2003 Ocak Ayında İç Borç ve Siyasal İktidar

2003 Ocak Ayında İç Borç ve Siyasal İktidar

 

Bugün Türkiye'nin en önemli sorunu halkın refah düzeyinin giderek kötüleşmesi ve bunun sebebi olan "İç Borç" yükünün devam etmesi ve Devlet gelirlerinin hemen hemen tümünün sadece bu iç borç faizine ödenmesiyle toplumun dışarıya muhtaç hale getirilişi teşkil etmektedir. Bazı "entellektüellerin" yaptıkları, örneğin, Türkiye'nin belini bükmüş, toplumu "dilenci" raddesine indirmiş bu İç Borç sorununu tartışırken aynen bebeği açlıktan ölmek üzere bulunan bir annenin konu komşularının karşısına geçip " vitamin ve protein yapı taşlarının birbiri üzerine olan etkileri" hakkında vaaz vermesine benzemektedir. İç borç sorununun ülkeyi nasıl etkilediğini belirtmekten hayalet görmüş gibi korkup kaçan, bu entellektüeller hatta bu borç sorununun çözülme yollarının neler olduğunu göz ardı etme için türlü bahanelerle konuyu gündem dışı tutmaktadırlar. İşin özünden uzaklaşarak, rantiye sınıfının "cezalandırmasından" ürkerek yada salt kötü niyetle sorunu tartışmak yerine "iç borç faiz oranları ile dolar kurunun karşılıklı etkileşimi" ni tartışmaları gazetelerdeki köşeleriyle, TV ekranlarını fildişi kulelerinden art niyetle kullanmaları demektir. Gerçekten saygı duyduğum Sayın Güngör Uras bile bu konuda yazdığı gerçekten mükemmel makalesinde (28 Ocak 2003) Milliyet) aynen şöyle demektedir: "Açık anlatımıyla sorun AKP hükümetinin sorunu değil, Türk ekonomisinin sorunu! Bu iç borç yükünün yapısı değişmedikçe…"

Görüldüğü üzere Sayın Uras da iç borç yükünün yapısının değişmesi gerekliliğini vurgulamakta ama bu yapının "nasıl" değiştirileceği sorusunu yanıtlamaya yanaşmamaktadır.

Neden?

Bu soruya cevap aramadan önce Türkiye'yi yeniden ama başka ad altında Duyun-i Umumiye idaresi altına sokan, Avrupalı dostlarımızın "Lozan öncesine dönüyoruz" diye sinsi sinsi keyif aldıkları iç borç yükünün ne denli büyük boyutlara ulaştığını aşağıdaki tablodan görebiliriz (Vatan,26/01/2003, Sh. 11) Son sekiz yılda iç borç ödeme toplamı 535 milyar dolar civarındadır. Bunun 359 milyar doları iç borç ana para ödemesi kalan 176 milyar doları ise iç borç faiz ödemesidir. Diğer bir deyişle iç borç FAİZ ödemesi hemen hemen 2002 yılı milli gelir rakamına eşittir.

 

Ana Para Ödemesi

Faiz Ödemesi

Toplam Ödeme

Toplam Borçlanma

İç Borç Stoku

1995 Milyar$

27.688

10.289

37.957

39.892

22.874

1996

43.841

16.204

60.045

65.355

29.292

1997

21.514

12.939

34.453

41.687

30.688

1998

33.729

21.457

55.186

54.357

37.135

1999

36.904

23.448

60.352

63.689

42.437

2000

30.266

29.694

59.960

51.808

54.216

2001

100.605

32.879

133.483

170.234

84.857

2002

64.497

28.728

93.225

82.812

91.691

Aynı durumu sayın Güngör Uras ta 28 Ocak 2003 tarihli Milleyet'teki köşe yazısında şöyle ifade etmektedir: "dikkat edilir ise "mevcut iç ve dış şartlardan eli kolu bağlı durumdaki" AKP hükümeti pek büyük değişiklik yapamamış. Tek yapabildiği faiz dışı harcamaları 8 katrilyon artırabilmek için, vergi dışı gelir hedefini bu ölçüde "şişirmek" olmuş. Açık anlatımıyla sorun AKP hükümetinin sorunu değil, Türk ekonomisinin sorunu. Bu iç borç yükünün yapısı değişmedikçe…"

Görüldüğü üzere iç borç virüsünün bünyeden kaldırılmasına yönelik hiçbir tedavi yolu önerilmemektedir. Problem akut hale gelmiş ama herkesin bildiği ve söylemekten çekindiği çözüm yolları topluma ağır yükler gelmesi pahasına geçiştirilmiştir. Devletin toplamış olduğu tüm vergi ve diğer gelirler iç borç faizine gitmekte devletin elinde yatırıma, örneğin hastane, okul, yol, vs gibi harcamalara yeterli kaynak kalmamaktadır. Devlet bütün kurum ve kuruluşları ile iç borcun "döndürülmesi"ne odaklanmakta, adeta başka hiç bir görevi yokmuşcasına iç borcun döndürülmesi için hem iç hem de dış finans çevrelerinde uğraşmaktadır.

İç borç Devletin, Türkiye'de yerleşik Türk özel ve tüzel kişilere olan borcu demektir. Bu borcu ödemek için 67 milyon insan sıkıntılara katlanmakta, mevcut refah düzeyinin durmadan düşmesine dayanmaya çalışmaktadır. Çok iyi bilindiği üzere Devletin iç borç ödemesi gereken bu özel ve tüzel kişiler topluluğunda yabancıların oranı çok azdır. Türk halkının bu fedakarlığını yapmak zorunda kaldığı Devlete borç veren bu özel ve tüzel kişilerin sayısı , kimlikleri ne yazık ki işin niteliğinden dolayı bilinememekte kısmen bilinenler ise açıklanmamakta hatta bazı "çevreler" iç borcu oluşturan özel ve tüzel kişiler arasında "yabancılar çoğunluktadır" diye masallar bile uydurabilmektedirler.

Bu virüsün ortadan kaldırılabilmesinin görünürde uygulanan yollardan biri Devlet harcamalarının kısılmasıdır. Bunların içinde milletvekili lojmanlarının satılması gibi sonucu hiç etkilemeyecek kamuoyunu aldatıcı girişimler yada hazine arazilerinin satılması gibi başarı şansı çok az olan uzun vadeli öneriler ileri sürülmektedir. Hele hele memurları 65 yaşında değil de 61 yaşında emekli yapmanın iç borcun azaltılmasına yönelik bir işlem olduğunun ileri sürülmesi "karar vericiler"in gerçekci olmayan önerileridi.

İç borcun tasfiyesi ya da "döndürülmesi" için geriye kalan yollardan biri de dış kaynaklara müracaat etmektir. Bu kaynak Kemal Derviş olayı ile kullanılmaya başlanmış ve *Muharrem Kararnamesi'nin yeni versiyonu, adı söylenmeden ABD ne karşı imzalanmıştır. Bu durum piyasada biraz yumuşama yaratmıştır. Bu tıpkı Osmanlı Padişahlarının saray masraflarının karşılanması için Galata Bankerlerinden borç para bulmasıyla Saraydaki sefahatin sürdürülmesi olayını hatırlatmaktadır. Ne yazık ki bu yol iltahaplanmış bir organın iyileştirilmesini değil sadece üstünün bantla kapatılarak yaranın görüntüsünün gözler önünden saklanmasıdır.

Diğer bir yol ise ihracat gelirlerini, işçi döviz girişlerini ve turizm gelirlerini arttırmaktır. İşçi döviz girişi artık önemini iyice kaybetmiştir. Turizm gelirleri gittikçe artmakta ama denizdeki bir anafor hızıyla iç borç faizlerinin ödenmesine yönelerek kaybolmaktadır.

Ana kalem olarak dış ticaret istatistiklerine bakıldığında (Devlet İstatistik Enstitüsü, 28 Ocak 2003 verilerine göre-Hürriyet, 28 Ocak 2003 Sh. 1) durumun bu sektörde de hiç de iç açıcı olmadığı görülmektedir.
Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE), geçen yılın Ocak-Kasım döneminde 31 milyar 792.6 milyon dolarlık ihracat, 44 milyar 756.1 milyon dolarlık da ithalat yapıldığını açıklamış ve aynı dönemde dış ticaret açığının 12.9 milyar dolara çıktığını belirtmiştir. Yine, söz konusu dönemle 2001 yılının Ocak-Kasım dönemi ile karşılaştırıldığında ihracat yüzde 10.9, ithalat yüzde 17.9 oranında artmış önceki yılın 11 ayında, 28 milyar 673.9 milyon dolar tutarında ihracat ve 37 milyar 958.3 milyon dolar tutarında ithalat yapılmıştı.

Verilere göre önceki yılın Ocak-Kasım döneminde 9 milyar 284.4 milyon dolar olan dış ticaret açığı ise yüzde 39.6 artarak, geçen yılın aynı döneminde 12 milyar 963.5 milyon dolara çıktı. Kasım ayında, önceki yılın aynı ayına kıyasla ihracat yüzde 18.6, ithalat da yüzde 32 oranında artmıştır.Diğer yandan 2001 Kasım'da 717.7 milyon dolar olan dış ticaret açığı yüzde 85.4 artarak, geçen yılın Kasım ayında 1 milyar 330.4 milyon dolara yükselmiştir. Yani ihracatın ithalatı karşılama oranı da, 2002'nin Kasım ayında yüzde 71.7'ye gerilemiştir önceki yıl aynı ayda bu oran yüzde 79.8 idi.

Bu dönemde AB ülkelerine yapılan ihracat yüzde 10.1, EFTA ülkelerine de yüzde 26.9 oranında artarken AB ülkelerinden yapılan ithalat % 20.2, EFTA ülkelerinden yapılan ithalat % 63.5 artış göstermiştir.

Diğer yandan dış borç ödenmesi gerekliliği de göz önüne alındığında iç borcun dış ticaret kanalı ile azaltılması ya da ekonomiye menfi etkisinin halledilmesi imkansız olarak belirmektedir.

Bu durum karşısında siyaset sahnesinde rol alan partiler, kurum ve kuruluşlar ne yapmaktadırlar?

AKP iktidara geleli neredeyse 90 gün oldu. Normal olarak bir siyasal iktidarın icraatinın değerlendirilmesi için genel kanı 100 günün dolması beklenir. Ama görünen köy kılavuz istemeyeceği için biz bu yüz günü bekleme kuralını göz ardı edelim dedik. Zira Türkiye'nin manzara-i umumiyesi aşağıdaki gibidir:

1) AKP Genel Başkanı adı altında birçok dış ülkeyi ziyaret eden Tayyip Erdoğan meğerse Genel Başkan değilmiş. Bu husus Anayasa Mahkemesinin kararıyla tespit edilmiş bulunmaktadır. Yani Tayyip Erdoğan bir vatandaş olarak Ulu Önder Kemal Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyetini temsil etmiştir.

2) Genel Başkan olmadığı dönemlerde ekonomik kararlar almış örneğin "iç borcu öteleyelim" demiş, rantiye sınıfından baskı görünce "yanlış anlaşıldım" diye geri çekilirken siyasal iktidarın resmi başı Abdullah Gül ise sessiz kalmıştır.

3) IMF'in programının uygulanacağına dair AKP iktidarı söz vermiş ama IMF 27 Ocak 2003 te program uygulanmaz ise ek kredinin onaylanmayacağını belirtmiştir. ABD Başkanı Bush eğer program uygulanmazsa ABD hazinesinin yardım etmeyeceğini resmi bir mektupla Abdullah Gül'e bildirirken Tayyip Erdoğan nemalar "Şubatta ödensin" diye emir verdiğini açıklamıştır.

4) Tayyip Erdoğan Kıbrısta Sayın Denktaş yüzünden barış olmuyor derken Abdullah Gül hükümetinin Dış İşleri Bakanı Yakış, Kara Kuvvetleri Komutanının Sayın Denktaşı destekleyen beyanatına karşılık, "aynen katılıyoruz" diye demeç vermiştir.

5) Tayyip Erdoğan Sayın Denktaş'a ilaveten Klerides"i de suçlu ilan etmiş diğer yandan Davos'ta baş örtüsü ile götürdüğü eşi Papandreu'nun elini sıkarak dostluk mesajları vermiştir.

Bu yukarıda saydığımız hususlar şöyle çala kalem gözler önünde oluşan sadece bir kaç husus; diğer bir deyişle, AKP siyasal iktidarı karmaşık, tutarsız, birbirini nakzedici, ciddi devlet anlayışından uzak bir atmosfer sergilemekte ve hele hele iç borç yükünden nefes alamaz duruma düşmüş olan Türkiye toplumu işsizlik, ümitsizlik, savaş korkusu ve endişesi altında şaşkınlık içinde bir korku filmi seyreder gibi olanları seyretmektedir.

Osmanlı İmparatorluğunda Kuyucu Murat Paşa harekatından beri Türk halkının genlerine sindirilmiş olan başkaldıramama, hakkını arayamama, kaderine boyun eğme ve tevekkülün nimetlerinin beyinlere kazınması gibi birçok unsurun etkisi altındaki halk, bu siyasal iktidarın icraatına muhalefet edecek sivil toplum kuruluşlarından medet ummaktadır.

İç borcun vehametini mevcut siyasal iktidarın bildiği aşikardır. Bu siyasal iktidarın sorumluluğu olmayan önderi iç borcun "ötelenmesi" gerektiğinden söz etmiş ama rantiyecilerin ayağa kalkmasıyla aniden fren yapmıştır. Bu frenin bahanesinde de klasik metot devreye sokulmuş ve "yanlış anlaşıldım" diyerek konu kapatılmıştır. Fren yaptıran güç o kadar kuvvetlidir ki 70 milyon insanın buhran içinde kalıyor olmasının nedeninin bu iç borç olduğunu bilen siyasal iktidar susmak zorunda kalmıştır. Bu AKPi için son derecede normaldir; zira geldikleri günden bu güne kadar bu metodu artık neredeyse her saat başı ve her olayda kullandıkları ve onlarda alışkanlık haline geldiği için fütursuzca kullanabilmektedirler. Ama sorun ortadadır ve toplumu giderek daha da feci sonuçlara doğru itmektedir.

Toplum öyle kötü bir iktisadi duruma düşmüştür ki Irak'a karşı bir savaşta özgür karar verememe durumundadır. Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül 30 Ocak 2003 (Vatan, 31 Ocak 2003, Sh. 19) Perşembe günü Milli Savunma Komisyonu'nda şu bilgiyi vermiştir: " ABD Büyükelçisi kararsızlığımızın hayır anlamına gelmeye başladığını söylüyor. Hayır dersek bizi ekonomik olarak zor durumda bırakacaklarını ima ediyorlar ülkemizin ekonomik alandaki zor durumu da malumunuz." Bu demeç bile Türkiye'nin iç borç yüzünden ulusal çıkarlara aykırı savaşa yol açmış olmasına rağmen siyasal iktidar sahipleri "iç borç yükünün yapısını değiştirmeye" cesaret edememekte "ötelemek" düşüncesini gündeme bir daha getirememektedir. Savaşın eşiğine kadar getirilmiş olmamız, Muharrem Kararnamesini başka bir ad altında uygulamaya başlamış olmamız ve toplumdaki görülen moral deformasyonun ve maddi fakirliğin boyutlarının büyüklüğünün ihmal edilmesinin tek nedeni, iç borç sorununun halledilmemesidir. Siyasal iktidar sahipleri, rantiyecilerin "birdaha devlete borç vermezlerse ne yaparız" endişesi karşısında suskunluklarını devam ettirmektedirler.

Siyasal iktidar sahipleri iç borç yükünü azaltmak için İsrail'in uyguladığı "dolara endeksli" konsolidasyon yapılmasının mantıklı ve geçerli bir "yapı değiştirici" olduğunu kabullenmemek için inatla direniş göstermektedirler.

Muhalefet partilerinden DYP, ANAP ve MHP seçimlerde aldıkları yenilginin daha doğrusu halkın attiğı tokadın etkisi ile sanki buharlaşıp atmosfere karışmış gibi ortadan yok olmuşlardır. Üç ay önce Türkiye'yi Başbakan olarak yöneten DSP ve onun Genel Başkanı Bülent ECEVİT televizyon kameralarının karşısına geçerek aşk ve sevgi şiirleri hakkında sohbetler yapmaktadır. Ekonomideki felaketli gidiş hakkında ya da ufuktaki savaş hakkında gerçekten ciddi bir muhalefet örneği sergileyememekte , hatta ve hatta kendisinin bel bağladığı "köykent" ler hakkında bile konuşmamaktadır.

Genç Parti ise seçimde kullandığı üslubunu devam ettirmiş ve Genel Başkanı yurt gezilerine başlamış ve "Irak'ta savaşa hayır" sloganı ile Türk toplumunun "müslüman bir ülkeye saldırmaması gerektiğini" duygusal bir yaklaşımla ele almıştır. Genç Parti'nin muhalefeti de ana meseleler dışında Türk Halkı'nın dinsel duygularına hitap ederek muhalefet yapmaktır.

Peki CHP ne yapmaktadır?

Çağımızda gerçek anlamda muhalefet partisi olmak demek iktidardaki siyasal partinin icraatının eleştirisini yaparken nelerin hatalı ve yanlış olduğunun belirtilmesinin yanında bu eleştirilen hususların kendi felsefesine göre alternatiflerini de belirtmektir. Doğal olarak buradaki temel olan husus, muhalefet partisinin alternatif çözümlerini oluşturulmuş bulunması yatmaktadır. Böyle bir alternatif geliştirilememiş yada sadece iktidarın hatalarına "bu kötüdür", "bu yanlıştır" demek ama neden kötü ve neden yanlış olduğunu belirtmeden "konuşmak" sadece halkı uyutmaktan öteye geçemeyen " mahalle kahvehanelerindeki " atışmalara" benzer bir hareket biçimidir ki bunun zamanımızda çağdaş toplumlarda yeri yoktur. Buna ek olarak sadece eleştirir görünmek için diyelim ki ülke savaşın eşiğinde dolaşırken "Avrupa Topluluğuna yapılan maydanoz satışlarımız neden azalmaktadır" diye sözde eleştiriler de muhalefet anlamına gelemez. Eskilerin deyişi ile "ehemi mühime tercih"ini yapamayan bir partinin bırakın muhalefet partisi olmayı bir parti bile addedilemez. Bu tür bir yaklaşımı ülkemizde zaten hayatlarında bir çiklet alıp satmamış, piyasayı Ak Merkez'de dolaşma olarak algılayan akademik unvanlı bazı köşe yazarları kendi köşelerinde yazdıkları "laklak"larla yapmaktadırlar ve hatta ikisi yada üçü bir araya gelerek televizyon ekranlarında bu laklaka programlarını yürütmektedirler. Ben bunlara "ülkenin durumunu görmesine rağmen söylemeyen ,değeri kendinden menkul, büyük entelektüeller (!)" demekteyim.

CHP önceleri AKP siyasal iktidarına karşı yumuşak bir muhalefet yapmaya başlamıştır. Ama zaman içinde bu muhalefetin dozajını arttırmak zorunluluğu hissetmiş ve gerçekten sert muhalefete başlamıştır. Ama bu muhalefet çizgisinin içinde İç Borç yer almamaktadır. Belki de siyasal iktidara başbakan olarak Recep Tayyip Erdoğan'ın geçişine kadar muhalefet etmeyi rölantide götürmeyi ve iç borç gibi konularda siyasal iktidara yapacağı muhalefeti ve önereceği yolları sonra anlatmaya başlayacaktır. Bunu zaman gösterecektir.

Aslında bu günkü şekliyle amorf yapıdaki bir siyasal iktidara vurulan her darbe siyasal iktidarın "pelte" iktidar olmasından ötürü etkisiz olmakta, darbenin şiddetine göre siyasal iktidar bir ileriye bir geriye esneme yaparak darbenin etkisini hissetmemektedir. Belki de siyasal iktidarın bu kemiksiz yapısı siyasal iktidar tarafından bilinerek bilinçli bir şekilde sürdürülmektedir. Zira, AKP'nin siyasal kadrolarını oluşturanlar ile onların tesis edecekleri bürokratik kadroların hepsinin kökeni belli bir dünya görüşüne dayanmaktadır. Bu dünya görüşünün Türk toplumuna yavaş yavaş ve hissettirilmeden egemen kılınması onların temel amacıdır. 80 yıllık Kemalist ilkelerin değiştirilmesi için bu yolun geçerli bir siyasi metod olarak kullanıldığı da düşünülmelidir. Ama ana muhalefet partisi CHP 2002 seçimlerinden iç dokusunu yıllardan beri kemiren "genetik deformasyon"undan arınarak çıkmıştır. Diğer bir deyişle, akademik ünvanlı "entellektüellerin", Parti yönetiminden uzaklaştırılmış olmaları CHP'yi halkı te'ba olarak gören bir parti olmaktan çıkarmıştır. Bundan ötürü de AKP kendine seçtiği bu siyasi metodu daha fazla kullanamayacaktır kanısındayız.

(*) 20 Aralık 1881

Ankara, 31 Ocak 2003
Coşkun Ürünlü

 

 

Yorum Yaz | Makaleyi Yazdır