Ümmet'ten Millete...

Ümmet'ten Millete...

Milli mücadeleyi yürüten kadronun çoğunluğu milli mücadeledeki temel fikrin İstanbul’da saltanatını süren halife-padişahın ve onun temsil ettiği Müslüman halkların kurtuluşunu sağlamak olduğuna inanmaktadırlar. Bunun en güzel örneğini Enver Paşa'nın 1921 yılında Moskova’dan Mustafa Kemal’e yazdığı mektuplarda görmekteyiz.(1) Örneğin Moskova’dan 16 Temmuz 1921 tarihinde göndermiş olduğu mektubunda Mustafa Kemal Paşaya "Anadolu" Büyük Millet Meclisi Reisi diye hitap etmesi önce Anadolu’da kazanılan zaferin İstanbul’daki saltanatın ve hilafetin kurtarılma mücadelesi olarak tanımlama gayretinden ileri gelmekte ayrıca açılışı yapılan Büyük Millet Meclisi'nin tüm Osmanlı Ülkesi'ni kapsamadığını Osmanlı ülkesini kapsayacak meclisin payitahtta kurulacağını ima etmekte ve Mustafa Kemal'in Osmanlı Meclisinin "Reisi" olmadığını sadece Anadolu'da kurulan yerel meclisin reisi olduğunu belirtmek istemektedir. Çoğunluğun inancına göre "Anadolu Meclisi" İstanbul’da dağıtılmış olan "Meclisi Mebusan"ın yerine ikame edilmiş bir meclistir ve merkezi Anadolu olarak yürütülen bu mücadele ile zafer kazanıldığında meclis İstanbul’a dönecek ve faaliyetlerini payitahtta sürdürecektir. Anadolu Meclisi'nin temel stratejik hedefi onlara göre Enver Paşa’nın bu ifadesinde görülmektedir:" Bütün mücadelem İslam alemini kurtarmaktır... her halükarda bir gün döneceğim."

Enver Paşa ve onun gibiler Mustafa Kemal’in halife - padişahın varlığının devamını sağlama amacında olduğunu sanmaktadırlar. Mustafa Kemal’in mücadelesini Osmanlı İmparatorluğunun devamını amaçlayan bir mücadele olarak kabullenmekle imparator-halifenin İslam’ın koruyucusu olması varsayımı ile Mustafa Kemal’in mücadelesini "geçici" bir mekanda yani Anadolu’da yürüttüğüne inanmaktadırlar. Osmanlı vatanının kurtulmasını ve Osmanlı halkının yaşamasının sadece Müslümanların lideri halifenin varlığıyla ve teokratik devlet yapısıyla ile yürütülebileceğini düşünmektedirler. Çok acı bir gerçektir ki Atatürk’ün milli mücadeledeki en yakın yoldaşları sayılan Refet Bele, Rauf Orbay, Kazım Karabekir gibi dava arkadaşlarının beyinlerinde ve kalplerinde dahi Enver Paşa’nın takipçiliği yatmaktadır. Bu yaklaşım ilerideki yıllarda dahi geçerliliğini korumuştur. Atatürk Nutuk’ta aynen söyle demektedir:
"Rauf Bey’den saltanat ve hilafet konusundaki kanaat ve düşüncesinin ne olduğunu sordum. Verdiği cevapta su açıklamalarda bulundu: "Ben," dedi, "saltanat ve hilafet makamına vicdanımla ve duygularımla bağlıyım. Çünkü benim babam, Padişahın ekmeği ve nimeti ile yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelen adamları sırasına geçmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerreleri vardır. Ben nankör değilim ve olamam. Bunlardan başka, genel bir görüşüm de vardır. Bizde milleti ve kamuoyunu elde tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. O da saltanat ve hilafet makamıdır. Bu makamı ortadan kaldırıp onun yerine başka nitelikte bir makam getirmeye çalışmak felakete ve büyük acılara yol açar. Bu da asla doğru olmaz."
Rauf Bey’den sonra, karşımda oturan Refet Paşa’nın görüşünü sordum. Refet Paşa’dan aldığım cevap şuydu."Rauf Bey’in düşünce ve görüşlerinin hepsine katılırım. Gerçekten de bizde padişahlıktan ve halifelikten başka bir idare şekli söz konusu olamaz."

Hatta 1923 yılında bile en yakın silah arkadaşı Kazım Karabekir Paşa 1923 İktisat Kongresi toplantısında (2) Türk alfabesinin latin harfleriyle değiştirilmesinin gündeme gelmesi üzerine buna şiddetle karşı çıkmış ve şunları söylemiştir:
"Kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız binlerce cilt eserimiz .... yazılmış iken latin harflerini kabul ettiğimiz gün en büyük felaket olacaktır .... Latin harfleri o kadar karışıktır ki bizim dilimizi kabil değil terennüm edemez ... Bizim İslam harflerimiz yeterli değilmiş dolayısı ile latin harfleri alınmalıymış .... bu fikir müthiş bir felakettir"

Bu yaklaşımların özünde Mustafa Kemal Paşa’nın ulusal bağımsızlık mücadelesinin temelinde esas aldığı ana kavramın ne olduğunun idrak edilememesi yatmaktadır.
Atatürk'ün 13 Ekim 1908 tarihinde Bingazi’de İtalyan gemisi Navigozione Nationale’de yaptığı konuşmasında "Vatan" ve "Osmanlı Milleti" kelimelerini sıkça kullanmış olması üzerine toplantıda hazır bulunan Fransa Konsolosu Alrick, Fransa Dış İşleri Bakanı Stephan Pichon’a şu mesajı göndermişti:
"... Selanik Komitesi’nin delegesi (Mustafa Kemal) siyasi bakımdan panislamik tertiplere karşı olup, irk ve din farkı gözetilmeyen genel oylamaya dayalı bir "vatan ve millet" yaratmak istemektedir... Vatan kelimesini ağza almayı kötü bir şey kabul eden hatta yasaklayan...İstanbul'daki halifenin yüksek yönetiminde panislamik bir hareket yapılmasını hayal etmekten vazgeçmeyenleri memnun edecek şeyler değildir.(3)

Mustafa Kemal daha 1908’de irk ve din farkı gözetmeyen laik ve demokratik bir "Osmanlı Vatani" ve "Osmanlı Milleti" tasavvur etmekte ve bu vatana vaki düşman tasallutunu def etme mücadelesi vermektedir.
Ulusal bağımsızlık savaşımız sırasında da Atatürk’ün en yakınları olan Refet Bele, Rauf Orbay, Kazım Karabekir gibi dava arkadaşlarının bile kalplerinde ve beyinlerinde yukarıda anlattığımız Enver Paşa’nın manevi takipçiliği yatmaktadır, yani diğer bir deyişle Mustafa Kemal’in 1908 yılında söylediği laik ve demokratik “Osmanlı Milleti” düşüncesinden çok uzaktadırlar; Padişahın İstanbul’da esir olarak yaşadığı ve “Anadolu mücadelesinin müslüman Osmanlı halkı ile saltanatının kurtarılmasına yönelik bir mücadele” olduğuna inanmaktadırlar.
Ama 1920'nin sonlarına gelindiğinde Mustafa Kemal Osmanlı İmparatorluğu’nu oluşturan nice kavmin ve bu kavimlerin dini lideri olan halifenin ihanetini görmüştür ve artık “Osmanlı Vatani” ya da “Osmanlı Milleti” kavramını terketmiş ve onun yerine “Türk Vatani” ve “Türk Milleti” kavramlarını temel almaya başlamıştır. Sevr Antlaşmasının imzalanması ile padişah-halife ve onun hükümetinin ihanetinin tescili Mustafa Kemal'in "Türk Devleti"-"Türk Milleti" kavramlarını ne kadar haklı olduğunu göstermiştir. Sevr'in "Büyük Millet Meclisi"nin açılışından sonraki bir tarihte, 10 Ağustos 1920 de imzalanmasına en güzel cevap Büyük Millet Meclisi'nin başına "Türkiye" sözcüğünün ekletilmesidir.
Bu kelimenin eklenmesi ile Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli atılmıştır.
Enver Pasa "her halükarda bir gün döneceğim bütün mücadelem İslam alemini kurtarmaktır" diye yazarken 1923 yılında dahi Kazım Karabekir Arap harflerini değiştirmenin "İslam’a aykırı” ve "felaket" olacağını söylemekteydi. Mustafa Kemal 8 Şubat 1921 tarihinde Büyük Millet Meclisi kelimelerinin önüne "Türkiye" kelimesini koydurttuktan sonra(*) "Osmanlı Vatanı" düşüncesini büyük bir ihtilalci yaklaşım ile değiştirmiştir. Artık Mustafa Kemal’in aklında "Osmanlı Milleti" ya da "Osmanlı Vatanı" yoktur. Mustafa Kemal’in "Büyük Millet Meclisi" kelimelerinin önüne "Türkiye" yazdırmasının anlamını kavramaktan aciz bazı çevreler saltanatın ve hilafetin kaldırılmasına kadar bu kelimenin amacını kavrayamayarak idrak yoksunluğu içinde olmalarını sürdürmüşlerdir.
Atatürk’e göre mücadelenin stratejik hedefi sınırları belirlenecek Anadolu toprağı üzerinde bir Türk Milleti ve Türk devleti yaratarak milletin muasır medeniyet seviyesine ulaşmasını sağlamaktır. O halde;
1- Barış yapılmalıdır.
2- Sınırlar Misak-i Milli’ye göre elde edilmelidir.
3- Bu sınırlar içinde yasayan Türk Milleti yaratılmalıdır.
4- Milletin varlığını sürdürmesini sağlayacak laiklik basta olmak üzere temel esaslar tespit edilip uygulanmalıdır.
5- Uygulamaların engellenmesine karşı mücadele azmi ve isteği yaratılmalıdır.
6- Uygulamaların engellenmesine direnecek güç tespit edilmelidir.
7- Manevi silahlar tespit edilmelidir.
Diğer bir deyişle artik "kul" yerine "vatandaş" kavramı yerleştirilecektir. Artik Osmanlı İmparatorluğunun yıkıldığının yeni bir Türk devletinin doğduğunun, egemenliğin ulusa ait olduğunun tescili yapılmaktadır. Nitekim bu ifadeleri taşıyan bir önergenin TBMM tarafından kabul edilmesiyle saltanat 1 Kasım 1922’de kaldırılmıştır.

Eski rejim taraftarları bu demokratik ve laik kurallar ile donatılmak istenen yeni TÜRKİYE ülkesi ilkelerini kabullenmekte zorlanmışlardır. Müslümanların halifesinin devlet başkanlığını yürüttüğü Osmanlı halkının, Türk devleti ve Türk milleti kavramlarını hala görememesi çok acıdır. Bu çevreler hala Enver Paşa’nın 1921’de savunduğu aşağıdaki düşüncede takılı kalmıştır:
“Bana gelince, ben yalnız bir ideal takip edeceğim. O da, İslam’ı ezen Avrupa canavarları ile pençeleşmek için Müslümanları harekete geçirmek...dışarıda kalmamızın genel maksadımız olan kurtarmaya çalıştığımız İslam alemi için faydasız ve belki de tehlikeli olduğunu hissettiğimiz anda memlekete geleceğiz. İste, bu kadar.”
Ama, Mustafa Kemal Lozan’da Anadolu’da kurulan yeni devletin hüküm sürdüğü ülkenin sınırlarını çizdirmiş ve ülkede tam bağımsızlığı sağlayarak kapitülasyonları iptal ettirmiştir.

Atatürk’e göre simdi sınırları belli olan bağımsızlığını elde etmiş bulunan Türkiye’de yapılacak is "Osmanlı Milleti" kavramından "Türk Milleti" kavramına geçişi sağlamak, toplumu "Osmanlı tebaası" olmaktan kurtararak "Türk Vatandaşı" yapmaktır. Türk vatandaşının sosyo-ekonomik gelişmesini sağlamak için Türkiye’de yürütülecek olan düzenin bir sisteme oturtulması ve bu sisteme/devrime karşı gelenleri engelleyen önlemlerin alınması yani; "Osmanlı Milleti" yerine "Türk Milleti" yeniliğini/değişimini sağlamak ve Türk Milletinin yaşayacağı sosyo ekonomik yapıyı saptayarak, bu yapının devamını engelleyecek faktörlerin doğmaması ya da doğmuş ise devam ettirilmemesini sağlamaktır. Gerçekten de Atatürk;
1- Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarını ve bağımsızlığını sağlamış,
2- Türkiye ülkesinin Arap-İslam yaşamından Batı’nın hukuk sistemine uyumunu sağlamış,
3- Sınırları çizilmiş bağımsız ve Batı medeniyetlerinin hukuk sistemine oturtulmuş Türk milletini Anadolu toprakları üzerinde yaratmıştır.

Ancak eğer bu aşamada durmuş olsaydı bu şekilde yaratılmış bir toplumun bekası sağlanamazdı. Yapılacak şey yaratılan bu ülkenin ve milletin hangi prensipler içinde varlığını sürdüreceğini saptamaktı. Bu prensipler tam bağımsızlığı devam ettirmek, hilafetin ve sultanlığın geri getirilmesini önlemek, cumhuriyet ve Bati medeniyetinin akılcılığını temel almak ve dini kuralların devlete hakim olmasını engellemek üzere laiklik ilkesinin uygulanması idi. Diğer bir deyişle, Türk istiklali ve laik cumhuriyeti temel hedef olacak ve bu hedefle “dine” dayalı ümmetçilik yerine “akla” dayalı millet olarak dünyada yerini alacaktı.

Bu durumda laiklik kuralı Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli yapıldı. Böylece Türk milleti kavramının yaratılmasında, toplumun Arap-İslam anlayışının etkisi ile tevekküle boyun eğmiş, kurtuluşu bu cihanda değil öbür dünyada arayan Arap dogmatizminin pasifize ettiği kitleleri uyandırmak hedeflenerek toplumu Arap-İslam yapısından kurtarmak için gerekli çeşitli faaliyetlerde bulunulmuştur: Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu yanında araştırmalar için Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ni açılması; medreselerin kapatılması; mecellenin kaldırılarak Batı Avrupa’nın 16.yy da başlayıp 18. ve 19.yyda geliştirdiği Roma hukuk sisteminin alınması bu amaca yönelik başlıca örneklerdir.

Devletin temel hayat kaynağı olarak ve milletin yönetilmesinin esasları olarak "tefsir kapısı" 11. Yüzyılda kapatılmış olan din kurallarının geçerli olduğu bir toplum yerine, insan haklarına saygılı, kadın-erkek her kişinin hukuk önünde eşit olduğunu savunan, "akıl" esasına dayanan bir Türk toplumu yaratmak istemiştir.
Hatta bu noktada o kadar ileri gidilmiştir ki bütün dillerin temeli Türkçe’dir, bütün kavimlerin kökeni Türk kavminden gelmektedir gibi tezlerle kitlelerin Arap-İslam kimliğini yıkma çabası gösterilmiştir.

Atatürk sonraları kendisi de "güneş dil teorisi" ve "dünyadaki her kavmin kökeninin Türk olduğu" düşüncesinden vazgeçmiştir. "Abartılı olan şeyler izlenim yaratır" anlayışıyla hareket ederek bu iddialarda bulunmuş olmasının temel amacı Osmanlı-İslam kültürünün yerine, toplumda yüzünü çağdaşlığa dönmüş bir batı kültürü yaratma arzusuydu.

Bu süreç devam ederken büyük Atatürk: "Türk Milleti zekidir, Türk Milleti çalışkandır", "Türk: öğün, çalış, güven" gibi birtakım sloganlar dahi kullanmıştır. Atatürk gibi, Lloyd George'un tabiriyle dünyaya yüzyılda bir gelen bir dahinin, "bütün diller Türkçe’den türer" ve "tüm kavimlerin kaynağı Türk kavmidir" gibi sürrealist bir düşünceyi toplumun Osmanlı-İslam tebaası kimliğini yok etmekte araç olarak kullanması gerçekten de modern Türkiye'nin yaratılmasında önemli rol oynamıştır.

Kısacası Atatürk bir "Türk Milletini" yoktan var ederek Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlarını yaratmıştır.

Bütün bu sistemin bozulup parçalanabileceğini de gören Atatürk bunun önlenmesi için dünya tarihinde ilk kez olmak üzere bir olgu yaratmıştır. Bu olgu “Türk Gençliği”dir. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi olağanüstü anlamlar içerir. Burada söyledikleri sadece kendisinin yaşadığı ve başından geçen olaylardan almış olduğu derslerden çıkardığı sonuçlar değil aynı zamanda bunlara ek olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğinin düsturunu da ihtiva eder.
Mustafa Kemal ilk vazife olarak Türkiye’nin bağımsızlığını temel alan ve sonra rejimin korunmasını öngören bir sistem ortaya koyar. Türkiye’nin bağımsızlığını yurdun bölünüp parçalanmasını başka güçlerin emri altına girmesini engellemeyi amaçlar.

İkinci öngördüğü önemli husus halifelik, padişahlık, monarşik-krallık esaslarına değil halk iradesi esaslarına dayanan demokratik bir cumhuriyet kurulmasını sağlamaktır.
Atatürk, Türkiye’yi yok etmek isteyeceklerin en çok ülkenin bağımsızlığına ve bağımsızlıkta uygulanacak laik rejime durmadan saldırılacağının farkındadır. Ayrıca, istiklalini kaybetmiş ya da teokratik doğmatik bir yönetim sistemi içine girmiş bir ülkenin batılılaşma amacını gütmesinin imkansızlığının bilincindedir. Böyle bir sonuç Kemalizmin iflası demektir.

Mustafa Kemal’e göre yeni Türkiye’nin istiklalini kaybetmesi iki yoldan olabilir: Birinci yol, emperyalistlerin doğrudan savaşarak ya da iç bölücülük ve karışıklıklar yaratarak yani ülkenin iç dinamizmini parçalayarak Türkiye’yi yok etmeye çalışmak; ikinci yol, ekonomik olarak dünyada ülkenin geri kalmışlığını devam ettirmek için her türlü hile ve desiseyi yaratmaktır. Birinci yola örnek Yunanlıları kendi emellerinde kullanarak İzmir’i işgal ettirmeleri, ikinci yola örnek olarak da kapitülasyonların kaldırılmaması için Lozan’daki direnişlerini gösterilebiliriz.
Tam bağımsızlık için şu ilke vardır: Ulusal egemenlik ekonomik egemenlik ile sağlamlaştırılmalıdır. Atatürk 1923 İktisat Kongresi’nde aynen şunu söylemiştir: “Bir ülkenin ekonomisi sağlamlaştırılmadıkça o ülkenin yaşaması mümkün olamaz.” Bu cümle Atatürk’ün emperyalist İngiliz İmparatorluğu’nun bilinçli olarak Osmanlı ülkesinin iktisaden kalkınmasını engellemeyi hedefleyen Lord Palmerston'un İngiltere başbakanına gönderdiği mesajında söylediği ”osmanlı sanayii muhakkak surette geri bıraktırılmalıdır”(4) önerisinin bilincinde olmasıdır..
Mustafa Kemal siyasi bağımsızlık ve iktisadi bağımsızlık ile laik cumhuriyet rejiminin devam ettirilmesi için iki önemli ilke getirmiştir. Birincisi “yurtta sulh cihanda sulh” ikincisi de ekonomide devletçilik(**) politikasının uygulanmasıdır.

Atatürk’e göre Türkiye’nin önündeki en büyük tehlike gericilerin dini esaslara dayalı devlet yönetimini işbaşına getirmeleri ve dış güçlerle birleşerek ekonomiyi dışa bağımlı hale dönüştürmeleriydi. Böyle bir durum Kemalist sistemin yıkılması anlamına gelecekti. Büyük önder,bu güçlerin ister birlikte isterse ayrı ayrı hareket ederek Kemalist sistemi yok etmelerini engellemek üzere mücadele yapacak gücü “Türk Gençliği” olarak göstermiş ve gençliğin muhtaç olduğu kudretin asil kanlarında var olduğunu ilan etmiştir.

Coşkun Ürünlü
25 Temmuz 2005
Ankara

(*) "Turkiye"  kelimesi ilk kez resmen  8 Subat 1921 tarihli Bakanlar Kurulu Kararnamesine konulmustur.
(**) Devletçilik kavramını "Devlet Kapitalizmi" ile başlayıp günümüzde vatandaşların sosyal ve hukuksal haklarını esas alan ve zamana bağlı olarak değişebilen dinamik bir kavram olarak ele almaktayız (bknz:Ziya Gökalp, Turkish Nationalism and Western Civilization, Londra,1959,Sh.306-313( edi.N.Berkes)
(1) Murat Bardakçı, Hürriyet Gazetesi, 4 Temmuz 2005
(2) Gündüz Ökçün, İktisat Kongresi 1923, Ankara, 1968, sf.243-256
(3) Burak Artuner, Kayıp Topraklar, İstanbul, 2005, Truva Yayınları, sf.21-22
(4) Puryear, V.J., International Economics and Diplomacy in the Near East, Stafford Uni.1935.

 

 

Yorum Yaz | Makaleyi Yazdır