AB ve ABD Karşısında Türkiye

 AB ve ABD Karşısında Türkiye

 

Amerika’nın bir sömürgecilik geleneğinin olmayışı buna karşın Avrupa'nın bu tür bir hastalığının varlığı iki bakış açısının temellerini oluşturmaktadır.

İngiltere'nin başını çektiği bu genlerdeki farklılık elbette Türkiye ile olan ilişkilerinin rengini oluşturacaktır ve oluşturmaktadır da. Avrupa'nın durmadan "akıl veriyorum" yaklaşımıyla emretmesi ve bu emirleri kendi çıkarlarıyla renklendirmesi karşısında Türkiye'deki bazı kişi ve kuruluşlar ve tabii ki bazı siyasi partilerimizin bazı yöneticileri de cehalet ya da kişisel şahsi ya da politik parti çıkarlarını koruma amaçlarıyla bile bile "Aman Avrupalıları kızdırmayalım" felsefesiyle Osmanlı tarihinde görüldüğü biçimde hareket etmekte ve hatta bazıları " Avrupa Topluluğuna girmezsek batı uygarlığından uzaklaşırız" diye bilgiden yoksun fetvalar vermektedirler. Bunların yanı sıra bazı gerçekten samimi yazar ve düşünürler de "Atatürk'ün yolundan ayrılamayız" diye inançları doğrultusunda Orgeneral Tuncer Kılınç Paşa'nın görüşlerini eleştirmektedirler.

Sömürgeci İngiltere tarihi boyunca iki büyük yenilgi almıştır.Bu iki yenilginin her ikisi de dünya tarihinin gidişatını değiştirmiştir. Birincisi,18inci yüzyılda ABD'nin bağımsızlığını önleme savaşının kaybedilmesi, ikincisi 20inci yüzyılda Osmanlı Payitahtını zor kullanarak ele geçirip "Avrupa'nın hasta Adam"ını yani Osmanlı İmparatorluğunu yok etme projesinin Çanakkale savaşında yerle bir edilmesidir.

ABD' nin kurulması anlamına gelen ilk yenilgi Dünyaya "insanların mutlu ve müreffeh" kılınmasını Avrupa'ya göre daha samimiyetle arzulayan bir ABD Devletinin bugünkü dünyaya "hediye" edilmesini doğurmuştur. Çanakkale savaşındaki yenilgi ise 1915 yılında başlayan ve halen günümüzde de tüm şiddetiyle devam eden "mazlum" ulusların sömürgecilerden kurtuluşlarının doğum günü olmuştur.

Çanakkale savaşının kaybedilmesinin mazlum ulusların başkaldırmalarına yol açması 20inci yüzyılın en önemli olaylarından biridir. Avrupa özellikle İngiltere bu durumu yaratan Türkiye'yi asla affetmemiştir. Bu affetmemenin temelinde aslında ayrıca 1453 zaferiyle Bizansın yıkılmasıyla başlayan ve yüzyıllardır devam eden "Türk'ü ait olduğu Asya'ya" geri sürme idefiksini nihayet elde ettiklerini sanmalarına sebep olan Sevr muahedesinin Osmanlı hükümetince imzalanması ama yeni Türkiye Devleti tarafından tanınmamasının altında yine Çanakkale yenilgisi yatmaktadır.

Avrupa bir kez daha başarısızlığın kahredici aşağılanmışlık duygusu ile ezilmiş ve Türk gene de yerinde ve Avrupa'da kalmıştır. Burada sorulması gereken soru herhalde şu olacaktır: peki Avrupa Topluluğu (o dönemdeki adıyla Ortak Pazar)neden o zaman Türkiye ile 1963 yılında Ankara Anlaşmasını(Accord) imza etmiştir? Bunun iki nedeni var.

Birincisi 1960 lı yıllarda Avrupa'nın ekonomisindeki işgücü ve diğer sosyo-ekonomik gereklerle ilgilidir. Aslında piyasa ekonomisinin can damarı demek olan "Pazar" bulma ihtiyacıdır ve 1960 lı yıllarda Türkiye bu hususta en elverişli ülke konumundadır. İkincisi ve daha da önemlisi Ankara Anlaşmasının imzalanmasının dayandırıldığı Antlaşma
Roma Antlaşmasıdır (Treaty) ve Türkiye Ortak Pazar ile 12 Eylül 1963 de imzaladığı Ankara Anlaşmasını bu Roma Antlaşmasının 238inci maddesi uyarınca imzalamıştır. Bu madde TEMELDE Ortak Pazar ile Türkiye'nin ticari ilişkilerinin geliştirilerek Türkiye'nin gelişmesine yardımcı olunacağını içermektedir. Ama eğer 237inci madde uyarınca imza edilmiş olsaydı bu madde uyarınca Türkiye'nin "ortak olması" kesin hedef olarak öngörülecekti. Yani diğer bir deyişle zaten Ortak Pazar "Türk" ile olan ilişkisini sadece "Türkiye pazarını sömürmek ama onu ortak almamak" diye tanımlayabileceğimiz bir yaklaşımla ve 238inci maddeye dayandırarak ele almış ve kafasının gerisinde Bizans ve Çanakkale olaylarını yaşatmaya devam etmiştir. Ne yazık ki Türkiye'yi yönetenler ve özellikle Dış İşleri Bakanlığı bu durumu ancak 1987 yılında her şey geliştikten sonra (mesela Yunanistan üye olmuş v.s.) değiştirmiş ve 237inci maddeye dönüştürmüştür.

Bu konuda görüldüğü üzere Avrupa Topluluğu şimdi de işleri yokuşa sürmeye devam etmekte ve Karen Fogg olayı Avrupa'nın genlerindeki bu " hınç" durumunu gözler önüne sermektedir. İşte bu noktada Kılınç Paşa'nın önemli olduğuna inandığım demeci gündeme gelmektedir.

Önce şu tespitleri yapalım: Paşa,

1.. Batılılaşmaya karşı değildir
2.. Avrupa'ya karşı değildir
3.. ABD ye karşı değildir
4.. ABD yi AB'ne alternatif olarak sunmamaktadır.
5.. AB'yi uyarmaktadır.

Paşa'nın yaklaşımı AKILCI bir siyaset öngörüsüdür. Akılcı olduğu için de "feasible" dir ve getirisi olabilecek ama hiç götürüsü olamayacak diplomatik bir ataktır.

Paşa Batılılaşmayı Avrupalıların tekelinde görmüyor. Gercekten de Hinduism nasıl sadece Hindistan'a ait olamaz ise Batılılaşmayı sadece Avrupa'nın tekeline bırakmak olağanüstü yanlışlıktır. Muasır medeniyet demek, ülkelerin aklı temel alarak, bilim ve teknolojiyi izleyerek vatandaşlarının sosyo-ekonomik refahlarının adalet ve demokrasi içinde sağlanması ve Dünyanın barış içinde yaşayan özgür bireylerden oluşmasının arzulanmasıdır.

O halde Avrupa Topluluğuna alternatif modeller önermek Batılılaşmak ilkesine nerede ters düşmektedir? Paşa'nın görüşünü bu açıdan ele alınca nasıl olur da ona "sen Avrupa'ya karşısın o halde Batılılaşmaya karşısın" düz mantık kullanılarak itham edilebilir?

Sayın Generalin "Avrupa karşıtı" olduğuna ilişkin tez ileri sürmek onun temel düşüncesini anlamamış olduklarını göstermektedir.

Konuşmaya göre,ABD'ye karşı olunmadığı aslında apaçık ortadadır. Temelde, kanıma göre, Paşa, bu noktayı bilinçli olarak adeta göz önünden kaçırmak istemiştir. Belki de açıklamasında ABD nin Türkiye'ye Avrupa'ya nazaran daha dost olduğunu vurgulayabilirdi. Ama onun temel amacı herhalde ABD ile stratejik dostluğumuzun önemini vurgulamak değildi ve o da bu noktayı hafiften ele alarak geçiş yaptı.Zira öyle inanıyorum ki ABD' de ve Türkiye'de aklı başında hiç kimse Avrupa'nın ABD'den daha fazla Türkiye dostu olduğuna inanmayacağı için zaten bu hususun üstünde durmaya da gerçekten değmezdi.

Bence Paşa'nın temel hedefi, AB'yi uyarmak ve AB'ye neden Türkiye'yi ortak olarak alma zorunluluğunda olduklarını anlatmaktı. Bunu son derecede açıklıkla ortaya koydu.
 

Türkiye güçlü bir ülkedir. Çoğunluğu genç ve dinamik nüfusa sahip, teknoloji ve üretim kapasitesini kurmuş, eğitim düzeyi bir çok Avrupa ülkesine göre göreceli alarak geniş bir ülkedir. Şu anda 5 milyondan fazla sadece İlk Öğretimde okuyan genç insanları vardır. Sadece bu rakam bile bir çok Avrupa Topluluğuna üye ülkelerinin toplam nüfusuna eşittir. Acaba örneğin, Hollanda'da, Lüksemburg'da , Baltık ülkelerinde kaç öğrenci İlk Öğretimde okumaktadır?

Ayrıca,Türkiye Orta Asya'nın Batı kapısında güçlü bir ülkedir. Orta Asya'nın yani eski Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte beliren Türki Cumhuriyetlerin dostudur. Orta Asya'nın Doğu kapısında yer alan ve gittikçe devleşen Çin'e kadar tüm alanlarda gerek soy gerekse din açısından ve daha da önemlisi kendine şiar edindiği laik devlet anlayışıyla örnek ülke olarak Türkiye artık gerçekten güçlü bir ülke konumuna gelmiştir.

Rusya'nın Orta Asya'da ki ülkelerle olan ilişkisi son derecede güçlüdür ve hatta bir bakıma dil birliği ilişkileri yoluyla da en etkin bir ülke konumunu muhafaza etmektedir. Bu iki ülkenin yani Rusya ile Türkiye'nin bir araya gelmesi ve birlikte ekonomik ilişkileri geliştirmenin sonucunda varılacak noktada Türkiye gerçekten hem ekonomik hem sosyal hem de askeri alanlarda ve fiili olarak olağanüstü yüksek düzeylerde yer alan bir ülke konumuna erişecektir.

İşte bu konuma ulaşma ihtimali olan Türkiye'ye karşı Avrupa Topluluğunun yapacağı tek şey Türk iyeyi bir an evvel Ortak ülke olarak aralarına almalarıdır. Bunun kendi çıkarlarına olacağını görmelerini sağlama yolunda Paşa'nın bu sözlerini ciddiyetle verilmiş bir dostça uyarı olarak algılamaları gerektiği kanısındayım. Bu uyarıyı algılamalarının kolay olacağını sanmıyorum. Zira genlerindeki "Türk'ü Asya'ya , geldikleri yere geri sürme" virüsünün hala etkisinde kaldıkları görülmektedir. Karen Fogg olayı bunun en son örneğidir. Karen Fogg'un hemen geri çekilmesi gerekirken üstüne üstlük ısrar ederek onu korumaları inanılmaz bir durum olarak devam etmektedir.

Eğer Avrupa Topluluğu Türkiye'yi almamakta ısrar ederek bir takım bahanelerle "uyutmaya" devam ederse Avrupa'yı bu sürüncemede bırakma durumundaki kendi denge(equilibium) noktasını sarsmalı ve dengenin bozulmasının sağlanmasıyla Avrupa Topluluğu kesin bir mecburiyet altına itilmelidir.

Bunun en kestirme yolu da stratejik ortak ABD ile Rusya ve Türkiye hep birlikte Avrupa Topluluğunun önüne yeni bir çok fırsatların çıkacağını ve bunun da ancak Türkiye'nin Avrupa Topluluğuna ortak olması yoluyla kolaylıkla gerçekleştirilebileceğinin gösterilmesidir.

İşte Paşanın söyleminin altında hem bu anlayış hem de Türk İdarecilerine "kraldan fazla kralcı olmayın" ikazının yapıldığını düşünüyorum.


Coşkun Ürünlü

 

 

Yorum Yaz | Makaleyi Yazdır