Kalkınmada Unutulan Sektör

Kalkınmada Unutulan Sektör

 

Ülkemizde planlı kalkınmanın başladığı 1960'lı yıllardan beri, kalkınmayla ilgili hemen hemen her sektör şu ya da bu biçimde gereken ilgiyi görmüştür. Tüm sektörler içinde bu ilgiyi görmüştür. Tüm sektörler içinde bu ilgiyi görememiş olan tek sektör vardı ki, o da sigorta sektörüdür. Kalkınma planlarının ilk dördü incelendiğinde, bu sektörle ilgili görüş ve önlemler ile geleceğe yönelik ilkeler dizisinin son derece kısır ve yetersiz kaldığı görülür. Hele son aylarda yürürlüğe girmiş olan 5. Beş Yıllık Kalkınma Plan'ında, bu sektörden sadece bir tek cümleyle söz edilmekte, "sigorta sektörünün sorunlarının geniş bir açıdan ele alınacağı" kaydedilmekle yetinilmektedir.

Bir ülkenin kalkınması için gerekli mali kaynakları sağlayan kurum ve kuruluşlar, bankalar, sigorta şirketleri ve borsa bankerleri diyebileceğimiz finans kuruluşlarıdır. Türkiye'de yatırım kaynaklarının dayandığı temel kurum, banka sistemidir. Ne var ki, Türkiye'deki banka sektörü, küçük bir esnaf gibi, daha açık bir deyişle, mal alıp, az bir kârla satan aracılar gibi, elindeki mevduatları pazarlamakla yetinmiş; kalkınmadaki yapıcı rolünün bilincine varamamıştır.

Bu durumun çeşitli nedenleri vardır. İlk olarak, paranın fiyatı olan faiz oranları devlet tarafından saptanmaktadır. Devletin gerek mevduat, gerekse kredilendirme için saptadığı fiyat (faiz) tüm bankalar için aynı olduğundan, bankalar arasında belirli bir rekabet yaratılması engellenmiştir. Bankalar arası rekabetin olamayışı, bankaları, yukarıda tanımlandığı gibi birer esnaf durumuna itmiştir. Hiç bir ihtisaslaşma olamamıştır. İkinci olarak, devletin tespit ettiği ve yakın zamanlara kadar mevduat faizi olarak uygulattığı faiz oranları, son derece düşük kalmıştır ( bu düşük oranlar, fiyaskoyla sonuçlanan banker kurumlarının doğuşuna kadar sürmüştür).

Düşük mevduat faizlerinin bankalar elinde toplanması ve kredilendirme
için " banka masrafları" adı altında kredi faizlerinin bankalar tarafından yapay bir biçimde yükseltilmesi, bunlara son derece yüksek kârlar bırakmıştır. Kısa sürelerde elde edilen yüksek düzeydeki zahmetsiz kazançlar, bunları atıl hale getirerek, ekonomide olması gereken yapıcı fonksiyonlarından uzaklaştırmıştır. Bu kârların yatırıma dönüşmesi, son derece kısıtlı kalmıştır. Zira, kredilendirme için bankalar ,"gayrimenkul ipoteği altında" teminat aramaya devam etmişler ve kredilendirecekleri firmaların, "son derece büyük firmalar" olmalarını tercih etmişlerdir. Bu tür bir yaklaşım ise, kredilendirmenin, firmaların sanayi ya da ticari kapasitelerinden çok, gayrimenkul varlıklarıyla doğru orantılı olarak gelişmesine neden olmuştur. Firmaların çalıştıkları alanlar, ekonomik yapıları, projelerinin olabilirliği yerine "gayri menkullerinin olup olmadığı"nın aranması, sonuçta, banka sisteminin, Osmanlı Imparatorluğu zamanındaki "Galata sarrafları"ndan daha geri bir anlayışta kalmasına neden olmuştur. Diğer bir deyişle, Türk bankacılığı, "rehin sandıkları" veya "emniyet sanmdıkları" türündeki zihniyetle faaliyet göstermiştir.

Böylece bankalar, yatırımı teşvik edici, yönlendirici ve kalkınmanın motoru olma yerine, gelişmenin geri vitesi olma durumuna düşmüşlerdir. Yukarıda belirtilen kısır mantığın bir sonucu olarak, orta ve uzun vadeli kredilendirme anlayışından yoksun kalan banka sektörü, bankerlik furyasıyla, Cumhuriyet dönemindeki en büyük krizini yaşamış ve sonuçta bir çok banka, kamu banka sistemi içinde eriyerek yok olmuştur. Geriye kalanları ise, günümüzde, son derece büyük sıkıntıları olan kuruluşlar olarak, hâlâ gayrimenkul teminatı verecek firma arayışıyla faaliyette bulunmaktadırlar.

Kısa bir süre öncesine kadar, tasarruflardan elde edilen ucuz ve kolay para rahatlığı içinde olan banka sektörü, verimlilik ve başarının kriterini, "her mahallede, kahve sayısından çok banka şubesi açmak" la eşdeğer tutmuştur. Rasyonel olmayan ve ileriyi göremeyen bu anlamsız yayılmanın zamanla kendini göstermeye başlayan maliyet artışlarına, alınan son ekonomik kararların oluşturduğu maliyet unsurları da eklendiğinde, bankacılık, çağdaş anlamda olması gereken çizginin çok gerisinde kalmış ve şu anda, "yatırımın maliyetini son derece yükselten bir kurum" olarak büyük kriz içine düşmüştür.

Türkiye'de bankacılık sisteminin bir hastalığı da, bankaların çoğunluğunun holdingleşen ailelere geçişidir. Bankaların, sahibi olan ailelere düşük maliyetlerde kredi vermesi, bunun yanında, dış firmalara hiç kredi verilmemesi veya son derece yüksek maliyetle kredi verilmesi, sanayi ve ticaret firmalarının çoğalması yerine, piyasaya yeni girmek isteyen ya da büyümek isteyen firmaların, karşılarında, düşük maliyetli krediyle çalışan banka sahibi sınai aile firmalarını bulmalarına neden olmuştur. Monopol ya da oligopol piyasanın genişlemesi demek olan bu durum, kalkınmanın itici gücü olması gereken bankacılık yerine, sadece halktan mevduat toplayıp, belli bazı aile şirketlerinin büyümesine yarayan, sanayileşmeye katkısı az olan bir banka sisteminin gelişmesi sonucunu doğurmuştur.

Anlaşılacağı üzere, banka sistemi, Türkiye'de kredilendirilme için iki temel ölçüt aramaktadır: 1- kredi verilecek firma, bankanın sahibi olmalıdır ; ya da 2- Kredi talep eden firma, gayrimenkul sahibi olmalıdır.

Gayrimenkul mülkiyeti, tarihsel açıdan izlendiğinde, daha çok toprak sahipleriyle ilgili bir olgu olarak karşımıza gelmektedir. Toprak sahiplerinin kente göç ediş ve kentte gayrimenkul edinmelerinin kökünde, köylülük-esnaflık yatmaktadır. Bu olgu, sanayi yatırımcısı ve çağdaş girişimci için, oldukça, "anlamsız" bir mülkiyettir. Diğer bir deyişle, çağdaş iş dünyası, " ölü yatırım" sayılabilecek bir girişim yerine, uluslar arası piyasada rekabet edebilecek "yeni teknolojilerle üretim yapmak" isteğindedir. Bu isteğin gerekleri olan araştırma, geliştirme, proje ve planlama kavramlarıyla faaliyette bulunan bu firmalar, aslında "yatırım fonlarına muhtaç" olan firmalardır. Bunun tersi bir yapıya sahip olan gayrimenkul sahipleri ise, kendi dar çevrelerinde saptadıkları "tüketim sektörüne" kaynak aramaktadır.

Yukarıda temel özelliklerini belirttiğimiz Türk banka sektörü, sigorta şirketlerine de sahiptir. Piyasada geniş çapta faaliyette bulunan sigorta şirketlerinin hemen hepsi, "bankalara ait" ya da "bankalar tarafından kontrol edilen" sigorta şirketleridir.Sigorta şirketlerinin bankalar sistemi içinde "erimiş" olması, sigortalama faaliyetlerinin, "ayrı bir sistem" olarak gelişmesini engellemiştir. Batı dünyasındaki, hatta geri kalmış birçok ülkedeki fiili durum, banka ve sigorta sektörlerinin birbirinden bağımsız oluşlarıdır. Türkiye'deki fiili durum ise, bankaların, sigortacılığı kendi bankacılık faaliyetlerinin bir alt dalı olarak görüp, öyle uygulamalarıdır. Bunun sonucunda, Türkiye'deki sigorta sektörü, "Türk bankalarının hastalıklarıyla malul" bir sektör olarak karşımızda durmaktadır. Sigorta sistemi, tüm ülkelerde "yatırım fon" sağlarken, Türk sigorta sistemi "bankalara fon" sağlamaktadır. Bu ise, ülkenin kıt yatırım kaynaklarına eklenebilecek potansiyelin yok edilmesi demektir.

Bu durum daha da ağırlaştıran diğer bir husus da, idari önlemlerle, yeni sigorta şirketlerinin kurulmasının engellenmeye devam edilmesidir. Hiç bir yasal temel olmamasına rağmen, sigorta sektörü ile ilgili olan Bakanlık, yeni sigorta şirketlerinin çalışma ruhsatı almasına, hatta kurulmasına izin vermemektedir. Ne 7397 sayılı Sigorta Şirketlerinin Murakabesi Hakkındaki Kanun'da ve ne de 5. Beş Yıllık Kalkınma Planı hükümleri arasında böyle bir kısıtlamayı öngören hüküm, önlem, öneri olmamasına rağmen, ilgili Bakanlık bu yasalaşmayı sürdürmektedir. Az gelişmiş bir ülkede, yatırımların hızlandırılması için, kaynağa ihtiyaç her zaman fazladır. Bu gerçeğe rağmen, Türkiye'de, mevcut sigorta şirketleri sayısı dondurulmuştur ve mevcut sigorta şirketlerine yeni sigora şirketleri eklenmesine izin verilmemiştir. (1) Bu uygulama, köhne banka sistemi içinde çalışan sigorta sektörünün "rekabet dışında bırakılması" sonucunu doğurmuştur. Bankalar tarafından bir tür "hacir" altında tutulan sigorta sektörünün yeni şirketlere kapalı tutulması, mevcut yapıdan memnun olan bankacı (sigortacı) ve sanayici aile şirketlerinin rekabetten arınmış tutularak yükseltilen sigorta kârlarının, oligopol yapım içindeki konsolidasyonunun devamını sağlamıştır. Bu kapalılık, diğer yandan, tüm az gelişmiş ve gelişmiş ülkeler içinde 19'uncu gelişmişlik düzeyinde olunmasına rağmen, fert başına düşen sigorta primi açısından 55'inci olma gerçeğini sürdürmüştür.

Bankalar, sigorta faaliyetlerinin genişlemesi, varlıkların teminat altına alınması için, reklam,tanıtma ve benzeri türde bir faaliyet içine de girmekte, bu tür hizmetlere gerek duymamaktadırlar. Bağlı bulundukları sınai tesisleri kendileri sigortalamakta, prim tutarları, aynı sanayi ve banka aile topluluğu içine akıtılarak, yine kendileri tarafından kullanılmaktadır. Hasar anında ise, tazminatlar, kurumun sağ elinden alınıp sol eline verilmekte; iç bünyesinde, tüm muameleler kağıt üzerinde kalmaktadır.

Diğer yandan, sahiplerinin tesislerini sigortalamalarının dışında bankalar, kredi verdikleri firmalara "zorunlu olarak" sigorta yapmakta; kredi talep eden müşteriden alınan sigorta primini, "kredi faizine ek bir faiz"miş gibi mütalaa etmektedir.Müşteriler kredi alabilmek için, bu "yasal zorunluluk" olmayan işleme boyun eğmektedirler. Bunun dolaylı sonucu olarak da, banka (sigorta) sahibi aile şirketleri, sınai faaliyetleri için, her an "taze para" bulmuş olmaktadır.

Bankaların müşterilerini sigortalama olayı, bazı devlet bankalarının kuruluş kanunlarına dahi girmiş ve bu suretle, bankaların kredi verdikleri müşterinin sigortalanması, yasal olarak bankalara bağımlı kılınmıştır. Bu durum, sigorta sektörünün yatırımlar için bağımsız fon yaratma kaynağı olması olanağının nasıl yok edildiğinin en güzel kanıtıdır.

Bankaların sigortacılık yapmalarının temel sakıncası olan "yatırım için fon yaratamama" durumuna ek olarak, daha birçok sakıncalardan söz edilebilir. Bunların başında, bankaların sigortacılık gibi teknik bilgi gerektiren bir faaliyet dalında, bu teknikten yoksun olarak hizmet vermeye çalışmaları gelmektedir. Yapılan birçok sigorta poliçesinde, teminatların kapsamı "dar" tutulmakta; değer açısından da, verilen kredi miktarıyla yetinilerek, "eksik" sigorta yapılmaktadır. Her bir banka şubesi, "sigorta acentesi" olarak çalıştığından yapılan poliçelerde bu "eksik" sigortalama çok geniş boyutlara varmakta ve hasar ödemelerinde, müşterilerin zararlarının "tam olarak tazmin edilememesi"ne yol açmaktadır. Ama, bankalar, bu duruma önem vermemekte; bankacılık işlemlerinde istihdam ettikleri personeli acente gibi çalıştırıp, acente komisyonunun, bankanın öz fonlarına akmasına ilgi göstererek, personelin sigorta teknik bilgilerinin "noksan" olmasını önemsememektedirler.

Türkiye'de sigorta sektörünün unutulup ihmal edildiğine en güzel örnek olarak, Türk sigortacılığında, Batı sigortacılık dünyasında oluşan çağdaş teknik ve teknolojilerin yakından izlenmemesi gösterilebilir. Sigorta sektörüyle ilgili olan Bakanlık bünyesinde, yurt dışı gelişmeleri, literatürü izleyebilecek lisan bilen elemanlardan oluşan bir kadro kurulamamış ve bu yüzden, Türk sigorta sektörü, donmuş eski kalıplar içinde kalmıştır. Bunun en güzel örneği, nakliye sigortalarında görülmektedir. Nakliye sigortalarındaki dar-geniş teminat ikilisi 1982 yılından beri uluslar arası sistemden kaldırılmış olmasına rağmen, Türkiye'de hâlâ uygulamaktadır.

Sigorta primleri yasayla saptandığından, şirketler arası rekabet, müşterileri acente olarak tayin etmek ya da aralarında gizli sözlü anlaşmalar yaparak, açıktan prim iadeleriyle, haksız ticari rekabeti yaygınlaştırmak gibi sonuçlar doğurmuştur. Diğer yandan, yangın sigortalarında %10 oranında alınan belediye vergisi, malını sigorta ettirenlerin, ettirmeyenlere göre ceza ödemesi anlamına gelmekte; ithalatta alınan sigorta gider vergisi ise, yabancı sigorta şirketlerine göre Türk sigorta şirketlerinin cezalandırılması anlamını taşımaktadır.

Sonuç olarak, şu önlemlerin acilen alınmasında yarar görmekteyiz.

1- Sigorta şirketi kurulmasına konulan idari yasak uygulaması, yasaların sınırları içine alınarak kaldırılmalıdır;
2- Sigorta şirketlerini bankaların egemenliğinden kurtarmak amacıyla,

a) Bankaların, sigorta yapabilmek için, banka şubelerinin dışında, sadece sigorta işlemleriyle ilgili olarak istihdam edilmek üzere acentelikler tesis etmesi, yasal zorunluluk haline getirilmelidir. Bankaların bu durumda dahi alacakları komisyon oranları, salt sigorta acenteliği yapan acentelik komisyon oranlarından düşük tutulmalıdır;
b) Bazı devlet bankalarının kuruluş yasalarındaki "müşterinin sigortasını yapma zorunluluğu" kaldırılmalıdır;

3- Sigorta şirketlerinin sermayelerini artırarak, günümüz gereklerine uymaları sağlanmalı ve bu sermayenin en az %40 oranındaki payı, küçük kupürler halinde halka açılmalıdır;
4- Sigorta acenteliğinin ticari ve sınai firmalara verilmesi, belli bazı ölçütlere dayandırılmalıdır;
5- Ticari ve sınai yapılar ile konutlarda, tıpkı trafik sigortasında olduğu gibi, "sigortalama zorunluluğu" getirilmelidir.
6- Belediye yangın vergisi ile ithalatta alınan sigorta gider vergisi kaldırılmalıdır.
7- Günümüz koşullarında anlamı kalmayan acente komisyon oranları (%7,5-%10 gibi) yükseltilerek, acentelerin faaliyetleri teşvik edilmelidir.

 


(1) Tek istisna 1984 yılı ortalarında daha önce iflas etmiş olan eski bir sigorta şirketinin bankacılık yapan, sınai faaliyette bulunan ve temelinde aile şirketi olan bir holding tarafından yeni bir isim altında canlandırılmasına izin verilmesi olayıdır. Bu olay, yukarıda sözünü ettiğimiz tezimizin ne denli gerekli olduğunu kanıtıdır.

Coşkun Ürünlü

SİGORTA DÜNYASI                                                    
AYLIK TÜRK SİGORTA VE
REASÜRANS DERGİSİ
CİLT:25
SAYI: 297
SAYFA: 8
Eylül 1984

 

Yorum Yaz | Makaleyi Yazdır