22 Temmuz Seçimlerinin Düşündürdükleri

22 Temmuz Seçimlerinin Düşündürdükleri

 

Sayın Bekir Coşkun, köşe yazısında (Hürriyet, 26 Temmuz 2007) şöyle söylüyor; “…Bir köşeye sinmiş, tepkisiz, umursamaz, işitmez, bilmez, öğrenmez…Ya da tümünü bilir ama çağdaşlığı sevmez, göbeğini kaşıyan adam kazandı seçimleri…Bu sefer cüzdanını okşayan zengin adamın da desteğini alarak. Yalan mı?”

Sayın Coşkun’un bu tespiti hemen hemen her yazısında görmeye alıştığımız ve her zaman takdir ettiğimiz başarılı bir saptamadır. Ama ne var ki, bu saptamayı oluşturan bazı unsurlarda noksanlıklar da mevcuttur. Zira “Göbeğini kaşıyan” adamın yanında bir de hayatı boyunca aklı yerine inanç dogmalarıyla bütünleştirilmiş bir kafa yapısı taşıyan “Aklını kullanamayan” adam da vardır.

Aklını kullanamayan adam

AKP iktidarının bunca tahribatına rağmen tekrar iktidara taşınmasının ana unsurlarından biri de Osmanlı İmparatorluğu’ndan beri süre gelen ve dini motiflerle donatılmış olan “idare edenlere baş kaldırılamaz” inancıdır. Türkler, Osmanlı İmparatorluğu ve 80 yıllık cumhuriyet tarihinde hakkını isteme içgüdüsünden uzak kalmıştır. Bugünkü Afrika’nın ilkel ülkelerinde dahi herhangi bir tüketim maddesinin fiyatı arttırıldığı zaman o ülkenin halkı bu duruma itiraz sesini yükseltmiştir. Kuyucu Murat Paşa geleneğinden başlayarak günümüze kadar idare edenlere sesini yükseltme olgusu var olamamıştır. İlk kez Türk halkı “Türkiye laiktir laik kalacaktır” ilkesi doğrultusunda sesini yükseltmiş, o zaman iktidarda bulunanların anti-laik söylem ve davranışlarını protesto etmiştir ama anlaşılan o dur ki, bu Sayın Bekir Coşkun’un makalesinde belirttiği üzere halkın %55’ini teşkil eden orta okul eğitiminin altında eğitim görmüş olanların ilgisini hiç çekmemiştir.

AKP’ye oy verenler örneğin Ordu ilinin sokaklarında fındık fiyatlarını protesto ederek açlıktan şikâyet etmelerine rağmen gidip oylarını AKP ye vermişlerdir. Bu oran geçerli oyların %56’sıdır. Bu davranış Türklerin töresel yapılarına uygundur. Çünkü bütün rızk, Yaradan’ın verdiği miktarla sınırlıdır. Bu rızk miktarı ne olursa olsun “tevekkül” ile karşılanmalıdır.

“Aklını kullanamayan adam”’ın diğer bir özelliği, Türklerin genlerinde yüzyıllardır oluşturulmuş olan davranışların içeriğinin akıl renginden çok inanç rengiyle oluşturulması olmuştur. Zira Türklerde İslamiyet, Batı dünyasında görüldüğü üzere reforma tabi tutulmamış hatta 12. yüzyılda “tefsir kapısı kapanmıştır” fetvası ile aklın kullanılması bile yasaklanmıştır. “İçtihat kapısı 12. yüzyılda kapanmıştır. Halbuki değişen toplumun yeni sorunlarını çözüm için içtihat kaçınılmazdır. İçtihat kapısının açılması gerekmektedir. İçtihatta da en önemli unsur akıldır. Bu da aynı zamanda entelektüel hayatın başlangıcıdır.” (1) Seçmenin bu durumunu, AKP liderleri olağanüstü bir maharetle kullanmış ve kitlelere ekonomik durumun dış ilişkilere nasıl ipotek edildiğini, ulusal servetin nasıl elden çıkarıldığını, gelecekteki nesillerin nasıl bir anti-laik yapıda geliştirilmesinin planlandığını, yani iktidarları döneminde, yapılan icraatların ilerde halka nasıl etkiler yaratacağını göz ardı ederek seçim meydanlarında halka bir nevi kitlesel uyuşturma sağlamışlardır. Uyuşturmayı iki tez kullanarak yapmışlardır. Bu iki tezin de ortak temelinde “aklını kullanamayan adam”’ın akıl yerine kullanmaya alışmış olduğu inanç ile renklendirilmiş yöntem uygulanmıştır. Birincisi, kitlelere kendilerinin dindar bir cumhurbaşkanı” istediklerini ama buna CHP ve askerlerin anayasa mahkemesini de kullanarak izin vermediklerini, ikincisi “cumhurbaşkanını halk seçsin dedik onu da kabul etmediler” sözünü ısrarla vurgulamışlardır. Ayrıca, “sözde değil özde” laik bir cumhurbaşkanı istemenin anayasanın değiştirilemeyen maddeleriyle birebir uyum sağladığı gerçeğini kitlelere anlatmamışlar ve hatta kitlelerden gizlemişlerdir. Bu kasıtlı davranışların gerçek nedenlerini hiç anlatmadan kendilerinin ne kadar haksızlığa duçar kaldıklarını yana yakıla vurgulamışlardır. Bunu en güzel vurgulayan, seçim sonuçları alınmasından hemen sonra Abdullah Gül’ün “Niçin millet bu Temmuz sıcağında sandığa gitti? Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci kilitlendiği için.” sözüdür. Hatta bu vurgulamayı o derecede yüksek dozajlarda ve gerçekler göz ardı edilerek, sanki yapılan milletvekilliği seçimi değilmiş de cumhurbaşkanlığı referandumuymuşçasına “Biz cumhurbaşkanını halk seçsin dedik, onu bile kabul etmediler.” deyişiyle süslediler ki, kitleler bu akıl dışı iddialar karşısında “hınç alma” ruhsal durumuna itildiler. Bu duruma gelen halk, Abdullah Gül’e haksızlık yapıldığını, bu haksızlığın geleneksel “kısasa kısas” kuralı gereği cezalandırılması düşüncesine varmış ve ayrıca “halk seçsin dedik onu da reddettiler” deyişi karşısında halk “kendine” de haksızlık yapıldığını zannederek “hınç alma” akıl dışılığı durumuna itilmiştir. Bunun en çarpıcı delili seçim sonuçlarının ilk saatlerde alınmasından sonra Bülent Arınç’ın “bu da halkın muhtırasıdır” diye beyanat vermesidir. Yani diğer bir deyişle, 1- AKP haksızlığa uğramıştır 2- Halk haksızlığa uğratılmıştır teması meydan mitinglerinde büyük bir ustalıkla işlenerek kitleler kandırılmışlardır.

AKP, Atatürkçülüğün ve Kemalizm’in ilerleme patikasında önüne konulan engelleme taşlarının en son basamağıdır. Prof. Üskül’ün pervasızca ve dozajını giderek artırdığı anti-laik, anti-Kemalist söylemleri Atatürk devrimlerine karşı beliren karşı devrim (counter revolution)hamlelerin en cüretlisidir. Hiç unutulmamalıdır ki, bu karşı çıkmalar, yıpratıcı taş koymalar 1920 yılında yaratılan Türkiye’nin önüne konulan ne ilk ne de son taş koyma olacaktır. “Cumhuriyet’in ilanıyla başlamış olan ve 3 Mart 1924 de Hilafetin ilgası ve Tevhidi – Tedrisat kanununun yasalaşmasıyla gelişen Kemalist hareket, karşısında Osmanlı’nın Batılılaşma sürecinde dahi karşısına çıkmış ve zaman zaman Halife – Padişahların hal edilmesine neden olmuş ya da bazı ricalin hatta sadrazamların azil ve katline neden olmuş “din elden gidiyor” ayaklanmalarıyla devleti sarsan gerici ayaklanmaların ya da başkaldırmaların yok edilmesini sağlayacak güçlü bir darbe olmuştur.”

 

17 Kasım 1924 de kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ikinci siyasi partisidir ve bu fırka cumhuriyet tarihinin Kemalizm’e karşı ilk organize muhalefet hareketidir...Gazi Mustafa Kemal’le röportaj yapan The Times muhabiri Maxwell Macartney’in raporunda, Atatürk’ün şu sözlerini nakleder; “Terakkiperverler, cumhuriyetçiliklerinde samimi değiller, programları bir sahtekarlık örneği, onlar düpedüz gerici, nankör ve vatan hainidir.

(Bkz: http://tr.wikipedia.org/wiki/Terakkiperver_Cumhuriyet_F%C4%B1rkas%C4%B1)

 

Daha sonra sırasıyla Menemen gerici ayaklanması, Menderes’in “siz hilafeti bile getirebilirsiniz” özdeyişi, Refah-yol iktidarının tarikat liderlerini köşkte yemeğe çağırması, Sincan olaylarının nedenleri, hepsi Kemalist Devrim’e karşı birer temel yıkıcı güç olarak tarihimizde yerlerini almış gericiliğe doğru kilometre taşlarıdır ve her seferinde de Cumhuriyeti koruma ve kollama görevine sadık kalan silahlı kuvvetlerimiz bu gericiliğe doğru gidişata “dur” demek zorunda bırakılmıştır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası olayı Takrir-i Sükun kanunu yürürlüğe konularak partinin, 5 Haziran 1925’te kapatılmasıyla son bulmuştur. Menderes’in “siz hilafeti bile getirebilirsiniz” anlayışı 1960 müdahalesiyle son bulmuştur.

Kemalizm’e karşı anti-laik geleneğin sürdürülmesi ve bunu açık açık ya da sinsi savunan veya uygulayanların siyasi iktidara sahip olmaları sürmekte ve en önemlisi Kemalizm’i savunan bir siyasi parti iktidara gelememektedir. Unutulmamalıdır ki Süleyman Demirel defalarca zor kullanılarak iktidardan düşürülmüş ama ne var ki, halk oyuyla tekrar iktidara taşınmıştır. Bu yol haritasında her seçim sonucunda ortaya çıkan ve Sn. Öymen’in deyimi ile “mantık dışı” olgu, Türk halkının aklını mantıklı kullanmaması için yoğun dinsel baskı ve töresel unsurlar kullanılarak onun kendi dini ve töresel öz değerlerinin kaybolacağı “korkusu” ve “tehdidi” ile oy verme yönünü hep kendi çıkarlarına doğru döndürmüşlerdir. Machiavelli, “Prens” adlı eserinde, bir hükümdarın hükmetme başarısının korkuya dayandırmasına bağlı olduğunu belirtmekte ve hükümdar korku ile yönetmek yerine sevgiyi esas alırsa başarısızlığı mahkum olacağını söylemektedir. Zira ona göre sevgi, devamlı beslenmesi gereken bir psikolojik olgudur ve tekrar tekrar sunulması gerekmektedir. Ama bir kez korkutmak yeterlidir. Korkunun tekrarına ihtiyaç yoktur. Türk halkının kendi dini değerlerinin kaybolacağı tehdidi ile korkutulması yoluyla aldatılışının ısrarla söylenmesi metoduyla Atatürk’ün büyük devrimlerine ve ideolojisine “karşı-devrim” sürüp gitmektedir. Kemalist devrim, ulusalcı, antiemperyalist ve hilafeti ortadan kaldıran, laikliği temel alan bir devrimdir. Kemalist devrim diğer bir deyişle, Osmanlı halifesinin ve O’nun yardakçılarının dalalet ve hıyanet içinde bulunmasını ortadan kaldıran bir devrimdir. Kemalist devrim, Osmanlı halifesinin İngiliz emperyalistleriyle işbirliği yaparak Sevr anlaşmasına giden yola karşı bir antitezdir. Toplumun ihtilalci bir uyanışıdır. Bu ihtilale karşı yapılacak herhangi bir karşı devrim günümüzde halk aydınlatılarak engellenemediği takdirde gelecek günlerimiz bir mücadele sürecine girecektir. Bu mücadelenin çok zor olacağı açıktır. Çünkü; “Cüzdanını okşayan zengin adam” ve ona bağlı olanlar bu tür iktidarları desteklemeye devam edeceklerdir. Bunun en güzel örneği, kendilerini siyaset uzmanı sanan ancak sadece “cüzdanını okşayan zengin adam” niteliğine sahip olanlardan bazıları AKP’nin seçimi kazanmasını, AKP merkezin partisi olmuştur diyerek “durumdan görev” çıkarmış, böylelikle bu siyasal iktidarı destekleyeceklerini açıkça ifade etmişlerdir. Türkiye’nin kaynaklarına dayanarak ve geçmiş dönem devlet teşvik ve imkanlarıyla tekelleşmiş üretim yapacak seviyeye getirilen ve bu üretimlerini emperyal çevrelerin ekonomik yapılarıyla bütünleştirmede ulusal çıkarları göz ardı ederek AKP iktidarını destekleyen ve dış çevrelerin siyasal, sosyal ve ekonomik kurum ve kuruluşlarıyla kendilerini bütünleştirmeyi marifet sayan kurumlar, üniversiteler, dernekler, sivil toplum örgütleri, meslek odaları kuruluşları adı altında Türkiye’nin kuruluşundaki nitelikleri alt üst etmeye çalışmaktadırlar. Savaş yıllarında esnaf şirketlerini örgütlemeyle başlayan ve 6-7 Eylül olayları, varlık vergisi olgusuna kadar devam eden “Türk müteşebbisi” yaratma mücadelesinin 1963 yılında ortak pazar anlaşmasının imzalanmasıyla başlayan ilişkilerinin, 1838 ticaret sözleşmelerinin hazin sonuçlarına benzer sonuçlar vermesini göz ardı ederek ve tırnaklarıyla kazınarak elde edilen Türk milli sermayedar olgusunu bugünkü Türk müteşebbisleri bizzat kendileri yok etmişlerdir.

“Cüzdanını okşayan zengin adam”’a ek olarak ve onunla bütünleşmiş olan ve iç ve dış çevrelerin çıkarlarını ön planda tutarak bu çevrelerin isteklerine uyarak Türkiye’nin temel yapısını değiştirme, yok etme ve Türkiye’yi Batı medeniyet seviyesinden uzaklaştırma arzularına “biat” etme dürtüsüyle monopolleşmiş çıkarcı medya dünyasıyla birlikte savunan saygın (!) medya sahipleri, yöneticileri ve yazarları da vardır. Bunların benzerleri vatan haini Vahdettin döneminde de görülmüşlerdir. Günlük ulusal gazeteler ile ulusal yayın yapan televizyon ve radyoların sahipliğinde tekelciliğin olağanüstü artması sonucunda halkın akıl dışı davranması devam ettirilecektir. En kötüsü de siyasal iktidarın bu basın monopollerini birçok olanaklarla desteklemesi; diğer bir deyişle, tekelci medyayla siyasal iktidarın özdeşleşmesi karşısında; kadınları özgür olmayan, seçimlerde oy kullananların %55’inin orta okul tahsilinden az eğitimi olan, üç kilo kömürle iki kilo bulgura muhtaç kitleler dinsel ve töresel kışkırtmalarla uyutulmaya devam edildiği sürece ve halk aydınlatılmadığı sürece bu karşı ihtilal engellenemeyecektir. Diğer yandan karşı ihtilalin etkilerini azaltacak hiçbir muhalefet oluşturulamamıştır. Klasik muhalefet anlayışının temelinde hala “sen ben” kavgası yatmakta, sanki alınan seçim sonucundaki suçlu, oyunu arttıran bir siyasal partinin genel başkanıymış gibi, bu genel başkana yüklenilerek bu gelişen karşı ihtilal oluşum unutturulmaya çalışılmaktadır. Bu uğraşlar o kadar ileri gitmiştir ki, bir muhalefet partisinin başkanının istifasını isteyen ama o partinin üyesi dahi olmayan kişiler kendi çıkarları için “sen ben” kavgası yürütmektedirler. Kendisine aydın diyen, birçok yazar çizer, Kemalist devrimin temel kurallarından biri olan tam bağımsızlık ilkesinin ve misak-ı milli sınırlarının tartışmaya açılmasına ön ayak olacak şekilde hıyanet ve dalalet içindedirler. Değerleri “kendinden menkul” bu aydın(!) kişiler tekelci medyanın sunduğu baş köşeleri kullanmaktadır ve etkinlikleri fütursuzca sürmektedir.

22 Temmuz seçimlerinin sonuçları Kemalizm’e inanan ve onun savunuculuğunu yapan aydın insanları şaşkına döndürmüştür. Adeta toplumsal bir şok içine girmişler ve hele hele yurtdışı anti-Türk unsurların yerli iştirakçileriyle birlikte bayram havasına girmelerini adeta kabul edememişlerdir. Yurtdışı mihrakların Avrupalı olanları kendi ekonomik çıkarlarının globalizasyon yutturmacısının devam edeceğini görünce sevinçle beyanatlar vermişlerdir. ABD tarafı seçim sonuçlarını biraz daha dikkatle değerlendirmiş ve kendileri açısından Irak olayından dolayı “sınır ötesi harekat”ın artık yapılmayacağını düşünerek rahat bir nefes almışlardır. Diğer bir deyişle, yurtdışı odaklar Türkiye’nin artık Misak-ı Milli “sınırlarının korunması” ve “tam bağımsız” ve “laik” bir Türkiye olmaktan çıkarılabileceğini ve onun yerine Batı’nın kapısında diz çökmüş, bütünlüğü sarsılmış bir ülke olarak kendilerinin sevk ve idaresine bağlı bir ülke olacağı inançlarının verdiği coşkuyla sevinmişlerdir. Yurtdışı merkezlerin sevinmelerini onların menfaatleri gereği olarak kabul etsek dahi kendilerinin yerli ortaklarının şirketlerinin daha seçim sonuçları kesinlik kazanmadan ve aceleyle sevinerek AKP’yi başarılı ilan etmelerinin nedeninin anlaşılması oldukça güç gözükebilir. Ama dikkatle düşünülecek olursa, onlar için globalizasyon üniversaldır ve dolayısıyla ticari anlaşmalarını ister Washington’da ister Bruksel’de isterse Ankara’da yapsınlar sonuçlarının kendi ülkelerinin çıkarlarına uygun olması onlar için önemli değildir. Zira onlar küreselleşmenin gereği olarak kararların sadece bir ulusun çıkarlarına uygun değil, uluslar arası tekellerin çıkarlarına uygun olması gerekliliğine inanmış aktörlerdir. “Sol” kazanmasın diye o kadar çok çabaladılar ki, sadece maddi imkanlarını değil, aynı zamanda kendilerinin kontrolü ve yönetimi altında olan TV, radyo ve yazılı basını acımasız bir şekilde AKP lehine kullandılar. Peki, sol kazanmasın diye bu kadar çabalamalarının nedeni ne idi? Acaba seçimi sol kazansaydı, sol ne yapacaktı bu sermayedarlara? Üretim tesislerini ellerinden alıp devletleştirecek miydi? İşçi sınıfı kendi çıkarlarını koruyamıyor diye devlet olarak bu kapitalistlere karşı işçi ve sendikaları teşvik edecek ve destekleyecek miydi? Yatırım yapmamasına rağmen inanılmaz maddi karlarını artıran bu teşebbüsleri yatırıma zorlayıp işsizliğe çare bulmalarını mı isteyecekti? Gelir dağılımındaki giderek artan dengesizliğin düzeltilmesi için onlardan özveri mi isteyecek idi? Sanki 1950 yılından beri siyasal iktidara gelen sağ partilerin isimleri farklı farklı olsa da uyguladıkları politikalar kısa dönemler hariç aynı olmamış gibi? Sanki 1950 yılından beri siyasal iktidar sahiplerinin hemen hemen hepsi din faktörünü kullanmamış sanki Kemalizm’den taviz vermemiş gibi? Sanki Kemalist Türkiye’nin temeli olan laiklik ve bağımsızlık ilkelerini çiğnememişler, sanki AB’ye tek taraflı tavizler vermemişler gibi. Neden farklıydı seçim mitingleri ve diğer faaliyetler bu kez?

Bu seçim farklıydı; zira AKP siyasal iktidara ve bürokratik yapıya sahip olacak ve yargı yasama yürütme gücünün tek hakimi olacak ve sistem ve rejim Kemalizm’e en büyük darbeyi indirme imkanına kavuşacak yani kısaca 1924 yılında yarım kalan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın İslami yönetim modelini bugünkü “ılımlı İslam” modeliyle devam ettirerek Atatürkçü yapıdan uzaklaştırılacaktı.

22 Temmuz seçimleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihindeki en önemli seçim idi. Bu seçimlerde, sağ – sol fikir ayrılığından daha çok, laik – anti laik rejim ayrılığı esas olmuştur. Nitekim bu ayrılığı bir demokratik fikir ayrılığı olarak görmek gerçekleri yansıtmayacaktır. Bu ayrılık, ülkenin rejimini kökünden değiştirebilecek bir ayrılıktır. Ülkeyi bu kırılma noktasından kurtarmada görev, Atatürk’ü ve Kemalizm’i anlamış, özümsemiş ve halka da bu değerleri anlatabilecek insanlara ve özellikle de gençlere düşmektedir.

Coşkun Ürünlü

1 Ağustos 2007

­­­­­­­­_____________________________

(1) Prof. Dr. Hasan Onat, Milliyet 16 Şubat 2004

 

 

Yorum Yaz | Makaleyi Yazdır