Muazzez İlmiye ÇIĞ: Mektuplara Giriş

Aşağıdaki yazi Sayın Muazzez İlmiye Çığ'ın * "Vatandaşlık Tepkilerim"**
adlı kitabından (Sh. 17-26), yazarın 11 Nisan 2008 tarihinde verdiği izin ile alınmıştır.


Mektuplara Giriş

Küreselleşme teraneleriyle insanlarımızı uyutarak vatandaşlık ve ulusçuluk kavramlarının yok edilmeye çalışıldığı, kendi kendimizi sömürge yapmak için her yerde İngilizce veya İngilizce ve Türkçe birleştirilerek meydana getirilen kelimelerin (mycep) gibi ülkemizi sardığı bu günlerde “yurttaşlık tepkilerimi” içeren mektuplarım ve yazılarımın bir anlamı olur mu, bilemiyorum. Anlamı olsun veya olmasın, yine de son 30 yılın kısmen bir panoramasını, daha doğrusu tarihi gelişiminin çok kısa bir özetini kapsayan bu yazıların yayımlanmasını bir yurttaşlık görevi olarak kabul ettim.

 

Demokrasinin başlangıcı sayılan 1946 yılından itibaren ülkeyi idare edenlerin Cumhuriyet ile kazandıklarımızdan ödünler vermeye başlamaları, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nın o acı günlerini yaşamış, Cumhuriyet’in getirdiği özgürlüğün, vatanım ve milletim diyebilmenin en yüce zevkine erişmiş beni ve benim gibileri, sonumuz ne olacak diye acı acı düşündürüyordu.

 

Demokrasinin ilk saldırısı laikliğe oldu. Kadınlara çarşaf giymeleri için bildiriler dağıtıldı. Onlara karşı kuvvetli tepki gösterenler çoktu, o nedenle fazla ileriye gidemediler. Ancak eğitimsiz zavallı kadınları maşa yapmaya çalıştılar. Ardından Atatürk zamanında halk arasında büyük bir coşku ile karşılanan Türkçe ezanı, baştakiler halkımıza değil, ya Osmanlı kafasını değiştiremediklerinden veya bizi arkadan vuran Araplara yaranmak için tekrar Arapçaya döndüler. Ülkemizin bölgelerine göre kalkınma planlarıyla kurulmuş o güzel Köy Enstitüleri, bir kısmı halk uyanacak korkusuyla, bir kısmı da kız erkek beraber okuyorlar düşüncesiyle kaldırdılar. Onların yerine de İmam Hatip okullarını, Kur’an kurslarını koydular. İmam Hatip okullarının başlangıçta amacı, dini uydurmalardan kurtaracak aydın ve kültürlü din adamları yetiştirmekti. Bunların da çok kısıtlı ve ihtiyaç kadar olması gerekiyordu. Ne yazık ki, onlar bu amaçtan uzaklaştırıldı, Atatürk’e ve onun ilkelerine karşı insan yetiştirilmeye başlandı. Kur’an’ı hiç anlamadan okumayı sağlayan, hatta onu ezberlemeye zorlayan kurslara hiç gerek yoktu. Kur’an ilk olarak Atatürk tarafından kendi dilimize çevrilmişti; içinde olanları kendimiz okuyacak öğrenecek, şunun bunun Kur’an’da var diye söyledikleri uydurmalara kanmayacaktık. Kur’an’ın Arapça okunmasını savunanların durumu, 2 bin yıl önce İsraillilerin Tevrat başka dile çevrilemez, diye tutturmalarına benzedi. İşin garibi, Kur’an’ın dilimize çevrilemeyeceği Arapların değil, Türklerin söylemesi. Çünkü çok önceden o başka dillere çevrilmişti bile. Aslında bilmediği bir dilden din kitabını okumaya çalışan biz Türklerden başka bir millet de yok.

 

Demokrasiye geçtik derken, onu getirenler bir türlü Osmanlı kafasını bırakamadılar. Kendilerine karşı gelenlere söz hakkı verecekleri yerde, onları en ağır suçlamalarla susturdular. Diğer taraftan CHP’nin savaş yıllarında bütün sıkıntılara rağmen harcamadığı ve yeni yönetime devrettiği tonlarla altını, fabrikalar kuracakları yerde dışarıdan getirdikleri çamaşır makinelerine, buz dolaplarına yatırıverdiler. Kısa zamanda dışsatım ile karşılığı gelmeyen bu altınlar eridi. Henüz kapitalizmin “borç ver, sonra da el koy” prensibini anlamayan idareciler, dışarıdan borç alıp kredi olarak halka dağıttılar. Bu kredilerin nereye harcandığı, devlet ekonomisine ne gibi bir yarar sağlayacağı ve sağladı kontrol edilmedi, böylece alan alanın elinde, satan satanın elinde kaldı. Sonuçta borç gırtlağa dayandı. Savaşta yakılıp yıkılmış Almanya’dan bile utanmadan borç istendi. En acısı da, sözde yardım diye, Amerika’dan gönderilen sütlerin, peynirlerin kabul edilmesiydi. Savaş içinde bile açlıktan ölmemiştik.Atatürk yaşasaydı böyle küçük düşürücü yardımları asla kabul etmezdi. Bunu iki türlü ödedik; biri Kore’de kan dökmekle, ikincisi Amerika’ya kul olmaya başlamakla. Bütün bu uygunsuzluklara üniversitelerden, partilerden gösterilen tepkiler, padişah zorbalığı ile karşılandı ve sonunda 27 Mayıs 1960’ta asker ayağa kalktı. Halkın yaptığı büyük yardımlarla borç kapandı. Yeni yapılan daha demokratik Anayasa ile ulusumuz 1965’e kadar biraz rahatladı. 1965’te Adalet Partisinin gelmesiyle işler yine bozulmaya başladı. Gençlerin üniversitelerde yeni yapılanma istemleriyle başlayan hareketi, Amerika’nın ülkemizle ilgili yaptırımlarına karşı başkaldırmakla sürdü. Ruslar da boş durmuyordu. Atatürk’e kabul ettiremedikleri idarelerini bize benimsetmeye çalışıyorlardı. Halk Evlerinin, Köy Enstitülerinin kapanması ile başı boş kalan öğrenciler de bu akımlara kapıldı. Bu arada Atatürk ilkeleri tamamıyla unutuldu. Amerikalıların yardımı ve önerisiyle başbakan olduğu söylenen Süleyman Demirel, gençleri sakinleştireceği yerde “ yollar yürümekle aşınmaz” diyerek onların birbirlerini öldürmelerine seyirci kaldı. Ben onun bu halini Padişah Abdulhamit’e benzetirim. Söylendiğine göre o, mahallelerin külhanbeylerini birbirine kırdırtıp kendi kendilerini cezalandırtırmış. Bu duruma yine 1971 yılı Mart ayında askerler “durun” demeye mecbur kaldılar. Yeni meclis kuruldu.

 

İşte benim bireysel olarak ilk yazılı yurttaşlık tepkim o zaman başladı. Yeni kurulan mecliste İhsan Ataöv’ün “din elden gidiyor” bağrışına dayanamadım ve kendisine bir mektup yazdım. O zamana kadar dinini uygulayana kimse karışmıyordu ki. Ondan sonra da karışan olmadı ya! İkinci mektubumu da o zamana kadar hiç ilgilenmediğim bir gazete yarışmasına katılmak için yazdım. Hürriyet gazetesi yılın annesini seçecekmiş. Benim de annem onların istediklerine uyuyordu. Mektubumu gönderdiğimde seçime çok az kalmıştı ve bu mektupla 14 Mayıs 1972’de Hürriyet gazetesi annemi yılın annesi seçti. Bununla sevgili annemi dünyanın en mutlu kadını yapmıştım.

 

Tekrar işler karışmaya başladı. Leninci, Maocular aldı yürüdü. Onlara karşı milliyetçi ve dinciler çıkarıldı ortaya. Atatürk unutulmaya başlandı. Yazarlar, aydın sayılanlar, öğretim görevlileri, siyasetçiler hepsi birer gruba girdiler. Gençlere dur diyecekleri yerde, onları kışkırttılar. Zavallı çocuklar bilir bilmez bir tarafı tutmaya zorlandılar. İşler zorbalığa döküldü, ortalık vuran vurana, kıran kırana idi. Siyasetçilerde birbirleriyle dalaşıyor; babalarından kalan mirası (!) bir türlü paylaşamıyorlardı.

 

1970’li yıllarda eşim Kemal Çığ Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü idi. Emekli olduğu 1978 yılı Temmuz ayına kadar oturduğumuz lojmanda neler çektiğimizi ancak biz biliriz. İkide bir çeşitli telefonlar gelirdi eşime. Bunların en korkuncu da “ sarayı bombalayacağız” diye yapılan tehditlerdi. Kimin neyini bombalayacaklardı, ne istiyorlardı oradan bilmiyorduk. Ama geceleri sinirden uyuyamayan eşim, birkaç kez bütün bahçeleri dolaşır, bekçileri ve polisleri kontrol ederdi.

 

İlginç telefonlardan biri de saat koleksiyonu için gelmişti. Eşim sarayda oraya buraya dağılmış olan değerli saatlerin tarihsel ve sanatsal yönlerini saat uzmanı Alman uyruklu Wolfgang Meyer’e (dedesi de sarayın saatçisi) gönüllü olarak değerlendirtmiş ve onlardan bir saat salonu açmıştı. Bu saatleri, Cumhuriyet’in ilanından altı ay gibi kısa bir süre sonra Atatürk’ün Topkapı Sarayı’nı müze yaptırması anısına onun ölüm saati olan  9.05’e ayarlatmıştı. Nedense bu bazı çevreleri rahatsız etmişti. Durmadan onun değiştirilmesi için ağza alınmayacak küfür ve tehditlerle telefon ediyorlardı. Eşim bunlara kulak asmayarak değiştirmemişti saatleri; ama ondan sonra gelenler ne yazık ki aynı iradeyi gösteremediler. Daha da ileriye giderek Kutsal Emanetler bölümünde her gün 24 saat Kur’an okunmasını kabul ettiler. Halbuki Kemal Çığ, Hırka-i Saadeti her ay ziyaret etmeye kalkan zamanın Diyanet İşleri Başkanı Lütfi Doğan ve arkadaşlarına, bütün hadisçilerin Hz. Muhammed’in ağzından çıktığını kabul ettikleri “Ya Rab! Benim eşyalarımı tapınak vasıtası yapma” hadisini hatırlatarak böyle bir harekete kalkmalarını önlemişti. Aynı tarihlerde zamanın Milli Eğitim Bakanı da müzede namaz kılma gösterisini yapmaktan çekinmemişti.

 

Partilerin birbiri ile anlaşamaması yüzünden devlet aylarca hükümetsiz kaldı. Bu arada bir anımı da yazmadan geçemeyeceğim. Bir akşam o zamanki Devlet Deniz Yolları Genel Müdürü Amiral Cezmi Biren’in evine yemeğe davetliydik. Davetliler bir hayli kalabalıktı. Masada yanımda eski Dış İşleri Bakanlarından Feridun Cemal Erkin, karşımızda iki konsolos oturuyordu. Bir ara Feridun Cemal Erkin İtalya’da sefir iken oradaki iki partinin arasını nasıl yaptığını anlatıyordu. Ben dayanamadım ve “ neden bir türlü anlaşamayan bizimkileri uzlaştırmıyorsunuz” diye sordum. “ Onlar uzlaşmazlar, asla uzlaşamazlar” olmuştu yanıtı. Onların uzlaşmamaları memleketimize ve halkımıza ne büyük kayıplar yaşattı. Şehirler bölgelere, halk da gruplara ayrılıyordu. Atatürk ve Cumhuriyet Halk Partisi’ni tutuyorlar diye ırktaşlarımız Alevilere yapılmayan kalmadı. Herkes özellikle gece sokağa çıkmaktan korkar olmuştu. Pencere yanında yatmaya bile korkuyorduk. Her gün onlarca genç ölüyordu. İşte bu sıralarda üzüntülerimi, tepkilerimi dizelere dökmeye başladım.

 

Bu durumda yine askerler, Atatürk adına devlete el koymak zorunda kaldı. Bunda da yine duygularımı dizelere döktüm. Beni bu arada en çok kızdıran da, bu çalkantılara hiç karşı çıkmayan üniversiteler, Danıştay, Sayıştay gibi devlet kurumlarının askerlere bağlılık telgrafları çekmesi olmuştu. “Dalkavuklar” başlıklı dizelerim de, bunlara olan tepkilerimi içeriyor.

 

Atatürk adı ile başlayan bütün halka bir “Oh” dedirten bu el koymada, bu kez sözde dinciler (!) askerlere akıl vermek için yarışa girdiler. Ne yazık ki, daha önce askerlerin devirdiği Celal Bayar da bunların arasındaydı. Onlara göre sözde dinimiz bizi komünistlikten kurtaracaktı! Bu savla dinci geçinenlerden başka herkes komünist sayıldı, kurunun yanında pek çokları da yandı. Yalnız komünistliğe karşı değil, Atatürk ilkelerine ve kurumlarına da karşı çıkış vardı. Bu yüzden TTK ve TDK, 1946’da başlayan, fakat içindekilerin sağlam karakterleri nedeniyle başarılamayan atak, yalakalık yapan yeni üyelerin de yardımıyla 1981’de devletleştiriliverdi. Atatürk isteseydi onları devlete bağlardı. O bu kurumların özerk olarak çalışmasını, yapılan araştırmaların başa geçen hükümetlerin istekleri doğrultusunda değil, bilimin gösterdiği yolda olmasını istemişti. Ne yazık ki, onu anlayacak kafa yoktu. Böylece tam demokratik olan Anayasa yeniden değiştirildi. İmam Hatip okullarına hız verildi, onunla da kalınmadı, orada okuyan kızların başı örtüldü. İşte 1981’de ikinci tepkim bunu öğrenen Mehmet Yamak adlı milletvekiline, bizde bir rahibe sınıfı olmadığını ve laik devlet kurumlarına din kıyafeti ile girilemeyeceğini bildiren bir mektup göndermek oldu. Fakat bunu destekleyen olmadı, üstelik affedilen parti başkanları bunu körüklediler, özellikle Bülent Ecevit ve Rahşan Ecevit’in “Biz başörtüsüne karşı değiliz” diye gazetelere demeç vermeleri beni son derece kızdırdı. Bülent Ecevit’e Amerika’dan 21. yüzyılın getireceği etkinlikleri içeren bir kart göndererek, ülkemizi geriye götürecek bu demeçleri kınadım. YÖK de onlardan aşağı kalmadı. Ona da, ayrıca Rahşan Ecevit’e de mektuplar yazım. Bundan sonra ara ara ya mektupla veya gazeteye yazarak yurttaşlık tepkilerimi belirttim.

 

1980’de hükümete el koyan askerlere şimdi kızanları, onları utanmadan AIHM’ a şikayet etmeye kalkanları duyunca şaşıyorum ve ayıplıyorum. Onlar el koymasalardı acaba ne olacaktı memleketin hali? Hiç düşünüyorlar mı? Niye o zaman ses çıkarmadılar? Korktular da ondan. Haklı iseler, ne olursa olsun haklarını savunmaları gerekirdi. Meclis askerin elinde değil, sivillerin elindeydi. 5 yıl sonra değil.

 

O günlerden sonra büyük bir çoğunlukla seçimi kazanan Anavatan Partisi iktidara geldi. Bu partinin yaptığı işler olumlu ve olumsuz olarak ayrılabilir. Karaborsada dönen yabancı paraların serbest bırakılması, telefon, pasaport almanın çok kolaylaştırılması, taksilere taksimetre konması, gelişigüzel yapılan satışların makine ile belgeye bağlanarak vergi kontrolü yapılması, yeni bir köprü ile yeni yolların açılması, bilgisayarın gelmesi, özel televizyon kanallarının açılması, dışarı kaçırılan paraların turizm tesisine yönlendirilmesi, sanayicilerin dış ülkelerle bağlantı kurmasının sağlanması gibi işler olumlu; hesapsız borçlanma, rüşvet ile işi yapma, hesapsız kontrolsüz kredi verme gibi işler de olumsuzdu. Bu arada din konusu da iyice su yüzüne çıktı.. Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Muammer Aksoy gibi aydınlar katledildi. Ortadan kaybolan birçok kimse vardı. Bunların ne olduğu anlaşılmadı. Soru soranlar öldürüldü. 1990’dan sonra bu çalkantılar gittikçe büyüdü. Bir taraftan 1980’lerin içinde yavaş yavaş başlayan PKK terörü iyice alevlendi. Doğuda insanlar öldürülüyor, köyler yakılıyor, Avrupa’dan Amerika’ya kadar birçok ülkeden bunlara yardım yapılıyordu. Ne yazık ki, kurulan hükümetler bunun bir terör olduğunu anlatamadı. Buna göre bunu DYP’den Başbakan Tansu Çiller kıvrak zekası, güzel konuşmalarıyla dış ülkelere kabul ettirdi. O Başbakan olunca işte Atatürk’ün istediği oldu, kadınımız başbakanlığa kadar yükseldi dedik, ama sonu gelmedi. Yalnız gazetecilerimiz onun mallarını, paralarını ortaya çıkarmak için gösterdikleri çabayı, Necmettin Erbakan’ın kilolarca altınlarının nereden geldiğini, nasıl toplandığını, yeni Başbakanımızın hiç yoktan milyonlarca dolara nasıl sahip olabildiğini ortaya çıkarmak için neden gösteremediler ve neden gösteremiyorlar? Çiller’in Erbakan ile hükümet kurmasına çok kızmıştık. Fakat bu sayede o partinin açığa çıkması sağlandı ki, bu da iyi olmuştu. Çünkü o zaman Süleyman Demirel laik devletin Cumhurbaşkanı olduğunu unutup resma toplantılarda içki vermeyerek, devletin kurumlarında iftar ziyaretlerine göz yumarak nerede ise Necmettin Erbakan’ın yoluna giriyordu.

 

Bu tarihlerde ve daha sonraları siyasetçilere çeşitli konularda, özellikle seçimlerde birleşmeleri için tek başıma veya pek çok kişinin imzasıyla mektuplar ve telgraflar gönderdim. Son yıllarda gazetelere de tepkilerimi yazmaktan kendimi alamadım.

 

Sosyal konularda da tepkilerim oldu. Örneğin Barış Manço televizyonda, Nasa’da Venüs yıldızında bize verilen 10 yerden birine “ Halide Edip Adıvar”ın adını koyduğunu anlatıyordu. Kendisine hemen, Türkiye’de onun yatığı yerin ne yazık ki çok bakımsız olduğunu yazdım. O da mektubumu Kültür Bakanlığı’na göndermiş. Bakanlıktan bana paraları olmadığından bakamayacakları cevabını verildi. Halbuki buranın bakımı için fazla yapılacak bir şey yoktu. Karı kocanın yattığı yerin etrafını çeviren demirlerin bakımı ve boyanması ile mezara giden küçük bir yolun açılması ve mezarı gösteren büyük bir levhanın asılması yetecekti. Bunu Mezarlıklar Müdürlüğü yapabilirdi. Bu defa olayı duyan Kadıköy Lions konuyu ele almış, antik demirleri kaldırmış veya kestirmiş, onları beyaza boyatmış. Ve mezarı daha fena hale getirmişler, üstelik kim olduklarını belirten bir levha yerine Lions Klubü’nün mezarı düzenlediği levhası konmuş, o da başka.

 

New York Türk Kadınlar Derneği Başkanı büyük çabalarla üçü Amerikalı ikisi Türk Profesöre Türkiye hakkında yazdırdığı Amerikan okul programlarına uygun çok değerli kitabın basılıp öğretmen fuarlarına girmesi için uğraşırken, ben de konuyu ülkemizdeki ilgililere duyurmak için bir yığın mektup yazdım. O arada başkan öldü, yerine gelenler 40 bin dolar harcanarak hazırlanmış kitabı rafa kaldırıverdiler. Halbuki Spotlight on Turkey adlı bu kitap, ilk olarak Amerika’da yabancı bir memlekete ait okullar için yazılmış tek kitap olacaktı.  Ben hala bu konuyu takip etmekten vazgeçemiyorum. 2003’te New York Kültür Ataşemize bunu anlattım ve kitabın kopyasını verirken kendisinin de bu konuda benim gibi heyecanlı olacağı sözünü aldım. Ne yazık ki, hep birinin veya birilerinin yapmaya başladığı olumlu işleri, onların yerine geçenler geliştirecekleri yerde bir tarafa atıveriyorlardı. Böyle yaparak geri kalmışlığımıza bir çivi çakmış olduklarının bilincinde değiller.

 

İlk penceremin önünde Ramazan davulunu duyunca derhal Vali’ye, Kaymakam’a ve Belediye Başkanı’na bunun insan haklarıyla bağdaşmadığını bildiren telgraflar çektim ve böylece mahallemize davulun girmesini önledim. Erbakan Başbakan olunca yeniden davul başladı, yine telgraflar ve yazılarla mahallemizde çaldırmadım. Televizyon ve gazetelerde yayımlanması için, davuldan şikayet edenlere benim gibi yapmalarını öneren mektuplar yazdım. Radyoda, içki satan dükkandan ekmek alınırsa yapılan bütün ibadetlerin yok sayıldığını anlatan birini duyunca, İstanbul, Bursa (yayın oradan geliyor gibiydi) Müftüsünün, Diyanet İşlerinin fakslarını bularak Kur’an’da namaza gidilmeyecek kadar şarap içilmemesinin yazdığı ayeti vermek suretiyle böyle saçma konuşmalara meydan verilmemesini öneren mektuplar gönderdim. Kafama uygun bir yazıyı veya işinde başarılı olan birini okuyunca onlara da teşekkür veya kutlama yazısı yazmayı ihmal etmedim. Bunları hep vatandaşlık görevi olarak yaptım.

 

30 yılı kapsayan bu süre içinde ülkemizde bir çok iniş çıkışlar oldu. Bunlarla üzülürken sevindik, sevinirken kahrolduk ve bugünlere geldik. Bugün de bu çalkantılar bitmedi. Bir tarafta dünya çapında kadın erkek bilim insanlarımızın, sanatçılarımızın olması, uluslar arası kongrelerin, şehirlerimizde halkın katıldığı çeşitli festivallerin yapılması, pek çok derneğin halkın çağdaşlığa götürme çabaları, özellikle doğudaki kızlarımızı okutmak için gösterdikleri büyük istek ve buna benzer olaylar görerek mutlu olurken, ülkemizi idare edenlerin bunları göz ardı edip halkı ortaçağ karanlığına götürme çabaları kendileri adına üzülüyor ve kahroluyoruz. Çünkü onlarda biliyor ki, bu tutunamayacak. Bu kadar ilerleyen bir millet gerileyemez. Şeriat dedikleri söz konusu bile olamaz. Aslında şeriat iman değil kanundur. Şeriata uyan memleketlerin kadınlarının uçağa binerken Batı kıyafeti giymeleri iman mıdır? İncil’de şeriat, yani dinsel kanun için şöyle yazmaktadır: “Şeriat işlerinde olanların hepsi lanet altındadır,… Allah katında kimse şeriatla Salih sayılmaz ; çünkü: “Salih (iyi yürekli temiz kimse), iman ile yaşayacaktır” ve şeriat imandan değildir “Galatyalılara, Bab 3:10-12). Kadınların başlarını örttürmekle Kur’an’a göre ne dini bütün olunur ne de cennetlik. Bunu onlar da biliyor, ama oy için hem cahil halkı, hem de Allah’ı kandırıyorlar. Bu iki yüzlülük dinin hangi kuralına girer ki?

 

Ömrüm boyunca bir partiye girmedim. Bülent Ecevit partiyi yok edince, konuşmalara göre hangi partinin ülkemiz yararına daha çok çalışacağına kanaat getirdimse ona oyu verdim. Düşündüğüm çıkmayınca üzülerek başkasını denemeye yöneldim. Partiler azalacağı yerde pıtrak gibi çoğaldı ve bugünkü duruma geldik. Fakat yine de iyimserim. Çünkü biz bu devrim içindeyiz. 1933 yılında bir öğretmen olarak “ biz çok büyük milletiz, Fransa’nın 100 yılda tamamladığı devrimi biz 10 yılda yaptık, üstelik onların yazıları, kıyafetleri, takvimleri, ölçüleri değişmemişti” diyordum. Yukarıda sözünü ettiğim bu iniş çıkışlar devriminin getirdikleridir. Bir zamanlar solculuk yapanların “ biz yanlış düşünmüşüz, kafamız karışmıştı” dedikleri gibi, bu günün dinci geçinenlerinin de ileride “ biz yanlış düşünmüşüz, kafamız karışmıştı” diyeceklerinden kuşkum yok. Başlarını örten bayanların da akılları başlarına gelecek ve Ulu Atatürk’ün yücelterek onlara sağladığı özgürlüğü, cinsel yönden hiçbir anlamı olmayan saçlarını kapamakla tepmeyeceklerdir. Ayrıca devleti idare edenlerin eşleri siyasal yaşamda çok güçlendireceklerdir. Başlarını açmak için can atan, fakat etrafından korkan binlerce kız son derece mutlu olacak, baş örtüsü yüzünden oy vermeyenler de seve seve partilerine oy verecektir. Böylece devrimimi de tamamlanmış olacaktır.

 

12 Aralık 2004

Muazzez İlmiye Çığ

 

------------------------------------------------------------

(*)Muazzez İlmiye Çığ

Dünyanın en önemli Sümerologlarından biri olan Muazzez İlmiye Çığ, 20 Haziran 1914'te Bursa'da doğdu. 1926 yılında Kız Muallim Mektebi'ne girdi. 1931 yılında mezun olan Çığ, 1935'te Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sümeroloji bölümüne girdi. 1940 yılında mezun olan Çığ, İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne tayin edildi. Burada, dünya için çok büyük önem taşıyan bir işe imza attı ve Sümer, Akad ve Hitit dillerinde yazılmış 74 bin tabletten oluşan çivi yazılı belgeler arşivini oluşturdu ve katalog haline getirdi. Philadelphia Üniversitesi Müzesi Tabletler Bölümü Başkanı Prof. Kramer ile yaptığı çalışmalar ile Sümer edebiyatına yeni konular kazandırıldı, eksik olanlar tamamlandı.

1988 yılında Philadelphia Asuroloji kongresine katılan çığ, Prof. Dr. S. N. Kramer'in History Begins at Sumer(Tarih Sümerle Başlar) adlı kitabını çevirdi.

2000 yılında Fahri Doktor ünvanına layık görüldü.

Sümer ve Hitit kültürlerinin en önemli araştırmacılarından olan Muazzez İlmiye Çığ, on üç kitap ve birçok bilimsel makale yazdı. Bir çok ödül alan Sümerolog çalışmalarına halen devam etmektedir.

(**)Muazzez Ilmiye Cıg,Vatandaslık Tepkilerim,Kaynak yayınları 426 Istanbul Mart 2007 (5.basım)

 

 

Yorum Yaz | Makaleyi Yazdır