenler ve bunun için çaba sarf edenler vardır. Bunlar temelde ABD ve AB’dir.Bu her iki gücün de Türkiye’nin güçsüzleştirilmesi olgusunu gerçekleştirmek istemelerinin altında tarihten gelen nedenler, dinsel farklılıklar ve Sevr Anlaşmasının canlandırılması yoluyla Türkiye’yi bölerek güçsüzleştirme olgusu yatmaktadır.

 ABD tıpkı İngiltere’nin I. Dünya Savaşında istediği gibi kendi varlığını güçlendirmek istemektedir. Petrol kaynakları ve ayrıca İsrail’in kuvvetlendirilmesi amacıyla Orta Doğu’da kendi tasarladığı yapıyı sağlamak için AKP’nin iktidarda kalmasını arzulamaktadır. Bunun için Irak’ın kuzeyinde, Türkiye’nin güneyinde ve İran’da kabile yaşantısını sürdüren Kürt nüfusundan yapay bir millet yaratarak yapay Kürt devleti kurulması için her türlü askeri, mali ve diğer tedbirleri hızlandırmış bulunmaktadır.

 Ayrıca Orta Doğu’nun petrol yataklarının yanı sıra Türkiye’nin su kaynaklarını kontrol etmek üzere yaratılacak suni sözde Kürt devletinin var edilmesiyle İsrail’in varlığı korunacak, Şeyhlerle ve kabile reisleriyle yönetilen sözde Arap devletleri kontrol altına alınacaktır. Özellikle de tarihte imparatorluk kurmuş askeri, teknik gücü olan ve modern anlamda devlet niteliği taşıyan İran’ın gelişmesi murakabe altında tutulacaktır.

 Türkiye’nin parçalanmasıyla, güçlü bir ordu sahibi ve imparatorluk kurmuş batılı bir devlet olan Türkiye, Orta Doğu, Balkanlar’da ve Kafkasya’da zafiyete uğratılacaktır. Bunun başarılabilmesi için Amerika, Orta Doğu Projesinin eş mimarı olan AKP’nin desteklenmesi ve bu desteğin “Kürt açılımı” ile hayli yol almış yapay Kürdistan’ın kurulmasına doğru AKP’nin yarı yolda kalmaması için referandumdan “Evet” oyu çıkması için çaba sarf etmektedir.

 AKP’nin ABD’nin etkisi altında olduğu YAŞ krizinde ortaya çıkmıştır. Bu kriz esnasında ordu yüksek kademesindekilerin AKP’nin yargıyı manipüle etmesi karşısında Pentagon’u direkt arayarak AKP’nin projesini bozdurtması ve Pentagon kanalı ile Başkan Obama’yı devreye sokturtması bunun üzerine AKP’nin YAŞ’ı ordunun istemediği şekilde sonuçlandırmaması sağlanmıştır. (12)

 Bunun sonucu olarak TC ordusu siyasal iktidar sahiplerinin varsayılan emelleriyle dış mihrakların emellerinin tevhit edilmesini engellemiştir. Bu önemli bir olgudur.

 ABD’nin ortağı İngiltere 16.yydan günümüze kadar tarihi süreç içinde sadece üç kere emperyalist amaçlarını gerçekleştirmek için yaptığı savaşlarda yenilmiştir. Bunlar Amerika Bağımsızlık Savaşı, Afrika Boerler Savaşı ve Çanakkale Savaşıdır. Çanakkale mağlubiyeti ile Osmanlı İmparatorluğunu parçalayarak yıkmak bir yandan Kürdistan, bir yandan Ermenistan yapay devletlerini Osmanlı’dan toprak gasp etme yoluyla kurmak bu yenilgi yüzünden başarılı olamamıştır. Mudanya Mütarekesini çiğneyerek İstanbul’u dahi işgal eden ve İmparatorluğun son hükümetinin aciz yönetimi ile Sevr Anlaşmasını son padişah Vahdettin’e kabul ettiren İngiltere Kurtuluş Savaşı sonucunda bu iki amacından vazgeçmemiş, sadece amacının gerçekleşmesini belli bir zamana terk etmiştir. Lozan anlaşmasını da Mustafa Kemal’in ordusunun İstanbul kapılarına kadar dayanması üstüne imzalamak zorunda kalmış, ama kendi “manda”sına terk edilen Musul-Kerkük sorunun çözümünü zamana terk etmiştir.

 Cemiyeti Akvam’ın(13) kararına terk edilen bu temel istek bu uluslararası örgüt daha karar vermeden , İngiltere , Irak adı altında yapay bir devlet kurdurarak ve başına da Mekke Şerifi’nin akrabasını kral ilan ederek petrol yataklarına el koymuştur.

 Bu aşamadan sonra , İngiltere 1958’lere gelene kadar aleni olarak Kürdistan kurulması diye bir fikri takip etmemiş ama Kürdistan’ın kurulma amacını hiçbir zaman terk etmemiş, hep gizli tutmuştur. Irak’taki hükümet darbesi sonucunda İngiltere tekrar devreye girmiş ve kendisine bağlı kukla devlet yaratmıştır. Yakın geçmişte Amerika ile birleşerek Saddam hükümetini devirmiş ve yapay nedenlerle işgal ettiği topraklarda Amerika ile birlikte, İsrail’in geleceğini sağlama alarak Kürdistan denilen bir devlet kurulmasıyla, Türkiye’nin parçalanmasını, güçsüzleşmesini ve kendine yakın bir Kürt devleti yoluyla petrol kaynakları üzerinde hâkimiyet kurmayı amaçlamaktadır.

 Diğer bir deyişle yukarda söz ettiğimiz Amerika’nın emelleri ile İngiltere’nin emelleri bir bütün halinde Türkiye’nin güçsüzleştirilmesinde birleşmektedir. Bu amaç doğrultusunda iki ülkenin birlikte çalışmaları günümüzde devam etmektedir.

 Amerika ve İngiltere’nin İsrail’i aralarına alarak Türkiye’yi güçsüzleştirme olgusunun yanı sıra AB ülkeleri de aynı sinsi amaçları için uğraş vermektedirler. Örneğin AB ülkelerinin ilk günlerde dinsel ve tarihsel nedenler göstererek Türkiye’nin Ortak Pazar’a dahi alınmasına karşı çıkmaları unutulmamalıdır.

 Ayrıca AB Türkiye’nin sınırlarının genişliği, nüfusunun yüksekliği, nüfus artış oranı (özellikle genç nüfusun artması), eğitimli kalifiye eleman sayısının artması, Tubitak, Teknokent, Aselsan vs teknolojide önemli ilerlemeler sağlanması gibi faktörler karşısında laik TC’yi çok büyük olarak kabullenmekte, korkmakta ve çözümü TC’yi parçalamak amacında ABD ve İngiltere ile işbirliğinde bulmaktadır.

AB’nin Türkiye’yi güçsüzleştirmeye çalışmasının bir diğer nedeni de Hıristiyan dünyasının takipçilerinin azalması ve kiliselerinin her geçen gün güç kaybetmesinin yanında İslam’ın Avrupa’da gelişmesinden duyduğu endişedir. Halkı Müslüman olan ama laik anlayışa sahip ve hukuk sistemi şeriata dayalı olmayıp Roma Hukuk’una dayanması karşısında AB yöneticileri ve kilise Türkiye’den adeta terörize olmaktadırlar. (14)

 Bu noktada dış güçlerin yapay bir Kürdistan devleti kurmaya yönelik çabalarının yansıması olarak. AKP’nin kürt açılımı projesindeki “açılım”ın DNA’sının ne olduğu açıklanmamaktadır. Diğer bir deyişle mevcut siyasal iktidar bu DNA’yı deşifre etmemekte ve suskunluğunu yani ikinci “saik” i kapalı geçmek çabasını sürdürmektedir.

 DNA ne olursa olsun yapay olarak Kürdistan adıyla bir ülke ve devletin kurulması bilimsel olarak temelden yoksundur. Çünkü bir milletin oluşabilmesi için; (a)Tarihsel düzlemde kurulmuş, (b)Ortak kültürde kendini gösteren, (c)Psikolojik yapı temelinde oluşmuş, (d)İstikrarlı halk topluluğu olması şarttır. Burada önemli olan nokta özel bir toprak parçasına ve ana ülkeden ayrı bir ekonomiye sahip olmaları gerekir. Burada önemli olan diğer bir husus kendine has, yekpare ve yaşadıkları yerlerde herkesin aynı şeklide kullandığı bir Kürtçe mevcut değildir. Çeşitli araştırmalarda görüldüğü üzere Kürtçe birçok dilin karışımından ibarettir. (15)

 Kürtler “eriyik millet” kavramının misalini oluşturmaktadırlar. TC’nin içinde TC’nin ekonomik ve sosyal yapısıyla aynı varoluş içindedirler. Ülke içinde her bir yerleşim hücresinde de varlıklarını oluştururlar. Hatta siyasal iktidar sahipliklerinde, bürokraside ve ticarette vardırlar. Kürtler aynı şekilde İran’da, Irak’ta, Suriye’de yani değişik ülkelerde o ülkelerin yapısı içinde erimiş olarak hayatlarını sürdürürler. Eriyip diğer milletlerin bünyelerindeki temel hücreler arasında yaşarlar. Dinleri aynı çoğunluk içinde bulunduğu ülkenin dinine uyan ve o ülkenin dilini kullanan ve hatta o milletin içinde zaman zaman dış düşmanlara karşı birlikte mücadele edebilen bir halktır. Hatta öyle ki Türkiye’deki Kürtlerin çoğu Türkiye’den koparılması planlanan bölgede değil İstanbul gibi metropollerde yaşamaktadırlar.

O halde güney ve güney Anadolu’dan koparılacak bölgelerde Irak’ın kuzeyinden koparılacak bölgelerle birleştirilerek kurulacak devlet dış güçlerin ve burada İsrail’in çıkarları için kukla ve uydu bir devlet olmaktan ileri gidemeyecektir.Zaten bu nedenden dolayı şu anda “Özerk Kürdistan” teması vurgulanmaktadır ama doğurulacak Kürdistan devleti yapay olduğu kadar İngiltere ve Amerika’nın emperyalist amaçlarına hizmet eden sömürge valiliğinin yönetiminde bir sömürge eyaleti olmanın ötesine geçemeyecektir. Bütün bu oyunların bozulmasının getireceği durum AKP siyasal iktidarının referandum da hayır oyuyla kuvvetten düşürülmesine ve PKK’nın TC devletine isyan eden asiler olduğunun bu temel niteliğinin siyasal iktidar tarafından kabul edilmesiyle etkisiz hale getirilmesi sağlanmış olacaktır.

 AKP’nin “Evet” oyu alarak iktidarı güçlendirmesi projesine iç ve dış mihrakların birleşerek alenen destek vermesine en büyük engel faktör TC ordusudur. TC’nin ordusunun Atatürk’ün deyimiyle tam bağımsızlık, ülke bütünlüğü ve laiklik ilkelerinin koruyucu olmasının karşısında dış güçler sessizliklerini koruyarak perde arkasında durmak zorunda kalmışlardır. Ordunun Kara Kuvvetleri Komutanlığı devir teslim töreninde yeni komutanın

“Laiklik, Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan tüm değerlerin, Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluş felsefesidir. Sisli terör perdesi arkasında huzur ve demokrasi söylemlerini dillendirenlerin ülke içinde yasalara aykırı davranışları benimsenemez. Adeta ayrılmaz dostları olan bazı yurtdışı dostları da göz ardı edilemez. Güvenlik kuvvetlerinden bu yönde taleplerde bulunmak da ciddi bir oyalama taktiğidir” (16)

söyleminden hareketle AKP iktidarının önümüzdeki milletvekili genel seçimlerinde yenilmesi mukadder gözükmektedir. Bunun diğer bir işareti de AKP iktidarının İsrail’e karşı giriştiği Mavi Marmara olayındaki duçar kaldığı hezimet, ile Pentagon’un devreye girerek Obama kanalıyla Türk komuta kademesinin isteğine uygun YAŞ’ı etkileyerek siyasal iktidarı dizginlemek olgusudur.

Ama referandum oylamasından “hayır” çıkması dış emperyalist güçlerin Türkiye’yi parçalama emelini geciktirir. Bu durumda ordunun gücü karşısında dış güçlerle iç mihrakların emellerinin tevhit edilmesini engelleyen Türk ordusunun doğrudan hamle ile kırılamayacağı anlaşıldığından dolaylı yollardan bu gücün kısırlaştırılması öngörülebilir hatta belki de AKP iktidarının gündeme getirdiği Özel Kuvvet projesi İran’daki “dinci” devrim muhafızları gibi bir kuvvet olmaya doğru ittirilebilecektir. Ama Fethullah Gülen cemaatinin polis gücündeki etkisinin ulaştığı boyutunun büyüklüğü bu devrim muhafızları ile bütünleşmesi ordumuzun gücünden dolayı Cumhuriyetimiz için temelde hiçbir olumsuz etki yapmayacaktır. 

Sonuç olarak bu referandum Atatürk’ün ülkemiz için manevi miras olarak bıraktığı

“ Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır”

vasiyetinin tam tersinin ihdasına yönelik olarak yani ülke yapısının parçalanmasının ve sözde “Kırılma Noktası”ndan önceki, AKP tarafından özlenen, teokratik temelli devlet düzenine geri dönüşün ön koşullarını sağlama referandumu olacaktır.

­­­­­­­­Coşkun Ürünlü

27 Ağustos 2010

_____________________________

 (1)       Cumhuriyet, 17 Ağustos 2010, sf. 6

(2)       Yılmaz Çetiner, Son Padişah Vahdettin, İstanbul 1993 syf:251-252

(3)       a. Ulu hilafetin ve yüce saltanatın ve Osmanlı hanedanının      hukukunun sürekliliğinin sağlanması

       b. Bazı vilayetlere verilecek özerkliğin şekil ve niteliği belirlenerek, özerkliğin yalnız idari olup siyasi olmaması … (sağlanması). Şayet hiçbir çare ve olanak bulunamayıp da siyasi olacak ise bağımsızlığın daha zararsız olacağı ve eğer siyasi özerkliği kabul edecek olursak, İslam dünyasına ihanet etmiş olacağımız düşüncesindeyim. (a.g.e, sf.26)

(4)   Hürriyet, 23 Kasım 2008

(5)       a.g.e.syf: 72; Ayrıca, 14. ve 15. yüzyılın (1332-1406) önemli düşünürü İbni Haldun, Mukaddime adlı ünlü eserinde halifelik ve imamet konularında özgür ve bağımsız görüşler açıklamış ve "genel olarak hükümette şeriatin mutlak gerekli olmadığını" belirtmesi ve buna benzer görüşler ileri sürmesinden dolayı Mukaddime, Padişah/Halife İkinci Abdülhamit (1842-1918) tarafından yalnız satılması değil okunması dahi yasak kitaplar listesine alınmıştır. Bknz, A.Adnan Adıvar, İslam Ansiklopedisi, "İbni Haldun"; maddesi -- g.y.İbni Haldun: Mukaddime I, Ankara 1977,Onur Yayınları syf:14 (Çeviri:Turan Dursun).

(6)       a.g.e syf:60

(7)       a.g.e syf:205

(8) Fethullah Gülen hareketinin devletin içindeki etki genişliği ve derinliği hakkında bkz. :Hanefi Avcı, Haliçte Yaşayan Simonlar, Angora Yayınları, Ankara 203  

(9)       Prens kitabının yazarı Makyavelli bir hükümdarın başarılı olabilmesi için amacına giden her yolu kullanmasının “mübah” olduğunu bilmesi gerektiğini vurgular. Makyavelli “Prens’in bu yolda kullanacağı aygıt da sevgi değil korkutmak olmalıdır” der. Zira ona göre hükümdar halkına sevgi göstereceğine onların üzerine korkuyu salmalıdır. Zira sevgi devamlı beslenmesi gereken bir psikolojik vaka iken korku bir kere uygulandı mı tekrarı gerekmeyen travma yaratıcı olgudur.

 (10)         Necati Doğru, “Bertaraf ederim” kafası Apo ile “var ederim” dansına başladı! – Sözcü, 20.08.2010, S.3

(11)        Vatan Gazetesi,S1,20.08.2010

(12)        Sabahattin Önkibar, Genelkurmay-Pentagon-Obama-Tayyip telefon trafiği!, Yeni Çağ, 10.08.2010

(13)        Cemiyeti Akvam League of Nations olarak uluslararası literatürde geçmektedir. Atatürk Türkiye’nin bu örgüte üye olmasını kabul ederken Miletler Cemiyeti yerine Akvam Cemiyeti tabirini kullanmıştır. Bu son derece dikkat çekici bir ifade tarzıdır.

(14)        Papa Benedict XVI 2004 yılında Türklere karşı kendinden önceki Papaların takıntı tutumunu devam ettirerek bir açıklama yapmıştır. “Avrupa’yı oluşturan kökler ve bu kıtayı oluşturma hakkı tanınmış kökler Hıristiyanlardır. Türkiye her zaman diğer kıtanın temsilcisi olmuştur ve her zaman Avrupa’ya karşı olan safta bulunmuştur. Türkler Osmanlı İmparatorluğu zamanında, Bizans’a karşı savaşmış, İstanbul’u almıştır. Daha sonraları Balkanlarda savaşmaya devam ederek Viyana-Avusturya’ya kadar gelmiştir. Bu iki kıtayı eşit olarak ele almak büyük hata olur. Türkiye İslam dini ilkeleri üzerine kurulmuş bir ülkedir, bu yüzden de Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi tarihi olaylara ters düşecektir.

(15) 

 A-    St. Petersburg Bilimler Akademisi’nden F. Justi’nin isteği üzerine Kürtçe-Rusça-Almanca Lügat adı altında 8378 kelimelik bir “Kürtçe” sözlük hazırlanmıştır. Daha sonra da V.Minorsky gibi kürdologlar tarafından bu sözlük tasnif edilmiştir. Buna göre;

3080 kelime TÜRKÇE ,

1030 kelime Farsça ,

1200 kelime Zend lehçesi ,

370 kelime Pehlevi lehçesi ,

 2000 kelime Arapça , 220 kelime Ermenice ,

 108 kelime Keldanî ,

 60 kelime Çerkesçe ,

 20 kelime Gürcüce , 300 kelime menşei belli olmayan olduğu anlaşılmıştır.

(Prof. Dr. A. Haluk Çay, Her Yönüyle Kürt Dosyası, sf. 119)

            B- Sayın değerli bilim insanı İlmiye Çığ’da şunu belirtmektedir :

‘’Aslında Kürtlerin bir yazılı kültürleri yok ki neyi eğitecekler? Atatürk olmasaydı ve onlara tam bir vatandaş hakkı verilmeseydi, ne yazıdan ne okumadan haberleri olacaktı. Arapça, Farsça, nerede ise yüzde 90′ı Türkçe olan dillerinin, diller arasında adı bile yok. Ülkemizde Alman, Fransız, Amerikan okulları olduğu gibi bir de Kürt okulu açarlar. Diğerlerine olduğu gibi orada da Türkçe tarih, coğrafya dersler ve ayrıca Türk dili ve edebiyatı konur. İsteyen Kürtler gider, o okula.’’

(İlmiye Çığ ; http://www.haber3.com/hukumeti-oyle-agir-elestirdi-ki-haberi-2275748h.htm )

 

 16) Erdal Ceylanoğlu, Orgeneral Koşaner Paşa görevini törenle Erdal Ceylanoğlu'na devretti, Hürriyet, 26 Ağustos 2010

 

Yorum Yaz | Makaleyi Yazdır