ABD- İran Anlaşmazlığı

ABD- İRAN ANLAŞMAZLIĞI

 

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton  19 Eylül 2010 tarihinde  Amerikan ABC televizyonunda Anne Gearan’a verdiği mülakatta şunları söylemektedir (1):
 
“ABD’nin İran’ın askeri gücünün artmasından duyduğu endişesi gittikçe artmaktadır ve tespitlere göre birçok İran vatandaşının da bu durum karşısında endişeleri vardır.
 
Birçok İranlı'nın ,hatta başlangıçta ihtilale sempati duyanların, mevcut hükümetin gittiği yön hakkında şimdi ciddi ikincil düşünceler göstermeye başladıklarını saptadık.
 
İslam cumhuriyetinin kurulması aşamasında (yani Şah Rıza Pehlevi’nin devrilmesi aşamasında-CÜ) yeni rejimin gelmesini savunanlar, gelecek rejimin “cumhuriyet” olduğunu söylediler. Ama dedikleri cumhuriyetin “İslami cumhuriyet” olacağını söylediler. (Cumhuriyet olması ABD için yeterliydi-CÜ)
 
Daha sonraları biz Amerika, yaptıkları seçimin şaibeli bir seçim olduğunu gördük ve bu seçim sonunda seçilmiş yöneticilerin kendi güçlerini takviye etmek için askeriyeye dönüş yaptıklarını gördük.
 
ABD birçok İranlı’nın bu askeri güce yönelmeyi engelleyecekleri ümidini taşımaktadır. İran’daki sorumlu sivil ve dini liderlerin devlet aygıtını ele geçireceğini ümit etmekteyiz.”
 
Demek oluyor ki Clinton, “Yeter ki cumhuriyet olsun, İslam cumhuriyeti olması önemli değil” diyerek Amerika’nın ana düşüncesini belirtmektedir. Ancak, bir ülkenin rejiminin ister krallık, ister şeyhlik, ister cumhuriyet olsun eğer şeriat kurallarına göre yönetim uygulanıyorsa nihai tahlilde hepsinin ayniyet taşıdığının bilinmesi gerekir. Örneğin Suudi Arabistan krallık, Arap Emirlikleri şeyhlik, İran ise cumhuriyet adını taşımakta ama İslami şeriat kurallarına dayanan rejimlerle yönetilmektedirler. Hepsinin uyguladığı temel, Kuran-ı Kerim’e, yani ayet ve dogmalar ile hadis ve ulema yorumlarına dayanmaktadır.

Clinton’un bu mülakatının özünden anladığımız kadarıyla ABD’nin, kendi menfaatlerine ters düşen ve  Muhammed Rıza Pehlevi’nin babasının Atatürk’ten ilham alarak yerleştirdiği laik devlet yapısının (2) yıkılarak Müslüman bir iktidara yani kendi çıkarlarına ters düşmeyeceğini hesapladığı, bir Cumhuriyet yapısına dönüştürmeyi tercih ettiği aleniyet kazanmıştır. İran halkının değil kendi çıkarlarına hizmet eden bir İslami devlet kurarak, şeriat rejiminin gelmesini tercih eden ABD'nin, İmam Humeyni ve taraftarlarını tümüyle desteklediği ortaya çıkmaktadır. Diğer bir deyişle ,ABD’nin kendi emperyalist çıkarlarına ters gelen Şahlık rejimini tepeleme arzusunun dinci mollaların şeriat devleti kurma arzusu ile örtüştüğü ortaya çıkmaktadır.
 
İran, ABD’nin desteği ve izni ile 1978 - 1979’da mollaların eline geçmiştir. Burada aslında İran Şah’ının da büyük hatası vardır. O da kendi söyleyişi olduğu rivayet edilen şu cümlede yatmaktadır; “Ben Atatürk’ü yanlış anlamışım, O Din’i serbest bırakırken ben Din’i yasakladım.”
 
Halkın dininin yasaklanmasından ötürü İran'lıların hemen hemen hepsinin Şah rejiminin devrilmesine ve Humeyni rejiminin ABD’nin yardımını alarak kurulmasına destek verdikleri görülmüştür. Bu ikisinin çıkarlarının örtüşmesinin temelinde ABD’nin düşünce kuruluşlarının İslam dininin Hıristiyan dininden farklı olduğunu keşfetmiş olmaları yatmaktadır : Hıristiyanlıktaki temel nitelik insanların aklını kullanmasını engelleyen dogmalar ve ayetlerin olmaması ve insanların hayat biçimlerini, düşüncelerini, eylemlerini sınırlayan hükümlerin mevcut olmamasıdır. Hıristiyan dininin uygulandığı Ortaçağ döneminde hıristiyanlık adına “edict”lerle (3) insanların yönlendirilmesi, engizisyon mahkemelerinde yargılanmaları ve çoğunlukla insanların yok edilip öldürülmesi uygulanmıştır. İslam dünyasında ise aklın hâkimiyetinin temelini oluşturan Rönesans tecrübesinin geçirilmemesinden ötürü, günümüz İslami devlet rejimlerinin hakim olduğu ülkelerde,insanların hala tıpkı Ortaçağ Hıristiyan dünyasındaki Vatikan’ın gücü gibi bir yönetim düzeni içinde yaşadıklarını ABD saptamıştır.  ABD’nin farkına vardığı şey, İslam’ın en önemli özelliği olan İslami kanunların kaynağının değişmez oluşudur. Müslümanlığın kitabı Kuran-ı Kerim, şeriat kanunları ve fetvalar a) Devlet yönetimini, b) Devletle insan arasındaki ilişkiyi, c) İnsanların birbirleriyle ilişkisini ve d) İnsanların kendi öz yaşam kurallarının sürdürülme tarzlarını sınırlandırmıştır .
 
Dinden gelen güçle donatılmış Halife, Şeyhülislam, Ayetullah, Ulema, vs. isimlerle isimlendirilen yöneticilere insanların mutlak itaati zorunludur. Bu mutlak itaatte aranılan en önemli husus olayın şeriata uygun olup olmadığının tespiti hakkında karar vericilerin “dini devlet” ricalinin olması ve insanların “kul” olarak itaate zorlanmasıdır.. Bu zorlama “kırbaç cezası, veya idam” olabilir.
 
Hiristiyanlığın esas olduğu ülkelerde din kurallarının insanın fiziki  veya sosyal varlığını taciz etmesi ya da yok etmesi gücü yoktur; bu, Rönesans ile tarihe gömülmüş ve laik rejimler onun yerine ihdas edilmiştir.
 
İslami yönetimlerde esas olan cennet-cehennem ikiliği (dualite) dir. Şeriatta İslami kurallara uymayarak yaşamını sürdürenler “mücazaat” olarak cehenneme gidecektir düsturu ve onun karşısında şeriata uyulduğu takdirde “mükâfat” olarak cennete gitme düşüncesi İslam rejimi ile yönetilen halkların beyin kıvrımlarını akıl yerine bu tür dogmalarla koşullandırmıştır.
 
İslami rejimlerle yönetilen ülkelerde insanın , şeriat hükümlerine toplumsal bir birey olarak uyup uymadığı değil, örneğin, karı-koca ilişkisinde karının kocaya karşı görevleri, mirasın nasıl bölüşüleceği, kadın ve erkeklerin tanık olabilme koşulları, ibadetlerinde usullerine uygun davranıp davranmadıkları vb. konular İmamlar tarafından belirtilmektedir.Bu tür  uygulamalar , sadece toplumsal değil kişisel davranışların sınırlarının da belli kalıplar içinde dondurulması demektir. Akla uygun gelmese dahi “yöneticiye” mutlak itaat gereklidir. Herhangi bir şekilde yöneticinin kişisel tasarruflarına, hatta düşüncelerine başkaldırmak yasaktır. Mesela İran’ın son başbakanı Safar Sharif-Emani seçim öncesi basın özgürlüğü istediğinde İmam Humeyni aynen şunu söylemiştir; “Bu adam hangi özgürlükten bahsediyor, özgürlük vermek ona mı kalmış? Allah insanlara özgürlük vermiştir. İslam onlara özgürlük vermiştir” .(4)
 
Burada önemli bir husus, Hıristiyanlık’ta Papa “edict”ine uymamak ya da kilisenin emirlerine riayet etmemenin öbür dünyada cehennemle cezalandırılacağı tehdidinin olmayışıdır.İslamiyet’te ise, cezaların uygulanacağı tehdidinin devamlı olma özelliğini taşıması, kalkınmakta olan ülkelerin cahil halklarının yaşamlarını boğmaktadır. Halkın, siyasal iktidarı elinde tutan yöneticilerin insafına kalmaları sonucunu vermektedir. Bu olayın en acı örneğini İran İslam Devrimi göstermektedir.
 
Humeyni, dinci devrimi sonucunda iktidarı ele geçirerek iktidarını pekiştirmiş ve bu pekiştirme sürecinde yani 1978–2008 tarihleri arasında  yayınlanan aklı hapseden fetva, ayet ve dogmalarla yönetilen insanların özgürlük feryatlarını ABD duymazdan gelmiştir. Bunun tek ve temel nedeni İran’daki dinci siyasal iktidarın ve bu iktidarın silahlı güçleri olan İran Silahlı Kuvvetleri ve Devrim Muhafızları adı altındaki İslami hükümetin “özel” muharip gücünün varlığı ve bunların ABD’nin çıkarlarına hizmet etmesidir (5).
 
Büyük Ortadoğu Projesi’nin içinde yer alan ülkelerin yönetimlerindeki dinci siyasal iktidar sahiplerinin tek istekleri Atatürk’ün “laik” esaslar ile halifeliği yok ederek, hukuk sistemi olarak Batı Uygarlığına ulaşma amacını getirmiş olmasına karşı koymaktır; yani “milli" devlet, çağdaş insan hakları, bilim ve aklı esas alan ülkeler arasında yer almaya karşı koymaktır. Çünkü, 1920 ‘deki Atatürk fenomeni bütün Ortadoğu ülkelerinin yaşamını altüst etmiş,dogma ve şeriat yerine,akıl ve bilimin esas alınmasını getirmiştir.  Ancak, aklı reddederek , onun yerine yedinci asırdan beri uygulanan şeriat sistemini getirmeye  koşullandırılmış kişilerin ABD’nin çıkarlarına daha kolaylıkla uyum göstermiş olmaları doğaldır. Diğer bir deyişle ABD’nin şeriatla yönetime “evet”  demesine karşılık olarak dinci hükümetler de ABD’nin isteğini yerine getirmekte hiçbir sakınca görmemişlerdir. Onlar için emperyalistlerin “dünyevi” isteklerini reddetmek yerine o istekleri karşılamak “normal”dir.  Ortadoğu’nun petrol, su ve maden kaynaklarının İngiltere başta olmak üzere tüm emperyalist ülkelere peşkeş çekilmiş olmasının şeriatçılar için önemi yoktur.  Onlar için asıl mesele şeriat hükümlerinin Atatürk öncesinde olduğu gibi tekrar yürürlüğe girmesini sağlamak ve Allah’ın takdirini kazanmaktır. Ama zaten petrol, maden ya da su kaynaklarına sahip olmak dünyevi bir olaydır. Ahirette geçerli olan ,dinciliğin gerektirdiği şeraite uymak ve ibadette bulunmaktır.
 
ABD’nin unuttuğu çok önemli bir gerçek vardır. Bu gerçek İran için çok daha önemlidir. Bu ülke insanlarının da imparatorluk kurmuş olmalarının mirasını iliklerinde taşımakta oluşlarıdır. İran Pers İmparatorluğu’nun ülke insanlarının torunları için, Büyük Ortadoğu Projesi adına İslami baskı altında aklın hapsedildiği günler geçicidir. İran yüzyıllarca “millet” kavramıyla yaşamlarını sürdürmüş bir ülkedir. Bu ülkenin “devlet” tecrübesi vardır. İran, hiçbir zaman Suudi Arabistan gibi aşiret, kabile hayatını sürdüren ülke olmamıştır. Suudi Arabistan belli bir zümrenin elinde, Batı Emperyalizminin güdümünde kurulmuş ve yaşamaya devam etmiştir. Ne ABD ne de İngiltere bu devlete ses çıkarmaya gerek duymamaktadır. Zira, Suudi krallık rejimini yürüten tarikat liderleri olan sözde krallar ,yönetimde şeriatın sürmesini sağlayan emperyalizmin kuklaları olmaktan mutludurlar.
 
Hillary Clinton’ın söylediklerine göre , İran’ın askere doğru yönelmelerine ABD'nin şaşırması önemli bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Emperyalist amaçlara uyma koşulunu kabul eden Humeyni’yi destekleyerek İslam Cumhuriyetini onaylayan ABD, bu onaylamaya güvenerek İslami şeriat kurallarını uygulayarak siyasal iktidarı alan ve Fransa’da yaşayan Humeyni’yi Tahran’a girerken alkışlayan İran'lılara şimdi neden “Harekete geçin ve hükümetten askere doğru gidişini durdurun, hükümeti engelleyin” demekte ve bunu din adamlarına ve sivil toplum kuruluşlarına söylemektedir.
 
Aslında burada  garip bir durum görülmektedir. Laik Şah rejimini yıkmak için din adamlarını destekleyen ve din adamlarının Şahı devirerek, laikliği yıkarak, din devletini kurduran  ABD, dincilerin yönetimindeki “Devlet” aygıtını ele geçirmeleri için yine “din adamlarını” göreve çağırmaktadır. Bu istek Vatikan Devleti’nin başkanı olan Papa’nın devrilmesini Vatikan’ı oluşturan Papazlardan istemekten farklı değildir.
 
Burada çok açık olan bir şey var; o da İran ordusunu idamlarla yok eden İslam Devleti’ni şimdi orduyu canlandırdığı için kötüleyen ABD neden tavır değiştirmiştir.
 
Bunun nedeninin aynısını Stalin dönemindeki gelişmelerde  görüyoruz.
 
Stalin kendi iktidarını güçlendirmek için Lenin’in arkadaşlarını idam ettikten sonra Rus ordusunun elit tabakasını “kanguru” mahkemelerinde mahkûm etmiştir. Stalin 1936–1938 yılları aralarında Kamenev, Bukharin ve Zinoviev gibi 1917 devriminin elitlerini “Troçki”ci olarak suçlamış ve sağcılıkla itham ederek idam etmiştir. Özellikle Mareşal Tukhachevsky’inin idam edilmesi 1941’deki Nazi işgalinin ilk yıllarında Alman galibiyetinin nedeni olarak görülen bir olgudur . Hatta Sovyet ordularının komutanı Voroshilov yönetimindeki askerlerden 185000'inin kayıp verilmesi üzerine, Stalin'in tenkitlerine ve ithamlarına karşılık Vorosilov, 1930 'lardaki ''temizlik-purge''ile Kızıl Ordu'nun en iyi generallerinin öldürülmesinden dolayı Stalin'i suçlamıştır.(6)
                
Stalin, yönetimini icra ederken kendi iktidarına muhalefet edenleri “bunlar sağcıdır” yaftasıyla suçlamaya devam etmiştir. Ama Nazi İşgali hızla ilerlemeye başlayınca yani Rus Milletinin esareti ve Rus Devletinin tarihten silinmesinin gerçekleşmesinin ışıkları belirince, halka “Sosyalizmin düşmanlarını yok edelim” diyerek bir zamanlar elit orduyu “yok etme” nedenlerini kullanmak yerine, “Devlet olmanın gereği'' olarak Rus “milletini” canını feda etmeye çağırmış ve yeniden orduyu yaratmanın telaşına kapılmıştır. İran’daki dinci rejimin orduya yanaşmasının nedeni ,yüzyıllardan beri “devlet-millet” anlayışını yaşayan İran ülkesinin de  tıpkı Irak’ın  yok edilmesi gibi, ABD ve İngiltere tarafından savaşla yok edilme niyetinde olunduğunu fark etmesi, yani “İran vatanının” yok edilmesi tehlikesine karşı harekete geçmiş olmasıdır.
 
Tıpkı Stalin’in millet-devlet Naziler tarafından yok edileceği anlaşıldığında nasıl “sosyalizmi ve komünizm sistemini kurduk, faşist Naziler bu sistemi yok etmek üzere ülkemize saldırmışlardır, ey Sovyet halkı, komunizm kayboluyor” dememiş, onun yerine “Vatan elden gidiyor” söylemiyle halkın gerçek mücadelesini sağlayabilmiştir. Milyonlarca Rus, örneğin, Leningrad savunmasında canlarını seve seve vatan için vermişlerdir ve ideolojik sloganlar ya da dinci sloganlar yerine millet şuurunun gerektirdiği mücadele azmi oluşmuştur.

Aynı şekilde ölümsüz Büyük Önder Atatürk de Kurtuluş Savaşı’nda halka “ Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh  bütün “VATAN”dır’’ diye seslenmişti. Yani “Ey ahali din elden gidiyor, şeriat bayrağı altına geliniz, canınızı din için veriniz” dememişti. Ama zaten Padişah-Halife Vahdettin, Cihat Çağrısı yapmış ama hiçbir Müslüman kişi ,grup ya da ülke bu çağrıyı kaale dahi almamıştı. Tam aksine Arap Kabileler, Şeyhler, Ulema gibi İslam din adamları İngilizler ile işbirliği yaparak Müslüman Türk askerlerini arkadan vurmuşlardır. Bunun nedeni vatan ve millet olmuş ülkelerde insan varlığının din ya da teokratik saplantılara uymakla değil kendisini isimlendirdiği vatan adı ve millet adıyla hareket ettiğidir. Irak’ın kolaylıkla işgal edilip parçalanmasında , Amerika ve İngiltere’nin Irak’ı bombalaması anında dahi bir milli cephe kurmak ya da vatanı kurtarmak gibi bir oluşuma rastlanmamıştır. Çünkü Irak, İngiltere tarafından yaratılmış, kabile ve cemaatlerden oluşmuş ve hiçbir zaman devlet-millet olamamış bir toprak parçası olarak var olmuştur.

Antik yunan medeniyetinin Avrupa’da  Rönesans yoluyla yeniden doğması ve bu akla dayalı medeniyetin yerleşmesi yani insan haklarına saygılı ve  kadın erkek ve  çocuk  her ferdin insan oluşlarından dolayı  eşit haklarla  varlıklarını sürdürmesi olayı Batı uygarlığının hakim olduğu ülkelerde yürürlüktedir.  Ama bu ülkelerin hiç birisi cemaat ya da dini tarikat ya da  dinci siyasal iktidarlar tarafından yönetilmemektedir. Bunun sebebi 1789 Fransız ihtilalının sonucu olarak Rönesansın yeniden dogması ile ulaşılan  1848 devrimi ve o tarihe kadar  var olan feodal yapının  gerektirdiği  cemaat yapılanmasının  değişmesi ve yerine kapitalist  yapılanmanın gerektirdiği milli devlet  niteliğine ulaşılmış olmasıdır.
 
Feodal üretim ilişkilerinin yarattığı “cemaat”  yapısı  bir gereklilik olarak toprak ağalığı  üst yapısını doğurmuştur. Toprak ağalı sisteminin dayandığı “meşruiyet” ilkesine göre Tanrı’nın sahipliğini  verdiği  arazinin üstündeki her yaşayan canlı  ya da var olan her “şey”in üzerinde  Ağa’nın red edilemez hakkı vardır.  Buna uygun siyasal iktidar yapıları da beraberinde oluşur. Bu durumun savunucuları çoğunlukla toprak ağalığının yıkılmasını önleyecek şekilde çabalarını sürdürürler. Örneğin, 1945 senesine kadar TBMM’de komisyon raportörlüğü yapan Adnan Menderes, o yıl Saraçoğlu Hükümeti’nin getirdiği Toprak Kanunu Tasarısı’nı şiddetle reddederek, komisyondan istifa etmiştir. (7)

Ağanın otoritesi Tanrının lütuf ve emirlerine dayanmaktadır.  Topraktaki ilişki ücret- emek değil ihsan-emek ilişkisidir. Bu ilişkinin dini anlayışlarla  yasallaştırılması ayetler  ya da ulemanın fetvalarıyla  yürürlükte kalmak zorundadır. Osmanlı imparatorluğundaki “mecelle” hukuku  bunun en bariz örneğidir.  Ama bir toplum  bu feodal ilişkiden “millet” ilişkisine  döndüğünde ,  cemaate özgü din etkisi  kalkıp laik sistemin kuralları hakim olur. Bu bir tarihi olgudur.Ancak İran'da olduğu gibi, demokrasinin özüne aykırı olan(8)''sandık=seçim''gibi uygulama yollarının varlığı,ve bu yolla ''ümmi'' toplumlarda cemaat felsefesi uygulayanların siyasal iktidara gelmelerinin normal bir sonuç  olması bu dönüşüme engel olmaktadır  Ama  “ümmi”lik azaldıkça  bu cemaat örgütlenmesinin  varlığı da  eriyip  yok olacaktır. O zamana kadar gecen  yıllarda toplumların aydınlatılmasının  hızlanması elde edilemezse bu çarpık yapı devam edecektir.(9)

Cemaat yapısının millet yapısına dönmesi geciktirilebilir. Ama nihai tahlilde ekonomi biliminin bir  kuralı vardır. O da ekonomik yapıya hiçbir dıştan müdahale olmasa ,hiç bir  ileriye dönük  değişiklik yapılmasa dahi  ekonominin iç dinamikleri çağdışı feodal üretim ilişkilerinin  devam etmesine izin vermez. Dolayısıyla  feodalizmin üst yapısı olan  cemaat anlayışı içinde ağalık- mollalık gibi  üst yapı birimleri de  devam edemez. Bilimin söylediği bir gerçek  vardır. O da kapitalizmin  feodalizmi eninde sonunda yıkacağıdır. Bunun  sonucu olarak da  feodal yapının ürünü olan  feodal lordların devrinin yerine kapitalizm  ve kapitalistlerin  geleceğidir. Yani  “feodal devlet”  yıkılıp “ulus   devlet”  gelecektir.

Ulus devlet yapısının devamı ise  bilim ve akla dayalı bir sistem olmak zorunluluğunu içinde taşır.  Dogmalarla  ve yüzyıllar öncesindeki kurallarla üretim ilişkileri yürütülemez.  Bunun tek istisnası  emperyalist ülkelerin kuyruklarına takılıp ulus devlet sistemine geçişi yani aklı red etmektir.Bu direnmeyle batı uygarlığına  ulaşma geciktirilebilir. Bu durumu İran'da gördük. Şimdi Afganistan'da görüyoruz.

ABD Humeyni'yi  Şii cumhuriyet kurulması için mi destekledi yoksa Rıza Şah Pehlevi’yi devirerek kendi petrol, su, maden çıkarları için mi? Şimdi Hamaney orduya yanaşmış ise ve nükleer silahlanmaya gidiyorsa acaba “dinin kurtarılması” için midir? Yoksa ABD Irak’ı parçalayıp, Kürdistan için İran’dan koparacağı bölge ile, Türkiye’den koparacağı bölgeleri birleştirerek Kürdistan kurmak için mi savaş çığlıkları atıyor. Buradaki sorun ABD’nin kendi çıkarları uğruna dinci iktidarları destekleyerek kendi emelleriyle dinci hükümetlerin emellerinin tevhit edilmesi değil midir?

Bu ülkelerdeki iktidarlara dinciler ,seçimlerle getirilebilir veya gelebilir zira halkları İslam kurallarına tabidir.  Atatürk’ten sonra İran Şahı Türkiye’deki devrimleri kendi ülkelerinde de uygulamıştı. İran’ın başarısızlığı “ümmi” oluşumu değiştirecek zamanı elde edememiş olmasıdır. Hiç unutulmamalı ki Türkiye’de 2010’daki referandumda “evet” oylarının çoğunlukla verildiği bölgeler ile “hayır” oylarının verildiği bölgeler analiz edildiği zaman eğitim düzeylerinin farklı durumları açıkça görülmektedir.
 
Tahsil ve bilgi yetersizliği, “evet” oylarının çoğunlukta olduğu yerlerde eğitilmişlere göre daha çoktur. Ancak, burada çok önemli bir durum tesbiti yapmamız gerekir. “Evet” oylarının çoğunlukta olduğu ümmilik derecesindeki cehaletin yönettiği halk, gerektiğinde, şehit olacak olsa da evlatlarını  gözü kapalı PKK’ya karşı göndermektedir; tıpkı 1915 yılında Çanakkale’ye gönderdiği gibi. Uğurlarken “vatan sağ olsun” sözleri ile göndermeleri din devleti isteyen ABD’ye bir ihtardır. Varlığına bir tehdit oluşturduğu halk tarafından anlaşıldığı zaman, halk dincileri değil vatan tehlikededir diyen İran hükümetinin orduya yanaşmasını desteklemektedir.

Dışarıdan bakıldığında dini amaçlar uğruna hazırlanmış gibi görünen planlar gün yüzüne çıktıklarında bölgedeki ülkelerin varlıklarına kastetmiş planlar oldukları anlaşıldığında hiçbir millet, işin içinde din olgusu bile olsa, bu planların uygulanmasına izin vermeyecektir. ABD, İngiltere ve İsrail’in yapay Kürdistan devleti yaratarak , bunu “Ilımlı İslam” sloganı altında Büyük Ortadoğu Projesi olarak uygulama isteği, İran halkı tarafından idrak edildiği anda, bu halk bağımsızlığı ve ülke bütünlüğü uğruna ölmeyi kabul edecektir.

Gerçekten de mesela PKK'nın, Müslüman Türk askerlerini öldürmesinde de dinin, özerk Kürdistan isteklerinin yerine geçmediği unutmamalıdır.
 
Tarih boyunca toplum hayatlarının çizgisine bakıldığı zaman  dinin varlığı  hep süregelmiştir ve bu durumun  zararı yerine hep faydası olmuştur. Önemli olan  bir ülkenin  dinci  kurallarla yönetilip yönetilmediğidir. Büyük Önder Atatürk "laiklik  = secularism" ilkesini 1920'lerde Türkiye’nin kuruluşunun temeli olarak  kabul etmiş ve Anayasa ile uygulamaya almıştır. Gerçekten de örneğin  İran Şahı Rıza dini yasaklarken Atatürk dini yasaklamamış ve  din için her türlü özgürlüğün  tanınmasını cumhuriyetin ilkesi halinde muhafaza etmiştir. Diğer bir deyişle  “cami ve devlet” ayrılmıştır .

Ülkemizde İslam şeriatının  uygulanması  ve hatta “yeni-Osmanlı” düzeni adı altında hilafetin geri getirilmesi ve tıpkı  nasıl Vatikan bir  bölüm Hiristiyan’lığın merkezi ise İstanbul’un  da İslam-hilafet merkezi olarak yapılandırılması isteği , en sonunda Türkiye'nin kişilik krizi içinde boğulmasını intaç edebilecektir.Esasen,bugün hatta birçok düşünür,bunun eksen kaymasına yol açacağı endişesini taşımaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu çok uluslu bir ülkeydi ve  Sevr Anlaşması’nın Padişah Halife Vahdettin'in “olur” u ile  tarihten silindi. Onun yerine  tek  “ulus”lu devlet olarak yani milli devlet olarak ırka, etnik kökene ,dile, dine dayanmayan laik Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. “İslam cemaatinin” lideri olan halife yerine “ulus” devletin önderleri  yani cumhurbaşkanları tarafından yönetildi. Türkiye'nin İslam  düşünce  sisteminin  merkezi yapılmak istenerek, halifeyi İstanbul’da yerleştirerek Müslüman ülke halklarını yönetme  hayalinin peşinde koşanlar varsa bunların bir tarihi gerçeği hatırlamalarında  yarar vardır. Halife  Vahdettin   cihat  çağrısını  yaptığı zaman tek bir   Arap  varlığı bu çağrıyı desteklememiş ve   hatta  İngilizlerle birleşerek Türk askerini arkadan vurmuşlar ve  halifeye ihanet etmişlerdir.

İran’ın din devleti haline dönüşmesine, “ulus devlet” yerine ,yani Batı uygarlığının temeli olan “secularizm“ yerine “şeriata''  dayalı “cemaat devleti” kurmaya göz yuman ABD,  hatta Hillary Clinton'ın  söyleyişiyle  “bize cumhuriyet kuracaklarını söylediler  ama Müslüman cumhuriyet olacak dediler  biz de cumhuriyet olsun  bize bu yeter dedik diyerek kendi paralarında (1 dolarlık banknotta) ilan ettikleri “Novus ordo seclorum” (''yeni düzen'', yani dine bağlı olmayan laik düzen )sistemini  İran için istemeyerek  , İran halkının Humeyni rejimi altında ezilmesine göz yummuşlardır.  Rejimin adı cumhuriyet ya da   krallık ne olursa olsun  İslam dinine göre  siyasal iktidar  laik olamaz yani akla ve bilime öncelik veremez, o sadece  ayetler dogmalar ve insan aklını hapseden  kurallarla insanların  yaşamlarının  karanlıklar içinde  devam etmesini zorunlu kılar. Burada kazançlı olan  emperyalistler  olur. Emperyalistler neden laikliği  kabul etmişler ve  neden sadece “We trust in God” “Tanrıya biat” ederiz demekle iktifa etmişlerdir?

Neden ABD Ortadoğu’daki menfaatleri uğruna oranın halklarının uygarlık adımlarını desteleyerek bir anlaşma zemini yaratmamakta ,kendi ülkesi için benimsediği prensiplerine ters düştüğü halde neden İslam alemini  millet yapılarından yani ulus devlet  yapılarından uzaklaştırmak ve onları cemaat haline dönüştürmek istemektedir ;neden “milli devlet” ve “laik yönetim”  yerine  akla ve  din temeline zıt “Ilımlı İslam” etiketiyle Ortadoğu halklarını kandırmak istemektedirler?
 
Büyük Ortadoğu Projesinin mimarı ABD ve ABD'nin emperyalist emellerine hizmet edenlerin,sırf vahiy ve şeriat hükümlerini insanlara kabul ettirmek için ''vatan'' kavramı yerine İslamiyet,millet kavramı yerine cemaat öngörmek 21nci yy.da ''absurd" ile meşgul olmak demektir. Ayrıca, yalnız Ortadoğu'da değil,bütün İslam dünyasında Atatürk Devrimlerinin seksen yıllık uygulamaları sonucunda ortaya çıkan tablo karşısında hiç gerçekçi değildir. İslami yaşam tarzını ihya etmek,en çok Suudi Arabistan gibi cemaate uygun krallıklarda olabilir. Zira ''din devleti'' kavramının varlığı ekonomik ve sosyal gelişmişlik düzeyi ile doğrudan ilgilidir.

Emperyalist güçler  tüm planlarını geçmiş tecrübelerindeki “başarılarına” dayanarak kendilerine büyük bir güven duyarak yürütmektedirler. Ancak Türk milliyetçi ve laik kesimi, Sevr Anlaşmasını imzalayan devletlerden birinin Hicaz Krallığı, bugünkü adıyla Suudi Arabistan Krallığı olduğunun farkındadır ve “Ilımlı İslam” uydurmasıyla halifeliği reenkarne etmeye çalışan güçlere izin vermeyecektir. Bu güçlerin Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada yetkilendirdikleri Gülen Cemaati'nin açtığı mektepler Azerbeycan, Rusya, Özbekistan ve hatta Kuzey Irak’ta birer birer kapatılmaktadır. Tehlikenin farkına varan yönetimler kendi ülkelerinde bu oluşumların önüne geçmeye başlamışlardır. Türkiye’de de mevcut Siyasal iktidar ve bürokratik kadrolar,bu güçlerin amacına hizmet edenlerin varlığına kani olduklarında bu girişimlere izin verilmemesini isteyen ve yapılmak istenenlerin farkında olan eğitimli ve batı uygarlığının yandaşı olan Kemalist kesimi göz ardı etmeme yolunu tercih edecektir. Önemli olan Atatürkçü Düşünce Sistemine inanan bu Kemalist kesimin yapılanlara karşı göstereceği dirençtir.
 __________________________________________________________

(1) WASHINGTON – Secretary of State Hillary Rodham Clinton is urging the people of Iran to reject what she says is an expansion of the Iranian military's role and power.
The United States, Clinton said, is increasingly concerned about the rise of military power in Iran, the main U.S. adversary in the Middle East.
In an interview for broadcast Sunday on ABC's "This Week," Clinton said many Iranians are also worried and she hopes they find a way to head off the military drift.
Clinton said she has "grave disagreements" with the Iranian Revolution.
"But the early advocates of it said this would be a republic. It would be an Islamic republic, but it would be a republic. Then we saw a very flawed election and we've seen the elected officials turn for the military to enforce their power," she said.
She said that many Iranians, even those who were originally sympathetic to the revolution are starting to have serious second thoughts about the direction their government has taken.
Without elaborating she said, "I can only hope that there will be some effort inside Iran, by responsible civil and religious leaders, to take hold of the apparatus of the state."
On the question of Iran's controversial nuclear ambitions, Clinton said no meetings with Iranian officials were currently planned but that she would be discussing the matter next week when leaders from around the world gather in New York for the U.N. General Assembly.
Clinton also expressed "great relief" for the release of Sarah Shroud, one of the three American hikers held for more than a year in an Iranian prison.
Shroud headed home to the United States on Saturday, but the other two — Her fiance Shane Bauer and their friend Josh Fattal — remain jailed in Tehran.
"I just can't even imagine how painful the experience that they themselves have had inside prison," Clinton said.
Clinton, who has met with the mothers of the hikers, said hoped to see Bauer and Fattal released as well.
The three were detained by Iranian security forces in July 2009 near the Iraqi border and accused of being American spies
http://www.google.com/hostednews/ap/article/ALeqM5gRG9gjAjvtPqq9p-fGMSlUGC21ygD9IB1QCO0
 
 
Mülakatın bir bölümünün Türkçesi: ABD Dışişleri Bakanı  Hillary Rodham Clinton İran halkının, İran ordusunun rolünün ve gücünün genişlemesini red etmeleri konusunda ikaz edip uyarıyor:
 
Clinton verdiği demeçte, ABD'nin  Orta Doğu’daki baş muhalifi İran’ın  askeri gücündeki yükselişin son derece endişe verici olduğunu belirtti.
 
ABC Televizyonunda Pazar günleri yayınlanan "This Week" programında  verdiği röportajda, Clinton, birçok İranlı Ordu'daki bu genişleme konusunda endişeli olduğunu belirtti ve bu kesimlerin Ordu'nun  bu ilerleyişinin  önüne geçmek için  bir yol  bulacaklarını  umduğunu belirtti.
 
Clinton, kendisinin İran devrimi ile ilgili çok "vahim anlaşmazlıkları" olduğunu söyledi.
 
Clinton açıklamalarına şöyle devam etti: “Ancak  önceki savunucuları  bu sistemin  bir Cumhuriyet  olacağını söylemişlerdi. İslami bir Cumhuriyet olabilir  ancak  sonuç olarak bir cumhuriyet olacaktı. Ama sonrasında  şaibeli bir seçim yaşandı ve seçilen Devlet yetkilileri kendi güçlerini Ordu'nun gücünü  arttırmak için  orduya yöneldiler”.
 
Clinton başlangıçta  devrimi destekleyen kesimlerin bile  artik bugün  Devletin gidişatıyla  ilgili çok ciddi  kaygılarının  bulunduğunu  ve bu sebeple  başlangıçtaki  görüşlerinden  uzaklaşmakta olduklarını  söyledi.
 
Clinton sözlerine şöyle devam etti; "Umut ederim ki, İran’ın  içinden bazı çabalar olacaktır. Özellikle sorumlu sivil  toplum örgütleri ve dini liderler Devlet aygıtını ellerine  almak için harekete geçeceklerdir..."
 
(2) 1936-1941 dönemi Kadınların dirilişi dönemiydi. Rıza Şah ülkenin kadınlarını İslam’ın getirdiği örtünmekten kurtarmak istiyordu ama gücünün yerleşmesini beklemek zorundaydı. Destekçileri örtünmenin kadınların sosyalleşmesi ve çalışmasına fiziki olarak engel olduğunu söylüyorlardı. Rıza Şah'ın kara çarşafı yasaklayan ve kadın ve erkeklere yeni kıyafetlerin getirildiği yasaya (Atatürk devrimlerinden Şapka ve Kıyafet yasasının karşılığı) ciddi muhalefet yapanlar çıktı. Din adamları ve İslami görüşleri olan insanlar yasaya karşı çıktılar. Yasa sıkı bir şekilde denetlendi, modernleşen toplumda artık kadınlar da boy göstermeye başladı. Ancak reformlar din adamları tarafından ciddi eleştirilere uğruyordu.
Rıza Şah ülkedeki medrese eğitimine son verdi. Eğitim reformu da din adamlarınca eleştirildi, din adamları insanlara “Okullar oğullarınızı kâfir, kızlarınızı fahişe olmak için eğitiyor” sloganıyla camilerde boy göstermeye başladılar. Ama Rıza Şah'ın gücüne karşılık, birçok din adamı, Irak topraklarına, Kerbela ve Necef’e kaçıyorlardı. Bazıları ise Kum’da gizlendiler, onlardan biri Rıza Şah'ın yaptıklarını gelecekte yıkacak olan Ayetullah Humeyni idi.
 
 
(3) Edict=emir, ferman
 
(4)
http://www.yaziyaz.net/forum/showthread.php/17-Iran-Islam-Devrimi-ve-Iran-da-Islam-Engizisyonu-nun-Olu%C3%BEumu
 
(5) Ocak 1979'da Humeyni İran’a gelir. 15 Şubat 1979'da ise idamlara başlanır, ilk önce o zamana kadar tarafsız davranmış olan ordu mensupları ve generaller idam edilir. Oysa ki Humeyni İran’a adım attıktan sonra bu idamlardan önceki bir konuşmasında, orduya, tarafsız kaldığı ve Şah’ı açık şekilde desteklemediği için teşekkür etmişti. Generaller Nassiri, Rahimi, Naji ve Khosrodad İslami adaletin ilk kurbanları olacaklardı. 22 Şubat 1979'da ise 215 yüksek rütbeli ordu mensupları ordudan atılır. 4 general daha idam edilir.
 
 
(6) During World War II, Voroshilov was a member of the State Defense Committee. Voroshilov commanded Soviet troops during the Winter War Red Army suffered about 185,000 casualties.  When the leadership gathered at Stalin's dacha at Kuntsevo Stalin shouted at Voroshilov who replied in kind, blaming the failure on Stalin for killing the Red Army's best generals in his purges. Voroshilov followed this by smashing a platter of roast suckling pig on the table. 
http://en.wikipedia.org/wiki/Kliment_Voroshilov
 
 
(7) Türkiye’de parçalanmış toprakları bütünleştiren bir toprak reformunun yapılması ve tarımsal üretimde emek-ücret ilişkisi  uygulanması yolu Atatürk döneminde dahi başarılamamıştır. Günümüzde de hala parçalanmış toprak sahipliği ve toprak ağalığı rejimi sosyal, ekonomik ve kültürel gelişimi engelleyen bir yapılanma olarak süregelmektedir.
 
(8) Süreç demokrasi, usül demokrasi kavramları için bakınız:
http://www.urunlu.com.tr/77-demokrasi-ve-akp
 
(9) Bu durumun en güzel örneği Türkiye Cumhuriyeti'nde görülmüştür. Adnan Menderes döneminde, kentsel kesimin aydınlatılması amacıyla Atatürk tarafından kurulan “halk evleri” 2 Ağustos 1951’de ve yine Atatürk tarafından kırsal kesimin eğitilmesi amacıyla kurulan “köy enstitüleri” 27 Ocak 1954’te kapatılmıştır.
 
Coşkun Ürünlü

8 Ekim 2010

 

Yorum Yaz | Makaleyi Yazdır