Kemalizm

Kemalizm

 

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen,  “Vatandaşlarımızın geniş kesimlerinin bu kadar sıkıntı çektiği bir dönemde bu iktidar partisi oylarını arttırabiliyorsa bunda rasyonel olmayan bazı sebepler aramak gerekir… iktidar partisi seçim kazanıyor açık farkla. Bunu mantıkla izah edemezsiniz” diyerek geçirdiği şoku ve hissettiği hayreti ifade ederken son derece haklıydı. Ama onun bu haklılığı aynı anda başka bir gerçeği ortaya çıkarıyordu. Ana muhalefet partisinin bu saygın yöneticisi, AKP’nin seçimlerde izlediği stratejiyi algılayamamış, daha acı yanı bu stratejinin dayandığı AKP temel ideolojisini ve hedefini görememiştir. 

 

29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetin ilanıyla başlamış olan ve 3 Mart 1924 de Hilafetin ilgası ve Tevhidi Tedrisat kanununun yasalaşmasıyla gelişen Kemalist Hareket dünya devrim tarihinde ciddi boyutlarda sonuçlar doğuran bir devrim olarak kabul edilmiştir. Bu devrim Osmanlı’nın Batılılaşma sürecinde zaman zaman Halife-Padişahların hal edilmesine bazı ricalin hatta Sadrazamların azil ya da katline neden olmuş olan “din elden gidiyor” ayaklanmalarıyla devleti sarsan gerici ayaklanmaların ya da başkaldırmaların önlenmesini sağlayacak güçlü bir darbe olmuştur.

 

Burada dikkat edilecek olan önemli nokta  Laikliğe cepheden hücum ederek onun darbelenmesi yerine temel taşlardan birinin yok edilerek Kemalist sistemin yıkılmasının sağlanmasıdır. Burada AKP iktidarının yöneticilerinin ve yönlendiricilerinin çoğunluğunun imam hatipli olduğunu  hatırlamak gereklidir.

 

Milletvekili seçiminde uygulanan taktik gereği halkı “ halk seçsin dedik istemediler” yoluyla sanki  gerçekten cumhurbaşkanı “aday”ını halkın kendisi tespit edecekmiş gibi bir yanıltmayla kandırdılar  ve şimdi  bu kandırmanın meyvesini toplayarak Abdullah  Gül’ü Cumhurbaşkanı yaparak Çankaya’nın   da AKP ye geçmesini sağlayacaklardır. Çankaya  anti-laik anti-Kemalist  hareket ile ATATÜRK devrimine karşı “şeriatçı” başkaldırının son kilometre  taşı idi. Bu son basamak başarılacak olursa Türkiye Cumhuriyetinin özü olan laiklik ilkesi yok edilecek ve Kemalism tarihteki mümtaz yerine gönderilmeye uğraşılacaktır.

 

XXX

 

Kemalistlerin gafleti bu son seçimde değil ondan önceki yıllardan beri olayın özünü görememiş olmalarında yatmaktadır.  1924 ten beri gizliden gizliye basamakları yavaş yavaş çıkarak anti laik bir Türkiye elde etme  çabalarındaki politikacıkların ne yapmak istedikleri ve nereye vardıklarını anlamamakta ısrar etmek Laik kesimin  önderliğinin  ne büyük bir gaflet içinde olduğunun delilidir. Kemalismin karşısındaki İsmet İnönü sonrası ilk anti-laik muhalefet hareketinin partileşmesinin 1950 yılındaki DP ile başlayıp AP, Mill Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Parti, Anavatan partisi ve Saadet Partisi ve hatta 1980 Kenan Evren düzeninde dahi vurgulanan “babam imam  ve din milletin çimentosudur” vurgusu ile halk adeta Atatürkçülüğe karşı gelmesi için  din faktörü kullanılarak teşvik görmüştür. Sanki din Kemalisme tersmiş gibi, sanki laiklik anti-dinmiş gibi  söylemler karşısında suskun kalınmıştır ve hatta bugünkü  AKP’nin kökleri olan Erbakan anlayışına, kendini “Kemalist Ecevit” diye adlandıran Bülent Ecevit, “Milli Görüş”cülerle  ortak hükümet kurarak, yani dinciliğe taviz vererek, anti-laik oluşuma meşruiyet kazandırmada bir beis görmemiştir. 

 

Bu ortak hükümet deneyimi Cumhuriyet tarihinin en büyük tahribatının ek bir darbesi olmuştur. Bu yavaş yavaş “alışırlar alışırlar” etik olmayan anlayışla toplum hiçbir ekonomi biliminin temel unsurları göz önüne  alınmadan, içeriği boş, sağ ve sol diye etiketlenmiştir. Bölünme sürecine itilmiş toplumda Kemalistler “sol”, dinciler ise “sağ” yapay etiketiyle tescillenmişler ve ekonomik kavramlar ihmal edilerek neyin ne için  istenildiği bilinmeyen  bir bölünme yaratılmıştır. Ama inceden inceye incelendiğinde  bir şey açığa çıkmaktadır. O da bu bölünmenin dincilik ekseninde olduğudur.

 

Gerçekten de  2005 yılında yapılan bir ankette kendilerini “sağcı” diye adlandıranlar % 66  çoğunluk, sağcılıktan “dindar olmak, maneviyata önem vermek, milliyetçi olmak diye tanımlarlarken “solcu” ları  dine karşıt olmak, dine saygısız siyaset yürütmek, kötü, tutarsız, zararlı, uyumsuz, komünist olmak, düzene karşıt olmak, vatan haini olmak” anlamını vermekte  ve sol kesimi adeta kendine hasım değil daha derin husumete  “layık” kişiler olarak görmektedirler(Milliyet 20 Haziran 2005).

 

“Dindar Cumhurbaşkanı isteriz” yaklaşımının 22 Temmuz 2007 seçimlerine  etki yapmasının temelinde  Türk halkının işte bu %66 çoğunluğunun “inanç”ının var oluşu yatmaktadır. Akıl kullanma yeteneği inanç karsısında ezilmiş hatta  “mantıklı davranma alışkanlığı “töresel davranma zorunluluğuna” yenik düşmüştür.  Milletvekilliği seçimi olayı kasıtlı olarak seçim olgusunun dışına çıkarılmış ve  mücadele “dindar” Cumhurbaşkanına  “evet – hayır” formatına sokularak bir referandum haline getirilerek halka “ya onlar ya da biz arasında “seçme” yapması zorlaması yapılmıştır.  

 

22 Temmuz 2007 tarihindeki referandum  (= 2007 milletvekili seçimleri) da halka sorulan soru R.T. Erdoğan’ın şu görüşünün evet ya da hayır cevabını vermesinin referandumu halinde geçmiştir: “…(anayasa mahkemesinin) türbanla ilgili söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır” Evet mi hayır mı? Sonuç “din uleması” olmuştur.

 

Bu gün 2007 yılının 22 Temmuz seçimlerinde Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin en önemli eseri olan TBMM de güç ve iktidar sahibi olan milletvekillerinin 235’inin eşleri tesettürlüdür. Bu durumun ima ettiği temel unsur, bu milletvekilleri and içme törenleri sırasında Atatürk devrimlerine bağlı kalacaklarına dair namusları üzerine and içmişlerdir. Bir yanda Atatürk Devrimi ve Anayasa üzerine yemin ederken, şeriatın simgesi haline gelmiş olan türbanlı eşli bu vekiller Türkiye’yi yöneteceklerdir.

 

Bu yönetimin liderliğini yönetenlerden R.T.Erdoğan 1999 Pınarhisar ceza evinde aynen şöyle demektedir. “Başbakanlık koltuğuna oturmadan ölürsem gözüm arkada kalır. Allah nasip ederse bir nihai hedefim Çankaya köşküne çıkmaktır.” (http://tr.wikiquote.org/wiki/Recep_Tayyip_Erdo%C4%9Fan ) Burada önemli olan RTE’nın daha 5 Şubat 1996 da “Cumhurbaşkanının imam hatipli olacağı günler yakındır.”(Akit) savaşımını gerçekleştirmeye başladığıdır. Ne yazık ki D.P iktidarı ile başlayan anti Laik ve anti Kemalist karşı devrim A.Gülün köşke çıkması ile tamamlanacaktır.

 

Unutulmaması gereken bir husus ta İmam Hatip liselerinden bugüne kadar bir milyonu aşkın mezun verildiği, ancak bunlardan sadece 70 bininin Diyanet’te görevli olduğu, diğerlerinin ise diğer meslek alanlarına yayıldıklarıdır.
(
http://www.milliyet.com.tr/1997/04/04/haber/dizi.html))

 

İktidara gelen hemen hemen tüm sağcı partiler kendilerine sağ ekonomik politikalarını temel alacaklarına dincilik faktörünü temel almışlardır. Onların başarısı “yüzde sekseni ümmi bırakılmış bir memlekette” aklını kullanamayan ve cahil bırakılmış halkın aydınlanmış iradesi değil aldatılmışların tercihlerinin sonucu ülke bu duruma gelmiştir. Ama öyle inanıyorum ki din faktörü kullanılarak aldatılan halk bunun hesabını elbet bir gün soracaktır. Zira tarih ikinci sınıf aktörlerin değil önderlerin yönetimleri ile gelişen olayların sonucunda kaleme alınır.

 

Büyük önder Atatürk 11 Nisan 1934'de aynen söyle demektedir: “

 

“Arkadaşlar, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılaplar için nur ve münevverin yoluna gideceğiz; hedef ve hünerimiz cahil kitleyi de nurlandırarak yolumuzda yürümek ve onu selamete çıkarmaktır. Cumhuriyetimizi, muasır medeniyet seviyesine ulaşmak isteğimizi köstekleyecek herhangi bir referanduma gitmek,yalnız cehalet değil hıyanet olur.(Cumhuriyet 18 Ağustos 2007,sh.17)”

 

Osmanlı  zamanında  hanedan mensuplarının ve sadrazamların hatta yazar ve düşünürlerin yenilik hareketlerine karşı gelen Batılılaşma karşıtları Padişah Halifenin öldürülmesine  kadar varan gerici eylemleriyle karşı gelişi sürdürmüşlerdir. Cumhuriyet döneminde de yeniliklere karşı gelmede  gericilerin temel aldıkların hedef laikliğe karsı gelmek olmuştur. Cumhuriyet döneminde kullanılan laik düzeni yok etmeye dönük çaba ve gayretlerde başrolü “demokrasi” adı altında siyaset yapan siyasi liderler oynamışlardır ve bu metod Atatürk’ten sonra süregelmiş ve bu sevdadan vazgeçilmemiştir. Atatürk’ten sonraki siyasetçiler “oy alma” hırsı ile “gericiliği teşvik” etmişler ve gerçekten de bu yol ile memleketi yönetmiş (!) ler ve laikliği aşındıra aşındıra günümüze gelinmiştir.

 

Günümüzde gelinen nokta ise ne yazık ki sadece laikliğin yok edilmesi değil rejimin değiştirilmesi aşamasıdır. Rejimi değiştirmek için kullanacakları aracın  “renksiz anayasa” formülü olduğunu deklare etmişler ve bu “renksiz” anayasanın ruhunda da yargı erkini ele geçirmek için Anayasa Mahkemesinin üye adedini Meclisteki çoğunluklarıyla seçilecek 15 üyeye  çıkaracaklarını  ilan etmişlerdir. Burada önemli olan yasama ve yürütme erkini ellerinde tutan siyasal iktidarın yargıyı da ele geçirmesidir. Yargı erkini de ele geçirdikten sonra yani Atatürk’çülüğün, Kemalismin  ve Laikliğin yok edilmesini sağladıklarını anda  rejim Laik Cumhuriyet rejimi değil İslam Cumhuriyeti olacaktır. Bu durumu fiilen gerçekleştirdikten sonra sıra “renksiz” anayasaya bir renk eklenecek ve Türkiye’nin  “İslam Cumhuriyeti” olduğu bir küçük (!)  operasyonla tamamlanacaktır.  Bu oluşumları görmezlikten gelen bazı yazarlar  “bekleyelim bakalım gidişata göre” davranırız derken bir anda her şeyin nasıl sonuçlandığını gördüklerinde atı alan Üsküdar’ı geçmiş olacaktır.  

 

Burada Kemalist  Cumhuriyet sevdalılarına düşen görev ise  aynı çaba ve gayretle siyaset ve siyasilerin koruyamadığı laik cumhuriyet ve değerlerini, onun bize kazandırdığı yaşam tarzını  korumak mücadelesidir.

 

Kemalizim düşmanlarının her dönem ileri sürdükleri  din elden gidiyor kışkırtmaları  ile  devamlı olarak  laik cumhuriyete karşı  canlı tuttukları  bu kitleleri, aynen karşı devrimcilerin metodlarını kullanarak , ama onların akıllarının önünü tıkayan unsurları temizleyerek, laikliğin inanç ve inananlarla  çatışmadığını bitmek tükenmek bilmeyen bir sabırla anlatmak ve tekrar Cumhuriyete kazandırmak  gerekmektedir.

 

Burada en önemli görev yüce Atatürk’ün ülkeyi teslim ettiği gençlere düşmekle  birlikte bu dinamizmi ve anlayışı bu gençliğe intikal ettirecek her yaştaki Kemalistin görevi  olmalıdır.

Kat edilecek yol çok uzun ve meşakkatli olsa dahi barış ve ikna ile kemalist saflar yurdumuzun en ücra köşesindeki insanımıza kadar ulaşmalı ve ulaştırılmalıdır.

 

Aslında tarih,  aldatılan halk kesimi uyandığı zaman bu gericiliğin hesabının, sebep olanlardan nasıl sorulduğunu kayda geçirecektir. Ama  unutulmamalıdır ki gericilik gelişen dünya teknolojisi ve sosyal ilerlemesi karşısında hiç bir zaman başarılı olamadığı gibi devamlılık ta gösteremez. Bir zamanlar dünyan halklarını inleten Katolik kilisesi bugün etkinliğini kaybetmiş ve akıl, inancın yerini almaya başlamıştır. “Bugün bir çok Katolik, kiliseye devam etmiyor, çocuklarını vaftiz ettirmiyor”( Ilber Ortaylı, Eski Dünya Seyahatnamesi, 2007,sh.158). Iran İslam Cumhuriyeti ise dünyadan izole olmuş yaşamını sürdürebilmenin yıllar boyu artan cefasını çekmektedir.

 

Zaten her toplumsal olay diyalektik gerçeklik gereği kendi içinde kendi karşıt tezini barındırır. Anti-laik anti-Kemalist gericilik ilk adımında, ilk kez doğduğunda içinde kendini yok edici anti tezini de mündemiç olarak var olmuştur. Kendisiyle birlikte iç içe doğan “yenilikçilik” bir antitez olarak varlığını sürdürecektir ve akıl ve teknolojik gelişmeye paralel başarılı olacaktır. Ne var ki şimdi bu gelişmenin hız kazanmaması için bazı yazarlar, kuruluşlar hatta kendileri sadece zenginliklerini veraset yoluyla tevarüs edip de ülkenin gidişatındaki anti laik ilerleyişi göz ardı etmek için “istikrar” kazanmıştır diyen zenginliğinden başka niteliği olmayan sözde bilimciler kazanmış gibi görünseler de sonuç onların ahfadına  onların  dilediklerinden farklı kalacaktır.

---------------------------------------------

(1) Evner Ergun Türkiye’nin BM Temsilciliğinde görevindeyken aracına yerleştirilen bombanın patlaması sonucu 19 Kasım 1984 tarihinde öldü. Bu olayı da, "Ermeni Devrimci Ordusu" adlı örgüt üstlendi.



24.08.2007
Coşkun Ürünlü

 

Önümüzdeki günlerde Kemalizm’in  son kalesi olan Çankaya’nın AKP iktidarına geçip geçmeyeceği sorunu çözümlenecektir. AKP yeni Meclis tarafından kendi istediği adayı seçtirmeyeceğini anladığı anda siyaset sahnesinden çekilen ve temelinde anti-laik ve  anti Kemalist bazı tecrübesiz eski siyasi partilerin yöneticilerinin kaprisleriyle politika sahnesine bıraktıkları “Cumhurbaşkanını halk seçsin” kandırmacası sonucunda AKP nin aylardır dayattığı Abdullah Gül’ü seçtirme senaryosu referandum kanalıyla gerçekleştirilecektir.

En son 31 Mart vakasında zor kullanılarak engellenen gerici ilerleyiş bu iki kanun ile Cumhuriyet Türkiye’sinde uygulanacak devrimin kilit yapı taşlarını teşkil etmiştir. Yeni Cumhuriyet, toplum dokusunu demokratik ilkelere göre yapılandırmak amacıyla bir  partisi kurulmasını ve ciddi bir muhalefet hareketinin inşasını arzulamıştı. Bu amaçla  Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası 17 Kasım 1924 tarihinde kurulmuştur. Ama ne var ki Cumhuriyet rejiminin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Fırkası gericilerin Cumhuriyet karşıtlığından ötürü özellikle de programındaki “Fırka efkar ve itikadat-ı diniyeye hürmetkardır” hükmü nedeniyle mahkeme kararıyla 5 Haziran 1925 de kapatılmıştır. Çok garip bir tesadüftür ama 1950 yılında Cumhuriyet ikinci kez demokrasi gereği bir muhalefet partisi deneyimini arzulamış ve 7 Ocak 1946 tarihinde Demokrat parti kurulmuştur. Ama bu parti de 1960 da kapatılmıştır. Bu kapatılmanın nedenlerinden biri de Partinin Kemalism ve laikliğine ters düşen söylem ve uygulamalarıdır.

 

Demokrat Parti iktidara geldikten 15 gün sonra yani 29 Mayıs 1950 tarihinde, Başbakan Menderes “Sadece millete mal olmuş inkılapları saklı tutacağız” diyerek irticaya ilk yeşil ışığı yakmıştır.

 

 Bundan sonra sırasıyla:

-16 Haziran 1950’de Arapça ezan okunma yasağı kaldırıldı;
- 5 Temmuz 1950 de  Radyodan dini program yayın yasağı kaldırıldı.
- 3 Aralık 1950 de Arap harfleriyle tedrisat yapmak için gizli yada aleni dershane açma hakkındaki 23 Eylül 1931 gün ve 12073 sayılı kararnamedeki yasaklama kaldırıldı. Böylece Kuran kurslarına yeşil ışık yakıldı.
- 25 Mart 1951  Milli Eğitim bakanı Tevfik İleri solcu öğretmenlerin tasfiyesinin sürdüğünü açıkladı.
- 4 Kasım 1951  İlkokulların ders programına din dersi konuldu.
- 21 Temmuz 1953  Profesörlerin politikayla uğraşmaları yasaklandı.
- 19 Mayıs 1957  Menderes yedi yıl içinde onbeşbin cami inşa ettiklerini söyledi.
- Mart 1958  Camilerde düzenlenen mevlitlerin propaganda amacıyla devlet radyosundan naklen yayın uygulaması başlatıldı.

- 19 Ekim 1958 Başbakan Menderes, Said-i Nursi’nin yaşadığı Emirdağ’da Nurcular tarafından hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı, yeşil bayrak açılarak karşılandı. Menderes’in Emirdağ’ı ziyaretini özel bir destek işareti olarak değerlendiren Said-i Nursi, bu olaydan sonra ülke içinde gezilere başladı. (Menderes Risale-i Nurların ilk kez serbestçe basılması için 1956’da talimat vermiş ve kağıt tahsisi yapmıştı)

- 20 Şubat 1959  Londra daki uçak kazasından yurda dönen Menderes boğa ve develerin dahi kesildiği görkemli törenlerle karşılandı. Uçak kazasından kurtulmuş olması nedeniyle taraftarları arasında adeta evliya mertebesinde kabul edilen Menderes Eyüp Sultan’a gitti, yanında büyük bir kalabalıkla türbede dua etti, dağıtılmak üzere resimler çektirdi.  Ama “siz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” söylem ve davranışlarının sonucunda bu parti de 1960 yılında kapatılmıştır.

 

Cumhuriyetin kurulmasından günümüze kadar gelen süreçte bir çok “counter-revolution” harekatlarının özünde ve temelinde hep “din elden gidiyor, dindarlar cezalandırılıyor” klişeleşmiş deyişleri yer almıştır. Ama bu harekatların en ciddi ve en sertine, daha doğru bir ifadeyle, yeni bir meydan okuma stiliyle counter-revolution  davranışına 1965 yılında rastlıyoruz. Bu anti-laik anti-Kemalist karşı koymanın farklı bir şekilde ve bir cüret göstergesiyle vuku bulduğuna şahit oluyoruz. İktidara 7 kez geldiğini ve 8 kez gittiğini devamlı belirten Demirel Başbakanlık koltuğuna ilk kez oturmasından sadece saatler sonrasında Adalet Partisi Grup toplantısında 24 Ekim 1965 tarihinde şöyle seslenmekteydi:

 

 “Muhterem arkadaşlarım; maneviyatına ve mukaddesatına saygılı olunmasını vatandaş istiyor dedim. Devletin kanunları herkesin bu en tabii hakkını teminat altına aldığı halde, biz bunları söyledikçe din istismarı yapıyorsun diyorlar. Şayet kanunlar bunu din istismarı olarak tavsif ediyorsa o taktirde arkadaşlarım size çok büyük vazifeler düşmektedir. O takdirde bu kanunları, Türk halkının binlerce sene zarfında inkişaf ettirip getirdiği manevi kıymetlerini koruyacak şekilde düzeltmeniz lazımdır.” (http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=42440)

 

Ağustos 1967'de kabul edilen İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planında o zaman Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı olan Turgut Özal kanalıyla Plana sokulan İmam Hatip Lise mezunlarının üniversitelere girebilmesini sağlayan imkan Başbakan olarak Süleyman Demirel tarafından onaylanarak daha sonra Plan hükmü haline getirilmiştir. Bu imkan Yüksek Planlama Kurulu ve Bakanlar Kurulundan geçen Plan Dökümanındaki metinde yoktur. Plan dökumanı TBMM giderken daktilo ile eklenen bir cümle ile bu imkan yaratılarak Plan Dökümanına  eklenmiştir. Hatta bu eklentiden dolayı  Egitim Planlamasından sorumlu  o zamanın Sosyal Planlama dairesi başkanı olan Evner Ergun(1)istifa etmiştir. Bulent Ecevit de bu olayı Meclis kürsüsünden “sahtecilik” yapılmıstr diye feryat etmesine ragmen Suleyman Demirel  suskun kalmıstır.

 

Bu yol ile Tevhidi tedrisat kanunun yok edilmesinin ilk adımı atılmıştır. Daha sonra bu Plan hükmü yasalaştırılarak  1924 yılında kabul edilen Kemalismin iki temel taşlarından biri yok edilmiştir 

 

 

 

Yorum Yaz | Makaleyi Yazdır