CHP'nin Proletarya Ve Çarşaf Açılımı

CHP'nin Proletarya Ve Çarşaf Açılımı

Politika diğer sosyal olaylardan önemli bir fark taşır. Bu fark da amacın siyasal iktidarı ele geçirmek olmasıdır. Bu amacı gerçekleştirmek için siyasal partiler vardır ve bu partiler halkın oylarını alarak iktidara sahip olurlar.  

Halkın oylarının alınıp iktidara gelinmesinin temelinde şunlar yatar;  

1-Partinin akla dayalı ve ideolojik/felsefi “mefkûre” hedefini sağlayacak çağdaş unsurları içeren bir temeli olmalıdır.   

2-Partinin bu temele inanmış  ve bu temeli gerçekleştirme eylemini yürütüp uygulayabilecek ehil kadroları var olmalıdır.  

3-Partinin bu temelin çizdiği yol haritasının gerçekleştirilmesinde hareket ve harekâtlarında izlenecek davranış ve tutumları, Devleti kuran kurucuların "founding fathers" çizdikleri Anayasal  sınırlar içinde kalmalıdır.  

4- Bir parti oy avlamak için demokrasiyi iğfal edici rüşvet, irtikâp ve de kendisini benimseyenlerce de kabul edilmiş çizgisine ters boş hayaller ve vaatlerde bulunarak toplumun varlığını tehlikeye atmamayı şiar edinmiş olmalıdır.   

CHP önümüzdeki yerel seçimler yaklaşırken farklı söylemlerde ve buna bağlı olarak da "açılım" etiketiyle bir takım eylemlerde bulunmaya başlamıştır. Proletarya açılımı denilen ama sosyo-ekonomik literatürde belirlenen standart tanımı ya da tanımını oluşturan öğeleri belirtilmeyen soyut bir "proletarya" kavramı etrafında bir "açılım"dan söz etmektedir. Türkiye yarı-feodal bir toplumdur. Diğer bir deyişle toplumdaki çalışanların çoğunluğu emeklerini kapitalistlere ücret karşılığı satmak zorunda değillerdir. Bu açıdan bakıldığında  CHP'nin tarımda çalışanlar, küçük mülk sahipleri, esnaf ve zanaatkârlar ve lümpen proleterden oluşan "sınıf"ı proletarya olarak isimlendirdiği anlaşılmaktadır. Bu sınıftakiler ne üretim araçlarına sahip olanlar sınıfına, ne de ücret karşılığı çalışan işçi sınıfına mensupturlar.  

CHP'nin bilimsel olmayan nitelendirme ile "proletarya" kelimesini kullanarak açılım yapmak istediği kitleler küçük burjuvazi sınıfı olarak da adlandırılabilirler. Ama bu isimlendirme aslında Türkiye'nin sosyo-ekonomik yapısı açısından da pek geçerli bir isimlendirme addedilemez. Zira küçük burjuvazinin tanımında toplumun kentsel dokusunda yer alanların  "toprak/tarım" ile ilgisi hemen hemen kalmamış olması gereklidir. Oysaki Türkiye elan yarı-feodal bir ülkedir. Osmanlıdan devir alınan topraktaki sistem daha da ufalanarak bozulmuş olarak kalmıştır. Tarım sektörü sistemin kurumsallaştırılıp kapitalist üretim büyüklük ve işletmeler haline dönüştürülmemiş olmasından dolayı etkin bir üretim sektörü olmaktan uzak kalmıştır. 

Marx'a göre bir sınıfı nitelendiren, o sınıfı oluşturanların ekonomik yapıdaki ilişkileri ve  bu ilişkiler yumağının yarattığı üst sosyal ve kültürel  yapılarının rengidir. Marx'a göre üretim modu "mode of production ", mülkiyet ilişkileri "property relation"'ni (*) tayin ettiğine göre CHP'nin "proletarya" diye isimlendirdiği bu  "ara" sınıf yani esnaf/köylü  gruplarının üretim ilişkilerine (mode of production) paralel nitelikte olmaları gerekmektedir. Gerçekten de ücretle çalışma zorunluluğu olmayan  bu sınıfın da alt yapının gerektirdiği üst sosyal ve kültürel yapının renginde olmaları gerekmektedir.   

Doç.Dr. Ali Arslan'ın belirttiği gibi Marx'a göre: 

''Maddi üretim araçlarını kontrol edenler, akılsal ve zihinsel üretim araçlarının kontrollerini de ellerinde tutarlar. Bu sebeple yönetici sınıf, yalnızca ekonomik açıdan yönetmez, bunun yanı sıra ideolojiyi de şekillendirip yaygınlaştırır... Feodal dönemde temel üretim araçları "toprak" tır...ve feodal dönemde, toprağı kontrolleri altında bulunduran feodal soylular yönetici sınıfını oluşturur" (1).   

Diğer bir deyişle, Osmanlı İmparatorluğundan devir alınan iktisadi alt yapının değiştirilememesi yani toprak mülkiyeti yapısının değiştirilmesi sağlanamadığı  için ortaçağa has kültürel  ve etik  niteliklerinin bu esnaf/köylü toplumsal varlıklarında muhafaza edildiklerini görmekteyiz. Gerçekten de mevcut bu düzenin Türkiye'deki günümüzdeki belirgin özelliği feodal düzende hâkim olan ortaçağ feodal döneminin temel niteliği olan cehalet ve buna bağlı olarak dini inanışların aklın  önünde yer almasıdır (2).  

Köylerden kentlere Celal Bayar döneminde oy avlamak için başlatılan bilinçsiz göçler sonucunda da kentler giderek köyleşmiştir. Ayrıca, bunlar kentlerin varoşlarında yaşıyor olmalarına rağmen hala temelde tarım sektörüne bağlı ve bağımlı kalmışlardır. Bu "sınıf" hem hasat hem de diğer tarımsal üretimin gerektirdiği zamanlarda toprakta işgücü olarak da çalışmaktadırlar. Tarımsal üretimden (topraktan) ürün getirip kentsel yaşamlarında geçimini desteklemektedirler. Bu "sınıf"ın  esnaf/köylü olarak adlandırılması doğru bir isimlendirme olabilir.   

Ankara, İstanbul gibi kentlerin varoşlarında yaşayanların nüfusu kent nüfuslarının yüzde altmış beşini oluşturmaktadır. Bunların muhafaza ettikleri en  önemli  olgu, cehalete bağlı olarak din anlayışlarının kulaktan dolma ve başkalarından intikal ettirilmiş  dini kurallara bağlanmış olmalarıdır. Türkiye'de 21inci asırda hala zihinsel özgürlükleri köreltilmiş  insanların varlığı en büyük talihsizliktir. Bu talihsizliği yaratanlar dindarlık kimliğiyle halka yaklaşan ve dini siyasete alet eden usta politikacılardır. Bu politikacılar yarattıkları ortamda her zaman varlıklarını sürdürebilmişler ve Türkiye'nin talihsizliğinin günümüze kadar devam etmesine neden olmuşlardır.  Bunun en çarpıcı örneğini AKP'nin teoricisi ve gerçekten başarılı bir biçimde AKP'nin temel politikalarını oluşturup yöneten Bülent Arınç'ın "dindar cumhurbaşkanı ister misiniz?" söyleminde görmüş bulunuyoruz.

1730 yılında Patrona Halil isyanı ile başlayıp  “Şeriat için herkes bayrak altına gelsin” söylemiyle yürütülen ve 1930 Menemen Kubilay olayında da katliama dönüşen bu dinci akımlar üç asır sonra Batılılaşmayı kösteklemede başarılı olmuşlardır. Bu başarı bazı yazarların doğru teşhis ettiği gibi "göbeğini kaşıyan adam" dan din adına alınan oylarla mümkün olmuştur.

Ama bu başarı tam olarak tamamlanamamıştır. Zira Atatürkçülüğün temeli olan Laiklik ilkesinin yıkılması şimdilik Anayasa Mahkemesinin AKP'yi  "odak" olarak tescil etmesinden ötürü askıda kalmıştır.    

Yukarda belirttiğimiz gibi Türkiye'nin günümüzdeki belirgin özelliği feodal düzende hâkim olan ortaçağ feodal döneminin temel niteliği cehalet ve buna bağlı olarak dini inanışların aklın  önünde yer almasıdır. Diğer bir deyişle CHP'nin Proletarya olarak adlandırdığı bu "sınıf"ın dincileri dindarlardan ayırt edememelerinin ve oy  verirken AKP'yi tercih etmelerinin temel nedeni ('akıl' ile 'nakil') yani (dindar ile  dinci) lerin söylemlerini ayırt edememelerinden ileri gelmektedir.    

 

 

Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakçıoğlu şöyle söylemektedir:  

"…Dindarlığımızı içinde bulunduğumuz ortama uydurmak gerekir. Dini biraz hafifletmek gerekir. Yapacağımız şey, insanların din algılamasını düzeltmek, tarihten bulaşmış şeyleri ayıklamak. Sarıklı cüppeli bir dini otorite istemiyoruz. Dinde aslolan Allah'ı sevmektir. Onun dışındaki, namaz kılma, oruç tutma... gibi şeyler bireysel tercihtir… Bugün yaşanan İslam, Emevi, Osmanlı İslam'ıdır. 21. asırdayız, eski uygulamalara bağlı kalamayız. Zamanımız şartlarına göre, İslamı yeniden dizayn etmeliyiz. Dinimiz neleri yiyeceğimizi, içeceğimizi bildirmez. Sadece iyi bir insan nasıl olur onu bildirir...” (3)   
 

CHP'nin durup dururken tam da yerel yönetim seçimleri yaklaşmışken bir madeni paranın yazı ve tura yüzleri gibi olan “çarşaf / proletarya” "açılım"ında bulunması akla bu sınıftan oy toplama isteğini getirmektedir. Gerçekten bu olanağın da bu açılımda yerini inkâr etmek çok zordur. Ama asıl önemli olan bu noktada CHP'nin haklı bir endişe içinde olduğunu da görmek gereklidir. Zira bu "sınıf" Atatürk'ten sonra Kemalist devrimlerin aleyhinde sürekli olarak kışkırtılmıştır. Hatta bazı anti-Kemalist politikacılar tarafından din  kisvesi ile  Kemalizm'e hücum ettirilmiş ve sürekli devrimler aleyhine yoğun propaganda yoluyla telkinler altında bırakılmışlardır. İslam dinini siyasette kullanarak kandırılan bu kitleler  siyasette hep Batılılaşmaya karşı gelen Partilere oy  vermişlerdir. Hatta bu orta sınıfın zihinsel yapısına benzer bir durum örneğin İran'daki Humeyni  darbesinde de etkili olmuştur. İran'ı Mollaların yönetimine hediye eden de "Tahran Kapalı Çarşısı" esnafının  desteğidir. Bu destek hala zihinlerdedir.    

Ama anımsanmalıdır ki Atatürk'ün  Kurtuluş savaşını yaparken dayandığı bir güç de bu sınıf yani Anadolu esnaf ve eşrafıdır. O dönemde Anadolu esnaf ve eşrafı Kurtuluş Savaşının temel kaynaklarından biri olmuştur. Ama ne var ki bu sınıfın Çanakkale savaşının kazanılmasıyla başlayan Kemalizm ve Atatürkçülüğü 9 Eylül 1922 İzmir'in kurtarılmasından sonra dondurulmuştur. Oysaki   

"Atatürk'ün milli mücadele döneminden sonra yaptıkları en az milli mücadele dönemi kadar şanlıdır. Ancak bunlar hiçbir zaman halka anlatılmamıştır.  Türk halkının Atatürk sevgisi nelere dayanmaktadır? …Tanıdığımız Atatürk, Çanakkale'de tarih yazan, Milli Mücadeleyi ateşleyen ve merkezi bir yönetim oluşturarak işgalcileri ülkeden atabilmeyi başaran Atatürk'tür. Peki ya sonrası? … Atatürk'ün akılcılık ve batıcılık ilkeleri bir sayfayla anlatılır. ...Halkın milli mücadele dönemindeki Atatürk'e olan bağlılığı, milli mücadele dönemi sonrasındaki Atatürk'e olan bağlılığıyla hiçbir zaman aynı olmamıştır. Türk Halkı'nın milli mücadele dönemindeki Atatürk'e olan bağlılığı tartışılmazdır. Hatta dindar kesim bu konuda daha vefakâr bile sayılabilir. Çanakkale şehitliklerini ziyaret edenler görecektir, şehitlikleri ziyaret eden, Atatürk'ün heykellerinin önünde dua eden ziyaretçi kadınların çok büyük bir bölümü başörtülü veya türbanlıdır. Ancak bu kesim Atatürk'ün milli mücadele dönemi sonrasındaki devrimleri konusunda bilgisizdir ve bu devrimlerin ülke için öneminin farkında bile değildir" (4).   

Gerçekten de daha Lozan Antlaşması kazanılmadan örneğin Türkiye İktisat Kongresinde (Şubat 1923) Atatürk'ün devrimciliği ve devrimleriyle çatışmalar başlamıştır. Bu Kongrede Milli Mücadele kahramanlarından Kazım Karabekir alfabenin Latin harfleriyle değiştirileceği ihtimaline bile şiddetle karşı çıkmıştır. Aslında Cumhuriyetimizin kurucu önderlerin birlikteliğini oluşturan felsefi amaçta "vatanın  kurtarılması" hedefinin dışında ortak bir stratejik olguya rastlanmaz. Gerçekten de padişah Vahdettin'e karşı gelerek Atatürk'ü Erzurum'dan İstanbul'a göndermeyi red eden Karabekir Paşa  ile Hamidiye Kahramanı  ve Osmanlı Meclisi Mebusanında  "misak-ı milli" belgesini kabul ettiren Rauf Orbay gibi Atatürk'ün en yakın yol arkadaşları arasında bile devrimler konusunda en azından sessizlik hâkimdir. Hatta temelde geriye dönüp baktığımızda bu üçlünün arasında birliktelik değil, felsefi açıdan  temel zıtlıkların var olduğunu görürüz. Milli mücadele döneminde, birbirlerine sonsuz destek ve güven verenler, devrimler döneminde ise fikir birliğine varamamaları bir yana Atatürk'e muhalefet hareketini tesis edip yönetmişlerdir.  

Kazım Karabekir ve Rauf Orbay'ın milli mücadele dönemi için ne kadar büyük önem arz ettiklerini kimse inkâr edemez. Eğer  Atatürk'ü tutuklaması için gönderilen padişah emri Doğu Orduları Komutanı Kazım Karabekir tarafından reddedilip onun  yerine Atatürk'e bağlılık ifade edilmeseydi bağımsızlık mücadelesini hızlandırmamıza imkân yoktu. Aynı şekilde Rauf Orbay'ın milli mücadeleyi başlatmadaki kararlılığı olmasaydı, milletin merkezi bir güç ile düşmanı yenmesine halkın coşkusunu sağlamakta zorluk çekilecekti. 

Ancak ülke kurtarıldıktan sonra devletin yönetim biçimi tartışılırken ve yapılacak devrimler konuşulurken Kazım Karabekir ve Rauf Orbay, Atatürk'ün yaratmak istediği Türkiye düşüncesiyle tamamen zıt düşen bir anlayış sergilemişlerdir. Örneğin, Latin harflerinin kabulü konusunda Kazım Karabekir çok sert bir çıkış yapmış ve bu sistemin kabul edilmesi durumunda Türkleri karmaşıklığa sürükleyeceğini belirtmiştir. Latin harfleriyle gelecekte Türklerin var olabileceklerine inanmamıştır (5).  

Rauf Orbay ise, halifeliğin kaldırılması konusunda Atatürk'e muhalif olmuştur. Gerekçe olarak da padişahın ekmeğinin hala kursağında olduğunu ve halifeliğin kaldırılmasını kabullenemeyeceğini söylemiştir. Hatta halifeliği, halkı yönetebilmek için önemli bir makam olarak gördüğünü de belirtmiştir (6).

Bu noktada Atatürk şöyle demektedir:   

''Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz... görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harab eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir... Bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar vardır. Bu miyar ile hangi şeyin bu dine muvafık olup olmadığını kolayca  takdir edebilirsiniz. Hangi şey akla, mantığa, menfaati ammeye  muvafıktır; o bizim dinimize de muvafıktır (7)''     
 

Milli mücadele döneminde fırsatlar hazırlamış olan bu iki ismin daha sonra büyük bir yanılgıya düşmelerine Doğu mistisizmine bağlı kalmalarının neden olduğu anlaşılmaktadır. Atatürk ile bu iki lider arasında bir anlayış ve kültür farkı vardır. Atatürk J.J. Rousseau ve 1789 Fransız ihtilaline bağlı kalırken (**) bu iki "KuvayMilliye"ci tıpkı kendileri gibi "KuvayMilliye"ci olan Celal Bayar gibi  Doğu felsefesine  inanan  sıradan insanlar gurubundandırlar. Hatta "KuvayMilliye"ci olan Celal Bayar da daha sonraki yıllarda siyasal iktidara ulaştığında Köy Enstitülerini kapatmayı isteyerek ve sonuçlarını bile bile destekleyerek Atatürk'ün en önemli devrim ilkesine ilk darbeyi  vuran kişi olmuştur. Bu o kadar önemli bir darbedir ki sonucunda köyden kente göç edenler ile kentlerin köylüleştirilmesini sağlamış ve Kemalist devrimin bel kemiğini kırarak fetva ve ayetlerin ve dogmaların etkisinde kalan ve varoşlarda yaşayan büyük bir nüfus yaratmışlardır.   
 

Kazım Karabekir ve Rauf Orbay ve  Celal Bayar'ın sergilemiş oldukları davranışlar her vasat insanın sergileyeceği sıradan davranışlardır. Belki o şartlarda ülkede Atatürk'ün sahip olduğu anlayışa sahip olanlar önemsenmeyecek derecede az bir orana sahipti. Zaten Atatürk'ü Atatürk yapan da bu farktır.

Ülkenin gelecekte medeni bir ülke olarak hayatta kalabilmesi için gerekli olanları milli mücadele döneminde programlayıp daha sonra belirli bir plan içerisinde hayata geçirmek ancak Atatürk'ün yapabileceği bir iştir.    

Kazım Karabekir ve Rauf Orbay'ın ve Celal Bayar'ın tutumları ve Atatürk'ün devrimleri yaratmanın altında yatan anlayışı Atatürk'ün sıradan insanlardan farklı olmasının ispatıdır. Türkiye'de modernleşme hareketi asırlarca geriye uzanır. Ancak topyekûn modernleşme, hayat görüşünde modernleşme kavramı ile Türkiye gerçek modernleşme yoluna girmiştir. Atatürk'ün radikalizmi, yalnız bir derece farkı değil, bir nitelik farkı doğurmuştur. Atatürk ihtilali modernleşmede topyekûn bir ihtilaldir. O, Batı'yı hayat felsefesi ile onun bütün sembolleri ve değer hükümleriyle benimsiyordu.

1925'te Atatürk şöyle diyor:  

Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı zihniyetiyle medeni olduğunu isbat ve izhar etmek mecburiyetindedir… aile hayatiyle, yaşayış tarzıyla medeni olduğunu göstermek mecburiyetindedir… Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asri ve bütün mâna ve eşkâliyle medeni bir heyet-i içtimaiye haline isâl etmektir. İnkılâbımızın umde-i asliyesi budur,..Beş altı sene içinde kendimizi kurtarmışsak bu, zihniyetimizdeki tebeddüldendir. Artık duramayız Behemehal ileri gideceğiz. (7-syf:207)   

Ama 29 Ekim 1923'te temeli atılan ve Batı medeniyetinin akılcılığına istinat eden Cumhuriyetimiz ilk darbeyi 16 Haziran 1950 yılında almıştır (***). Bu darbe  Atatürk'ün " ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır" vasiyetinin Profesör İnalcık'ın söylediği gibi… batılı insanın… olayları objektif bir şekilde müşahede ile  rasyonel bir sisteme bağlama kabiliyetine  vurulan  ilk darbe olup doğulu insanın her şeye mistik, ilahi bir sebebe bağlayarak kurmasının bir nevi  ba'sü ba'delmevt olayıdır. Yani yerin altına gömülmüş  ve Cumhuriyetimizin  batılılaşmasını sağlamış  Atatürk devrimlerine karşı  gelen güçlerin bir dirilişi bir yeniden doğuşunun kısaca  Batı medeniyetinden  uzaklaşmanın ilk  adımı olmuştur.

Prof. Halil İnalcık’a göre bu durumun sebebi şudur:
“Türkiye’de rasyonel devlet, Batı’dakinden farklı bir şekilde ortaya çıkmış ve tamamıyla uygulanamamıştır. Modernleşme, Batı’da uzun bir gelişimin sonucu aşağıdan, kitlenin geleneksel cemiyeti değiştirmesi şeklinde olmuş; Türkiye’de ise devletin ve aydın bir zümrenin devrim hareketi olarak yukarıdan gelmiştir. Bu durum; sosyal ve siyasi gelişmemizde, mücadele ve buhranlarımızda büyük bir rol oynamış görünmektedir. Eğitim nimetlerinden yoksun, mistik zihniyete sahip, gelenekçiliğin hâkim olduğu toplumda, modernleşmeye karşı bir direnme kendini göstermiş ve kitlenin rey sahibi olduğu siyasi iktidar mücadelesi devrinde ise, siyasetçiler sadece bu cereyandan istifade etmeyi denemişlerdir. Gelenekçilik teşvik olunmuş ve kitlenin muhafazakâr duyguları aydınlara karşı bir düşmanlık haline getirilmeye çalışılmıştır.” (8)       

Arkasından Türkiye'nin kırsal kesimde yaşayan vatandaşlarımızın yetiştirilmesiyle ülkenin önünü açacak olan Köy Enstitüleri Marshall yardımı alabilmek için ABD'nin zorlaması ve İsmet İnönü'nün yaklaşan seçimlerde oy kaybetme korkusunun da etkisiyle  kaldırılmıştır.

Kentsel halkın kültürel ve düşünsel  yapısını çağdaşlaştırmak için açılan Halkevleri de kapatılmıştır.    
 
Prof. Dr. M. İlmiye Çığ'ın dediği gibi  

"Atatürk zamanında halk arasında büyük bir coşku ile karşılanan Türkçe ezanı, ...tekrar Arapçaya döndürdüler. Ülkemizin bölgelerine göre kalkınma planlarıyla kurulmuş o güzel köy enstitüleri, bir kısmı halk uyanacak korkusuyla, bir kısmı da kız erkek beraber okuyorlar düşüncesiyle kaldırdılar.  Onların yerine de imam hatip okullarını, Kur'an kurslarını koydular… Demokrasinin ilk saldırısı laikliğe oldu. Kadınlara çarşaf giymeleri için bildiriler dağıtıldı….Atatürk'e ve onun ilkelerine karşı insan yetiştirilmeye başlandı… Ülkemizi idare edenlerin bunları göz ardı edip halkı ortaçağ karanlığına götürme çabalarına kendileri adına üzülüyor ve kahroluyoruz. Çünkü onlarda biliyor ki, bu tutunamayacak. Bu kadar ilerleyen bir millet gerileyemez. Şeriat dedikleri söz konusu bile olamaz. Aslında şeriat iman değil kanundur. Şeriata uyan memleketlerin kadınlarının uçağa binerken batı kıyafeti giymeleri iman mıdır?.. Kadınların başlarını örttürmekle Kur'an'a göre ne dini bütün olunur ne de cennetlik. Bunu onlar da biliyor, ama oy için hem cahil halkı, hem de Allah'ı kandırıyorlar. Bu iki yüzlülük dinin hangi kuralına girer ki? (9)   

CHP'nin proletarya açılımının hedef kitlesi Çarşaf açılımının hedef kitlesinin aynısıdır. Çarşaf giyim tarzı Türkiye'nin kırsal kesiminde görülmeyen bir giyim tarzıdır. Çarşaf genellikle kırsal kesimden göç ederek kente taşınmış ailelerde görülmektedir. Kente taşınmış bu ailelerin temel özellikleri mutaassıp olmaları ve dinsel öğelerle koşullandırılmış "orta sınıf" dediğimiz kendi işlerini yürüten esnaf ve benzeri işleri olan ailelerin olduğudur. Bu orta "sınıf" mensupları  büyük önder Atatürk'ü ulusal kahraman olarak gören ve ona bu açıdan saygı ve sevgi göstermekle beraber 1950'li yıllardan beri CHP aleyhine şiddetle sürdürülen anti-laik söylemlerle etki altında bırakılmış kitledir. Din kullanılarak dinci baskılarla etkilenmiş olan ve Atatürk Devrimlerinin içeriği ve anlamından habersiz olan kişilerden oluşmaktadır. İşte CHP'nin kendi saflarına katmak istediği ve bunu Proletarya/Çarşaf açılımı ile yapmak istediği sınıf bu sınıftır. Ama ne var ki bu açılımların içeriği nedir belli değildir.

Bu açılımların başarısını arzu etmek bir siyasal parti için gayet rasyonel bir davranıştır. Ama bu rasyonel davranışın içeriği tarif edilebilir olmadığı için olay  gerçekte sadece bir tiyatro gösterisi niteliğinden öteye geçememiştir. Çarşaflı kadınların rozet takılır takılmaz Atatürk devrimlerinin klasik deyiş biçimiyle "mana ve ehemmiyet"ini hemen kavradıklarını düşünmek abesle iştigaldir.  

CHP'nin kadınların çarşafına CHP rozeti takarken unuttuğu veya görmezden geldiği bir gerçek vardır; o da bu açılımların Atatürkçülüğe son derece ters ve Atatürk'ün temel vasfının inkârı anlamına gelmesidir. Kısaca, Atatürk devrimlerinin devam ettirilmemesi ve halkın  Osmanlı İmparatorluğundan yeni Cumhuriyet Devletinin kurulurken var olan yapıyı yıkıp Batı medeniyetine  dönüşü sağlayacak  ve Türk toplumunun  "Araplaştırılmadan kurtarılması" olgusundan  vazgeçilmesine yani karşı-devrimciliğe soyunmuş olmak anlamını taşımaktadır.   

CHP üst yönetiminin sergilediği tutuma benzer bir örnek İsmet İnönü tarafından Köy Enstitülerinin kapatılması aşamasında da gösterilmiştir. Yaklaşan seçimlerde, "komünist yuvası" olarak adlandırılan Köy Enstitülerinin, kendisine büyük oy kaybettireceğine inanan İnönü, Köy Enstitülerini kapatan Celal Bayar ve onun partisi Demokrat Partiye yardım eden isim olmuştur. Daha sonra bu olayı hayatının en büyük hatası olarak nitelendirse de, ülkeye vermiş olduğu zararın boyutları bugün ortadadır.

Medeniyetin ve akılcılığın esas alınmış olduğu Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki tek eğitim (tevhidi tedrisat) devriminin son bulmasıyla, ülke karanlık güçlere teslim olmuş ve bugün ülkeyi İmam-Hatip mezunları yönetir konuma gelmişlerdir.

CHP oy kaygısıyla hareket eden bir parti olmamalıdır. CHP, ülkeyi kuran partidir ve ülkeyi devrimlere sadık kalarak yönlendirmek CHP'nin esas görevidir. Başka partilerin girdiği çirkin oy toplama yöntemleri CHP'nin politikasında yer almamalıdır. CHP'nin ülke içerisindeki konumu bellidir ve CHP'yi yönetenler attıkları her adımda bu konumu göz önünde bulundurmak zorundadırlar. Aksi takdirde geçmişte olduğu gibi, "günü kurtarmak, önündeki seçimi kazanmak" gibi kısa vadeli hedeflerle hareket eden yönetim kadroları kısa vadede başarı elde edemeyecekleri gibi uzun vade de ülkeye en büyük zararı verecek ve anti-Kemalist akımların gelişmesine ön ayak olacaklardır.

 

CHP Başkanı çarşaf açılımı düşüncesinin rasyonalizasyonunu yaparken de şöyle demiştir; "Bize göre kamusal alan dışında insanlarımız istedikleri kıyafeti giyebilirler... CHP'ye girmek istemeleri karşısında biz sizi istemiyoruz diyemeyiz. Kaldı ki bu vatan için çocuklarını şehit verenlerdir".   

Atatürk ise Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da ve diğer savaşlarda oğulları şehit düşen annelere 1 Eylül 1925'de şöyle seslenmektedir : 

" Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez veya bir peştamal veya buna mümasil bir şeyler atarak yüzünü, gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın mâna ve medlûlü nedir? Efendiler, medeni bir millet anası, millet kızı bu garip şekle, bu vahşi vaziyete girer mi? Bu hal milleti gülünç gösteren bir manzaradır. Derhal tashihi lâzımdır" (7-syf:217)    

CHP lideri  şehit anaları mazeretini ileri sürerken Atatürk  tam da bu analara  örtünmenin akıl dışılığını anlatarak "derhal tashihi" gerekir demektedir. Atatürk'ün devrimci niteliği ile CHP liderinin reformist niteliği ortadadır. Bu olay Atatürkçülüğün özünü oluşturan "revolution-devrim" renginin değiştirilerek "reform-ıslahat" rengine dönüştürülmesidir.   

CHP lideri "üzerindeki kıyafeti seninki gibi değil diye ne kızıyorsun ona? Buna saygı gösterin" derken Atatürk "Turan kıyafetini araştırıp ihya eylemeğe mahal yoktur. Medeni ve beynelmilel kıyafet bizim için çok cevherli, milletimiz için lâyık bir kıyafettir" (7- syf:210) demekteydi.

Diğer bir deyişle Atatürk medeni ve beynelmilel  kıyafeti önerirken Baykal Cumhuriyet devrimlerinin ve değerlerinin yıpratılmasına karşı en büyük mücadeleyi kendilerinin ve partisinin verdiğini söylemektedir.  

Atatürk bir konuşmasının bütünü içinde tek tek ayrı ayrı ve çok bariz bir biçimde sırasıyla şunları söylemektedir: (7-.sf:263) 

1- Cumhuriyet Halk Fırkası, diğer memleketlerde olduğu gibi alelâde sokak politikası yapan bir fırka değildir…  

2- Bütün milleti tenvir ve bütün millete delâlet vazifesiyle mükelleftir  

3- Vatandaşlara efkârı umumiyeye daima hakikatı söylemek vazifemiz olsun.  

4- Herkese arzularının tamamen kabili is'af olduğuna dair fikir vermek bizim için fayda vermez.  

5- Fırkamızın maksadı böyle gün kazanmak değildir. … 

6- Fırkamızın sözleri herkesin hoşuna gidecek sözler değil, fakat milleti yükseltecek hakikatler olacaktır.  

7- Eğer C.H. Fırkası'nın heyeti aliyyenizi teşkil eden münevver âzası, bu noktadan milleti her gün irşad etmeği vazife bilir ve nihayet kendisi için külfet addetmezlerse hâsıl olacak efkârı umumiye, her içtimai heyette daima mevcuttur. Fakat hakiki efkârı umumiye, hariçten kimsenin tesiri olmaksızın tabiî olarak  mevcut olan efkâr ve hissiyatın yine tabiî olarak yarattığı bir havadır. Hâlbuki beşer daima tesir altında kalır. Yalnız yeter ki bu tesir içtimaî heyeti vücuda getiren insanların hakikaten umumiye bu memleketin istikbalini temin edebilir.   

8- Yoksa herhangi esen bir hava ile tebeddül edebilecek bir efkârı umumiyeye içinde yaşarsak yarına itimat mümkün olmaz.  

9- Türk milletinin sağlam bir fikre malikiyetini temin etmek gayemizdir.

10- Yürüdüğümüz hakikat yolunun milleti saadete isal eden yegâne yol olduğunu anlatmak lâzımdır.  

11- Her şeyin husulüne çalışırken bütün mesainin, bütün teşebbüslerin fevkinde Türk efkârı umumiyesini hakikati idrak ve ihtisasa alıştırmak, bu hali ona hali tabiî yapmak,  

12- Şuradan ve buradan gelecek günlük fikirlere ve sahtekâr ve iğfalkâr telkinlere asla ehemmiyet vermeyecek bir olgunluk da yaratmaktadır.  

13- Bunu yapmak heyeti aliyyenize terettübeden bir vazifedir.  

14- Fırkamız diğer memleketlerde olduğu gibi herhangi bir politik fırka gibi telâkki edilmemelidir.                                         

Atatürk’ün Cumhuriyet Halk Fırkası için yukarda çizdiği bu yol haritasında hangi düşünce ve eylem noktalarının esas alındığı açıkça görülmektedir. Ama bu düşünce ve eylem unsurları birbirinden kopuk değillerdir ve sağlam bir temele dayanmaktadırlar. Bu temel, Fransız ihtilalinin belkemiğini oluşturan akıl ve bilimsellik ve çağdaşlaşmayı öngören Rönesansın Fransa’daki uygulanmasıdır.                                        
  

 

                                               

Yazımızın başlangıcında belirttiğimiz ilkelere tekrar bakacak olursak; 

1-Partinin akla dayalı ve ideolojik/felsefi “mefkûre” hedefini sağlayacak çağdaş unsurları içeren bir temeli olmalıdır.  

2-Partinin bu temele inanmış  ve bu temeli gerçekleştirme eylemini yürütüp uygulayabilecek ehil kadroları var olmalıdır.  

3-Partinin bu temelin çizdiği yol haritasının gerçekleştirilmesinde hareket ve harekâtlarında izlenecek davranış ve tutumları, Devleti kuran kurucuların "founding fathers" çizdikleri Anayasal  sınırlar içinde kalmalıdır.  

1-Birinci ilke açısından CHP nin akla ve bilime dayalı temeli vardır. Bu  ideolojik/felsefi “mefkûre” hedefini sağlayacak temel çağdaş unsurları içeren ve 20. asırda normlaştırılmış olan Atatürkçü Düşünce Sistemidir. (****)  Ayrıca bk. http://www.urunlu.com.tr/BelgeOku.aspx?ykod=81

Muhalefet partisi olan CHP’nin karşısındaki siyasal iktidara sahip olan AKP nin temeli ise 7. asırda doğan İslam dininin esasları ve bu esasların temel alındığı diğer yardımcı dini unsurlardır.  AKP İslami yasaların ve hükümlerin yani imanla ilgisi olmayan Şeriatın (dini kanunlar topluluğu) uygulanmasını isteyen bir takım akımlara paralellik gösteren bir parti olarak iktidara gelmiştir. Özellikle “dindar cumhurbaşkanı ister misiniz” sloganının etkisiyle yani kendisinin temeli olan din faktörünü kullanarak siyasal iktidara sahip olmuştur.

Batı uygarlığını esas alan Kemalizm’in eritilerek yerine Araplaştırma ve anti-laik yani Şeriat dedikleri imanla ilgisi olmayan yasal sistemin kurulmasını engellemek CHP’nin var oluş nedeninden kaynaklanan bir görevdir. CHP bu görevi ADS özünü hem söylemde hem de eylemde güçlendirmek zorundadır.

Bu zorunluluğun bilincine varmadan yapılan Çarşaf/Proletarya açılımı ADS temelinden taviz vermek anlamını taşımaktadır. Bu "sınıf"ın CHP saflarına katılmasını sağlamak için söylemde ve eylemde bulunmak çok doğru bir harekettir. Ama yanlış olan Partinin ideolojisini sakatlayacak  tarzda harekette bulunmaktır. Doğru olan, Atatürk'ün  mirası olan Devrimlerin  1922–1938  arası dönemde ülkeye ve hatta insanlığa neleri kazandırdığını bu "sınıf" a anlatarak onları ikna etmek için çabalamak  gerekir. Bu yol yerine bu sınıf mensuplarını CHP ye kazandırmak için unsurları belli olmayan  çabalarla yetinmek sadece ADS özünü zayıflatmakta ve maalesef bu “davet edilen sınıf”ın inanç ve donmuş fikri yapısını etkilemekten  uzak kalmaktadır.  

2- CHP'nin kadroları yenilenmekten uzakta kalmaktadır. Demokrasinin temeli olan yerel delegelerin tercihlerine göre  Milletvekili seçimleri yapılmamakta ve Genel Merkez tercihlerine göre seçilmişler ile kadrolar oluşturulmaktadır. CHP Devrimci niteliğini tekrar kazanmak için  gerçekten ADS temeline inanç taşıyan gençlerin Parti kadrolarını oluşturmasına sıcak baktığı an  çarşaf ve proletarya açılımından beklenen sonucu başarması mümkün  olabilir.

Üst yönetim kadrolarının bu gençlerden yetiştirilip Atatürkçü meşalenin elden ele geçmesi sağlanamadığı takdirde ülkenin Atatürkçü düşünceyi CHP si dışında başka kadroların oluşturduğu başka Partilere intikali kaçınılmaz olacaktır.   

3- Anayasamızın değiştirilemez maddelerinde Atatürk Devrimleri  temeldir. Bu devrimlerin biri de kılık kıyafet devrimi olduğu unutulmamalıdır.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; Ülkemizin Atatürk'ün çizdiği  nihai hedefe ulaşması için  CHP tek ve vazgeçilmez bir siyasi partidir. Partinin geçen haftaki Kongresinde kabul edilen parti tüzük ve programıyla  başarıya ulaşması için toplum büyük bir  heyecanla  ilerleyişi  ümitle beklemektedir.   

Ben  de kişisel olarak bu ümidin gerçekleşeceğine inanıyorum  Zira Türkiye'nin  önünde başka alternatif bulunmamaktadır; var olanlar ise en azından bırakın  devrimci zihinsel yapıya sahip olmayı "ıslahatçı"(reformist) bile değillerdir.    

COSKUN URUNLU  24 ARALIK 2008   

 

 

 

 

==========================    

(*)Property Relations” kavramının kolaylıkla anlaşılabilmesi için bu kavramı tam karşılamasa dahi "hukuk" olarak düşünmek mümkündür.    
 

(**) Atatürk'ün düşünce ve eylemlerinde etkili olan Fransız düşünürlerini söyle sıralayabiliriz:  

a) Montesquieu (1689 –1755): Montesquie De L'esprit des lois adlı kitabında yasama, yürütme ve yargı'yı birbirinden ayırmanın önemini vurgulamış ve çağdaş anayasaların "kuvvetler ayırımı" temel ilke almasını sağlamıştır.

b) Voltaire (1694-1778) : Fransız Devrimi ve aydınlanma hareketine büyük katısı olmuştur. Din ve ifade özgürlüklerinin yanı sıra, insan hakları konusundaki düşünceleri ve felsefi yazıları ile ünlenmiştir. Eserlerinde Kilise doğmaları ve döneminin Fransız müesseselerini yoğun olarak hicvetmiştir. Zamanın en etkili isimlerinden biri olarak tanınır.   

c) Jean-Jacques Rosseau (1712-1778): Modern demokrasi anlayışına temel oluşturan toplumsal sözleşme öğesiyle ün kazanmış olan ünlü düşünürdür.   

d) D.Diderot (1712-1784) : Aydınlanma çağının en önemli kişiliklerinden biridir. Kiliseden aldığı tepki ile yasadışı olarak basılmış, Filozofça Düşünceler isimli yapıtı da mahkeme kararınca yakılmıştır. Hümanist Diderot; zengin kiliseler kontrolünde bir endüstri olarak gördüğü Hıristiyanlık dinini reddetmiş ve birçok aşırı dincinin saldırılarına uğramıştır.  

(***) 16 Haziran 1950 de yani Celal Bayar’ın iktidara gelişinden bir ay sonra, 1933 yılından beri Türkçe olarak okutulan ezanın Arapça okunabilmesine imkân sağlayan kanun Meclis'te kabul edildi.   

(****) Atatürkçü Düşünce Sistemi (ADS)’nin tanımı ve bu tanımı oluşturan unsurların ayrıntısı için Orgeneral İlker Başbuğ’un büyük önder Atatürk’ün ölümünün 70. yılında yayınladığı mesaja bakınız 
 
 

 

(1) Dr. Ali Arslan "Temel Sorunları ve Açılımları ile Sınıf Teorisi, Sınıf Bilinci ve Orta Sınıflar", Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2004 / 2 : 126-143, Kocaeli Üniversitesi.  

(2) Aklın kullanılmasının Rönesansla uluslararası  boyuta ulaşmasına kadar dinsel ayetler ve dogmalar  bu sınıfta hâkimiyetini sürdürmüştür. Ve halen bilimselliği eğitim ve öğretimde temel yapmayan veya insanların bilinçlerinin ve/veya akıllarının hapsedilmesine aforoz edilme veya diğer başka bazı dinsel inançlarda cennetteki güzelliklerden mahrum bırakılma korkutmasıyla ürkütülmüş olma olgusu bugün hala milyarlarca insana hükmetmektedir.  

(3) http://mierogul.blogspot.com/2008/02/dinlerarasi-diyalog-tuzai-ve-dinde_03.html   

(4) Volkan Tunarlı,: http://www.urunlu.com.tr/60-ataturkculugu-bekleyen-tehlike  

(5) Prof. Dr. Gündüz Ökçün, Türkiye iktisat kongresi, Ankara 1968, sbf yayını no.262. Syf: 318-320    

(6) Nutuk   

(7) Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt 2, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, Sayfa:127  

(8) Prof. Dr. Halil İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, İstanbul 2007 sh. 79-87  

(9) Prof. Dr. Muazzez İlmiye Çığ, Vatandaşlık Tepkilerim, İstanbul 2007 sh: 17-23

 

 

Yorum Yaz | Makaleyi Yazdır