İktisadi Çıkmazlara Yol Gösterirken

İktisadi Çıkmazlara Yol Gösterirken

 

Türkiye'nin ekonomik çıkmazdan kurtulması için önerilen önlemlerin ne denli geçerli olacağı konusu, ne yazık ki bugüne dek ciddî biçimde eleştirilmemiştir. Örneğin, zamların gerekli olduğu vurgulanmakta bu gerekliliğin doğuş nedeni olarak eskiden ortaya çıkan yığınla birikmiş sorunlardan söz edilmekte, zamların yapılmasında hatta geç kalındığı söylenmektedir.

Hiçbir yazar, bu zamların toplumun sosyo-ekonomik yapısıyla ilgili nedenleri üzerinde durmamaktadır.

Bir toplumda ekonomik sorunların temel nedenleri kamuoyunda teşhir edilmeden, bulunan ya da bulunmuş gibi gösterilen çözümlerin geçerliliklerini de irdeleme olanağı olamaz. Örneğin, "devalüasyon gerekir" yargısının nedenleri tartışılmadan "devalüasyon taksit taksit yapılırsa" ya da zam gereğinin doğuş nedenleri belirlenmeden "zamlar azdır" ya da "çoktur" diye eleştirilerde bulunmakla yetinilirse , bu davranışlar sorunun temellerini görmeyi engeller . Bu tür eleştirilerde bulunanlar da aslında temel nedenlere inmekten kaçınanlardır. Onların yaptıkları yalnızca siyasal iktidar sahiplerini sorumlu göstermektir. Gerçekten de, sorumlular siyasal iktidar sahipleridir. Ama ne var ki, siyasal iktidar sahipleri toplumdan soyutlanmış, toplumun sınıfsal yapısının üstünde bu yapıdan ayrı ve farklı bir yerde yer almış değillerdir. Bundan ötürü de eleştiri soyut, gerçekçi olmayan hatta çocuksu nitelikte oluşur. Bu bilimsellikten uzak oluşa ek, kamuoyu yanıltılır; eleştiride belirlenen hedef hatalı olarak somutlaştırılır; savaşım için kitlelerin enerjileri yanlış yönlere kaydırılır. Bu süreç içinde de sorunları yaratan nedenler etkinliklerini sürdürür gider.

Siyasal iktidarın niteliğini, toplumsal yapının kaynağı olan üretim biçimi ve bu biçimin doğurduğu üretim-tüketim-bölüşüm sisteminin oluşturduğu unutulur. Eleştiri bu gerçeği göz ardı ettiğinden, gerçeklikten uzak safsata olarak kalır. O halde asıl sorumluluk, bu sistemin, piyasa mekanizmasının, değiştirilmesinde zararları olan sınıflarda ve bu sınıfların sözcülüğünü yapma zorunda olan temsilcilerindedir. Bu noktanın saptanması sistemin değiştirilmesinde yararları olan sınıfların ya da onların yandaşlarının eleştiri yükümlülüğünü de ortaya çıkarır. Bu yükümlülüğün gerçekten temel yapısal nedenlere inilerek yerine getirilmesi, toplumun ana çelişkilerinin neler olduğu vurgulanarak somutlaştırılması, çözüm yollarının bu somuttan bulunarak gösterilmesi, eleştirinin geçerliliğini sağlayacaktır.

"Taksitli satışlar iki yıl ile sınırlandırılırsa sorunlara çözüm getirilir" görüşüne, "Hayır , sınırlama on iki ay olmalı" diye bir eleştiride bulunmak, geçersiz bir karşı oylamadır. "Taksitli satışları perakende satışlar düzeyinde sınırlamanın işe yaramayacağı, bunun yerine kredi mekanizmasının kaynağında kısıtlama gerektiği" eleştirisi bile tam geçerli olamaz. Zira bu tür eleştiriler piyasa mekanizmasının, kapitalizmin özünün ve işlevinin korunmasını kabulü ama sonuçlarının değiştirilmesine yönelik bir nitelikte kalmıştır. Ancak, bankacılığın devletleştirilmesi, taksitli satışların kamçıladığı enflasyonu engeller savının ileri sürülmesi, sistemin özüne indirilen önemli bir eleştiridir. Bu tür eleştiri egemen güclere karşı ve ezilen halk kitlelerinin yanında doğru bir eleştiridir. Doğrudur, çünkü hastalığın nedenini, hedefini ve çözümünü bilimsel doğru olarak saptamıştır. "İhracatı teşvik için ihracatçıya ihracatının belli oranında ithal yetkisini sağlayıcı belge verme yoluyla döviz kıtlığına çözüm getiriliyor" savına karşı ileri sürülecek eleştiri, "Bazı kimseler zengin ediliyor" diye yapılamaz. Bu doğrudur ama eksiktir. Burada gözden kaçan temel yanılgı sistemin gereği olarak ithal yetkisini gösteren belgenin zamanla karaborsaya düşerek gerçek ithalâtçıya satılacağı ve dolar-lira paritesinin gerçek kıtlık fiyatına (karaborsa fiyatı = kıtlık fiyatı) yükseleceğidir. Kapitalizmin yarattığı bu sorunu, sistemin özü korunarak ve onun izin verdiği araçlarla ortadan kaldırmaya yönelik bir önlemin geçerli olabilmesi mantık dışıdır. Burada düşünülebilecek çözüm dış ticaretin "devlet dış ticaret ofisi" kanalıyla yürütülmesidir.

"Faiz oranlarını düşürerek maliyeti ucuzlatıp ülkenin kalkınmasının sağlanacağı" savına karşı yapılacak eleştiri, Keynes öncesi iktisatçıları bile şaşırtacak nitelikteki bu savın bilimsellikten yoksun oluşunu vurgulamakla yetinirse, anlamlı olamaz. Faiz oranlarının düşürülmesinin enflasyonu süratle hızlandıracağını anlatmak da sorunu çözümleyici olamaz. Faiz, sermayenin fiyatı olarak, kapitalist sistemin can damarıdır. Faiz'in tüm kaldırılması bir çözüm yoludur; ama ne var ki, üretim biçimini mevcut haliyle hem korumak hem de faizi kaldırmak aklın kabulde zorluk çektiği bir savdır, yalnızca! O halde, toplumun yararları açısından faiz oranlarını yükselterek yatırımları kısmanın bir çıkar yol olduğu ileri sürülebilir. Yoksa hem IMF'den onların saptadığı faiz üzerinden dolar alacaksınız hem de ülkede faiz oranlarını düşüreceksiniz, bu tür yaklaşımlar hastalığı göz ardı etmekten ve kamuoyunu oyalamaktan ileri geçemez.

Yukarda sıralanan örnekler olay olay ele alınmış ve çözüm yolları da tek tek gösterilmiştir. Bu tür yaklaşım bir derecede geçerli olabilir. Ama asıl geçerli yol, sistemin hangi noktalarda koptuğunu göstermek ve bu kopuklukların hangi sonuçlara yol açtığını vurgulamaktır.

Türkiye emperyalist bir çember içinde kıstırılmıştır. İç egemen güçler ulusal kapitalistler halinde oluşamadan dış egemen güçlerle işbirliğine hatta onların hizmetkarları durumuna düşmüşleridir. 1838 Ticaret Sözleşmesiyle başlayan bu olgu Ortak Pazar antlaşmalarıyla yenilenmiş, bu durumun sonucunda da Türkiye bağımsızlığını yitirdiğini kabullenmek zorunda kalmıştır. Bu bağımlılık sonucu dış ticaret açığı kronik bir duruma gelmiştir. Örneğin, bugün ithalât-ihracat açığı 3,5 milyar dolara yaklaşmıştır. Her nedense herkes ihracat seferberliğine geçerken, hiç kimse Katma Protokol hükümlerini anımsayamamaktadır.

Bağımlı yerli kapitalistler kendi aralarında kartelleşmekte, iki ya da üç firmadan oluşan tüketim malları üreticileri, fiyatları "satıcılar enflasyonu" türüne kolaylıkla yükseltebilmektedirler. Siyasal iktidar sahipleri ise tekelciliğe karşı bugüne dek hiçbir yasal önlem almamışlar, alma gerekliliğini düşünmemişlerdir. Bu durum onlar açısından normaldir. Çünkü, sistem gereği, siyasal iktidar sahipleri bu egemen güçlerle aynılaşmıştır.

KİMDEN KİME?

Türkiye'de Gelir Vergisi'nin yüzde seksenine yaklaşan bölümünü işçi, memur gibi emekçiler sağlamakta ama bu fonların transfer edildiği yer, egemen güçlerin avuçları olmaktadır.Ekonomik kalkınmanın fiyatını halk ödemektedir. Tarım girdileri pahalılaşırken, ürün fiyatları düşük tutularak özel sektörü özendirme programlarına taze kan bulunmaktadır. "Hangi ağır sanayi kapitalistler tarafından bunca özendirmeye karşın kurulmuştur?" diye sorulmaz, sorulamaz; zira ağır sanayînin hangi yörede, kapasitede, üretim dalında ve hangi teknolojiyle kurulacağına dış ekonomik egemen çevreler karar verecektir ya da vermiştir. Ekonomik ömrü sadece 30-40 yıl, inşa maliyeti 1,5 milyar dolar, ürettiği enerji kapasitesi Keban I kadar yani 600 MW olan Akkuyu-Silifke nükleer enerji santralının tümüyle dışarıya bağımlı olarak kurulmaya başlandığı bugünlerde ulusal ağır sanayi hamlelerinden söz etmek acıdır.

Toprakta yarı feodal üretim biçiminin hızla ortadan kaldırılması gerekirken, toprak ağalarının Ankara'ya yürüyebilmesi ve toprak reformunun yozlaştırılması daha uzunca bir süre kent ve konut sorununa çözüm getirilmeyeceğini göstermektedir. Bu gerçek karşısında, kiralara karşı savaşım vermek, hayalî kalmaya mahkum değil midir?

DEVRİ GEÇENLER…

Tüm bu açıklamalar, artık Batı kapitalist ülkelerinden aktarıldıkları iktisadî kuram, kavram ve tekniklerle dışa bağımlı kapitalist yoldan kalkınmaya çaba gösteren bir ülkenin sorunlarına çözüm arayan iktisatçılar döneminin sona erdiğini göstermektedir.Dönemleri sona ererken onlara anımsatılması gereken önemli bir nokta da, onların kullandıkları bu araçların emperyalist dünyanın bu günkü iç çelişkilerini bile çözemediğidir.

Coşkun Ürünlü

Milliyet                                                                       
11 Kasım 1977
2. Sayfa

 

Yorum Yaz | Makaleyi Yazdır