Yılmaz Karakoyunlu: Tanzimat'a Giderken Osmanlı'da Durum

Tanzimat'a Giderken Osmanlı'da Durum
                                   

Dr. Yılmaz Karakoyunlu



Biz, görüntüleri dümdüz değil, bozuk biçimde yansıtan aynalarız.
Sorunların karşısına, arı ve saydam yüzeyler olarak değil;
yorgun ve çâresiz önyargılarla çıkarız...


Andre Maurois [1885-1967]


§ 1.Giriş

Âli Paşa'nın vasiyetnamesi, "La Revue de Paris" gazetesinde 1910 yılında yayınlandı. Bu vasiyetname, ülkenin geleceğinin güven altına alacak bütün konulara temas ediyordu. İmparatorluğun geleceğini liberal ekonomide gören ve mutlaka serbest piyasa ekonomisine geçilmesini ısrarla öneren Âli Paşa, ferdiyetçi bir politikanın başarıya ulaşması için, bilim ve tekniğin mutlaka ön planda tutulmasını öneriyordu. Devletin en önemli hedefi, Avrupa Devletler topluluğuna katılacak şekilde kendini hazırlaması olmalıydı. Devletin dış ilişkilerinin güçlenmesi için Avrupa'nın bir üyesi olması şarttı. Aksi halde, imparatorlukta ortaya çıkacak bir çok problemin sonuçta devletin bekasını tehdit etmesi kaçınılmaz olacaktı. Âli Paşa, sadrazamlığı boyunca bir gerçeği tespit etmişti. Avrupa devletleri ile olan ilişkilerimizin hemen tamamına yakın kısmı Avrupa'nın iç işlerimize karışma merakından kaynaklanmaktaydı. Kendimizi Avrupa'nın bir parçası yapmak için, önce yol politikasına önem verilmesi gerektiğine inanan Âli Paşa, mühendislik mesleğini ön plana çıkarıyor ve Avrupa'da mühendislik eğitimi verilmesinde ısrar ediyordu. Coğrafi açıdan Avrupa'nın bir parçası olduğumuza inanan Âli Paşa bunu sağlamak için her tavizi vermeğe kendini hazırlamıştı. Önce devletin gelirini arttırmak gerektiğine inanmıştı. Bunun için devletin gelirlerinin büyük kısmının harcandığı şehirlerde oturanların daha fazla vergi vermesini ileri sürüyordu. Şehirlerin ticaretinden kazanç sağlayan zengin tüccarların daha fazla ödeyecekleri vergilerin toplanma işinin devlete bırakılması mümkün değildi. Bunun için özel vergi toplama şirketi kurulması kaçınılmaz derecede önemli tedbir olarak görülüyordu. Tahsildarlık yapacak yetenekte eleman olmamasının yarattığı sorunları gidermek için vergi toplama şirketlerinin kurulması yoluna giderilebilirdi. Yabancı sermayenin mutlaka özendirilerek imparatorlukta yatırım yapmalarının Avrupa'nın imparatorluk ile ilişkilerinin düzelmesine önemli katkılar sağlayacağına inanan Âli Paşa, Avrupalının, Türklerden daha sâdık bir Osmanlı olduğunu ileri sürecek kadar düşüncesinde ısrarlıydı.

Avrupa hayali, büyük kentlerde yaşayan okumuşların rüyalarını süslerken kırsal kesim, tefecinin ağına düşmüştü. Emeğini ve ürününü, günü geldiğinde tefeciye teslim eden çiftçinin hali perişandı. Âli Paşa kendi yönetiminde başaramadığı bir hedefi, şimdi çok ricacı bir dille padişaha arz ediyor ve soruna çâre bulunmasını öneriyordu. Eğer tarım bankaları kurulup çiftçinin kredi ihtiyacı karşılanmazsa, ülkenin ekonomik kalkınmasını sağlamak mümkün görünmüyordu. İmparatorluk, liberal iktisat modeli içinde Avrupalılaşabilirdi. Sanayi henüz gelişmemişti. Devletin mülkiyetindeki fabrikalar, ağır ve beceriksiz yönetim içinde verimlilikten uzaktı. Âli Paşa, bu fabrikaların hepsinin hisse senetlerinin bu işi becerecek firmalara satılmasını öneriyordu. İktisat tarihimizde özelleştirme teşebbüsünün ilk ciddi örneği Âli Paşanın vasiyetnamesinde yer alıyordu. Âli Paşa, bu fabrikaların yabancı sermayeye açılamasını gerekirse,; bedava verilmesini; böylece, finansman ve teknoloji temin edilerek üretimin ve kalitesinin yükseltilmesinin üzerinde ısrarla duruyordu. Âli Paşa, bir ülkenin bağımsızlık haysiyetiyle bağdaşması mümkün görünmese bile içtenlikle yeni çözümler öneriyordu. Ağır savaş gemilerinden oluşan donanmanın özelleştirilerek devlete yük olmaktan kurtarılmasını öneren Âli Paşa, devletin savaş gücünü bir özel şirkete devredecek kadar liberaldi.
Tanzimat paşalarının iktisat politikaları konusunda getirdikleri öneriler, çelişkiler içindeydi. Bir yandan sanayinin gümrük duvarları ile korunmasında ısrarı ifade eden teklifler dile getiriliyor; öte yandan vergilerin toplanması, deniz savaşlarının özel şirketlerin sorumluluğuna bırakılması gibi tedbirleri öneriyorlardı. özündeki çelişmelere rağmen Fuat ve Âli Paşaların önerdiği sistem liberalizmdi. Tanzimat'ı ilan edenler, iç ve dış ekonomik ilişkilerde sağlam bir alt yapı kurarak sanayileşmeye yönelmişlerdi ama, sanayi devrimi yaşayan Avrupa'nın gösterdiği gelişme karşısında beceriksiz kalmanın acısını da duyuyorlardı. Sanayi devrimi, ulaştırma politikasına hız vermiş ve bütün ulaşım kaynaklarının sonuna kadar kullanılmasını önermişti. Özellikle su kaynakları sonuna kadar kullanılarak üretim maliyetlerinin düşürülmesini gerçekleştiren Avrupa sanayi karşısında İstanbul'da hâlâ yeter miktarda içme suyu bile yoktu. Çanakkale ve İstanbul Boğazları'ndan en ilkel sandallara karşıya geçilirken, Avrupa nehirleri, sanayi ürünlerinin ulaşımında yeni imkan olarak değerlendiriliyordu .Tanzimat heyecanı ile imparatorluğa davet edilen uzmanlar, Kağıthane ve Göksü derelerinin sanayide kullanılabilecek su kaynağı olduğunu söylemelerine rağmen bu görüşlere itibar edilmiyordu. Kağıthane ve Göksu dereleri, ince saz fasıllarının eşlik ettiği eğlence terbiyesinde, bir piknik yeriydi. Ve hâlâ, imparatorluğun sefahat âlemlerini hatırlatan bir üslûp içinde Sadaabat ve Hıdırellez sefaları için kullanılıyordu.

§ 2. Rüşvetle Geliştirilen Sanayi Ve Banka Tutkusu

Devletin sahip olduğu fabrikalarda yöneticilere ödenen ücretler üretimin en büyük maliyetini oluşturuyordu. İsraf içinde verimsiz çalışan fabrikaların batı malları ile rekabet edebilmesine hiçbir şekilde imkan yoktu. Sanayi gelirine dayanmayan ve tarımından yeteri kadar vergi alamayan Tanzimat Bürokrasisi, sosyal değerlerini Batı taklitçiliği ile kaybetmeğe başlamıştı. Yetişmiş kadroların eksikliği, yönetimde iyi okumuş azınlıkların görev almasına ve etkinlik kazanmasına yol açtı. Rüşvet ve iltimas, Tanzimat sonrası ekonomik hayatın vazgeçilmez unsuru olmuştu. Şirketler devletten çıkaracakları kararlar için çeşitli yollarla rüşvet vererek imtiyazlar sağlamaktaydı. Zaman zaman İmparatorlukta yatırım yapmak ve ticareti geliştirmek isteyen Türk tüccarlar ve şirketler, karşı tarafların verdiği rüşvetler yüzünde izinlerini alamıyor ve ülkenin gelişmesine önemli katkıları olacak yatırımlardan mahrum kalıyordu.

Hukuk uygulaması, azınlık avukatlarının elinde ve tecrübesinde çeşitli yorumlarla ticaret hayatımızı ve daha önemlisi ticaret kültürümüzü zorluyordu. Islahat Fermanı ile getirilen yeni düzenin ekonomik hayata yansıyan akisleri ve zahmetleri böyle bir gelişme içindeydi...

Kırım Harbi sonrasında, İkinci Mahmut döneminden kalma gümüş paralar kıymet kazanınca, kağıt para üzerindeki spekülasyonlardan büyük servet yapanlar türedi. Galata Bankerlerinin özendirerek spekülasyona sevk ettikleri Müslüman Türkler, elde ettikleri serveti, batı taklitçiliğinin tüketim modeli içinde kısa sürede erittiler. Cevdet Paşanın deyimi ile "Haydan gelen servet huya gitti." Kırım Harbi'ni müteakip Osmanlı İmparatorluğunun dış borçları doruk noktaya ulaşmıştı. Devletin sağlıklı bir maliyesi olmadığı gibi, vergi alınacak kaynakları da sınırlıydı. Öşür ve Ağnam gibi tarıma dayalı vergiler, belli devrelerde tahsil edilebildiği için devletin giderlerini karşılayacak kaynakların zamanlama dengesi kurulamıyordu. Kısa vadeli olarak başlayan borçlanma, vadelerinde ödenemediğinden konsolide edilerek daha ağır şartlarla yapılan yeni borçlanmalara sebep oluyordu. Bütün düzenlemeleri sağlayan Bankerler, İmparatorluğun karşılaştığı her sıkıntılı durumda ciddi servetler elde etmeyi meslek haline getirmişlerdi. Dış piyasalardan düşük faiz ve uzun vade ile temin ettikleri kaynakları, yüksek faiz ve kısa vade ile Osmanlı İmparatorluğu'na borç olarak veren bankerler, bir süre sonra, İmparatorluğun borç taleplerini karşılayamaz duruma düştüler. Yaratılan kaynaklar İmparatorluğun istikraz ihtiyaçlarına kâfi gelmiyordu. Meselenin bir banka kurularak çözülebileceği konusundaki öneri, duyulduğu ilk anda bütün kulaklara hoş geldi.

Osmanlı bürokrasisi ve aydınları, kendi bankasına kavuşunca, Avrupa gibi güçlenip itibar göreceği hayaline kapıldı. Gerçi Galata Bankerleri, şimdiye kadar yürüttükleri hizmetlerle İmparatorluğun finansman işlerine yardımcı olmuşlardı ama, bu hizmetlerin spekülatif maksatlarla yürütülmesi, istenilen etkinliğin sağlanmasına fırsat vermiyordu. Üstelik, senet kırdırma işlemlerinde uygulanan yüksek faiz nedeniyle zarar görenlerin feryadı ayyuka çıkmıştı. İmparatorlukla iş yapan yabancı finansörler de durumun farkındaydılar. İmparatorluğa bir banka kurma teklifi ile geldiler. İngiliz sermayedarları, merkezi Londra'da olacak bir bankanın karşılaşılan zorlukları gidereceğini tatlı dille anlattılar. Bankanın İstanbul, Beyrut, İzmir, Selanik gibi büyük kentlerde şubeleri olacak ve finansman kolaylıkları İmparatorluğun önemli bütün merkezlerine yayılacaktı. Ottoman Bank adı ile 1856 yılında kurulan bankanın İmparatorlukta faaliyette bulunmasına izin verildi. Güven verici ve ciddi bir bankacılık ile kısa sürede itibar toplayan Osmanlı Bankası, beş yıl içinde İmparatorluk Maliyesi'nin sıkıntılarına çözüm üretmiş; tehlikeli anlarda sorunlara çâre bulmuştu. Fransız sermayedar grubunun ortaklığını da alarak mali kaynaklarını güçlendiren bankanın öncülüğünde 1863 yılında İstanbul'da "Banque Imperiale Ottomane" yani, Osmanlı Bankası kuruldu. Bu banka, aslında Londra'da kurulmuş bankanın bir devamıydı. Bankanın faaliyete geçmesiyle 550 yıllık Osmanlı İmparatorluğu, nihayet kendi adını taşıyan bir bankaya kavuşuyordu; ama, bankanın sahibi, İngiliz ve Fransız para babalarıydı. Bu para babalarının Osmanlı adını kullanarak faiz ticareti yapmaları İrade-i Seniye ile ferman buyuruluyor ve Halife Hazretleri Bankanın muvaffak olması için Allah'ın inâyetini niyaz ediyordu. Bu dualar gerçekten Bankaya büyük nimetler getiriyordu. Banka İngiliz ve Fransız sermayesi ile kurulmuştu ama, bu bankaya verilen imtiyazlar, İngiliz ve Fransız Merkez Bankası'nın sahip olduğu yetkilerin bile çok üstündeydi. Bankaya, dilediği yerde merkez binası yapması ve şube açması için bedava arazi tahsis edilecek ve inşaat faaliyetleri için devlet her türlü desteği sağlayacaktı.

Galata Bankerleri, bu yeni kuruluş karşısında önce telaşa kapıldılar ama, bir süre sonra kendilerine olan ihtiyacın devam edeceği tesellisini buldular. Bankaya bedava arsa verilmesi gibi küçük avantajları büyüterek geniş bir dedikodu havası yaratan bankerler, asıl önemli olan konuların gözden kaçırılmasına vesile oldular. Osmanlı Bankası, Osmanlı İmparatorluğunda her an altına çevrilebilir banknot ihracı imtiyazını elde etti. Buna karşılık, hükümet kağıt para ihraç etmemeyi taahhüt ediyordu. Banka, bütün kambiyo işlemlerini yürütecek, bankacılık faaliyetleri yanında dilerse ticaret yapabilecekti. Faaliyetlerinin bir bölümü, her türlü vergi, resim ve harçtan muaftı. Paris ve Londra finans merkezlerinde kendi adlarına hareket eden bankerler şimdi bir şirket hukuku içinde İmparatorlukta müştereken faaliyette bulunacaklardı. Hisselerinin önemli bölümü İngiliz sermayedarlara tahsis edilmiş, ikinci büyük bölüm Fransız bankerlere verilmişti. Osmanlı tabası için ayrılar küçük bir bölüm ise, dağıtılanlar arasında büyük kıskançlıkların doğmasına yol açmıştı. Otuz yıl için verilmiş imtiyaz belli aralıklarla uzatılarak Osmanlı Bankası, günümüze kadar geldi ve ekonomik hayattaki yerini korudu...

Bankacılık kısa süre sonra en önemli ticaret alanı olarak görülmeye başlandı. Galata Bankerlerinin öncülüğünde ve ortaklığında Osmanlı İmparatorluğunda yeni bankalar kurulmağa başlandı. Osmanlı İmparatorluğu Genel Şirketi; Osmanlı Genel Kredi Şirketi, Avusturya-Osmanlı Bankası; Kambiyo ve Menkul Değerler Osmanlı Şirketi kurulan bankalar arasındaydı. Hepsi, Galata Bankerleri'nin sermayesi ile kurulmuştu.
Tanzimat'la birlikte yenilenen hukuk düzeni içinde Ticaret Kanunlarının getirdiği yenilikler arasında en önemlisi şirketleşme yollarının açılması olmuştur. Abdülmecit dış borçların ödenmesi için "kumpanyalar" kurulmasını arzu etmesine rağmen, Osmanlı'da yatırım yapmayı temin etmek mümkün olmuyordu. Batı sermayesi yüksek faizli borçlanma yoluyla kazandığı geliri, sanayi kurarak kazanabileceği görüşünde değildi. Çünkü tahvil gelirleri devletin garantisi altındaydı. Şirket kurmak ve bu yoldan kazanç sağlamak karlı görünmüyordu. Bütün yollar tıkanmıştı ve çare, yerli sermayenin bir araya gelerek şirketleşmeye yönelmesiydi. Müslüman Türk sermayesi henüz ticaret konusunda gerekli cesaret ve tecrübeye kavuşmamıştı. Bazı cesur teşebbüsler dikkat çekti; ancak, yerli sermayedarlar iş kurmaya niyetlense bile, bürokratik engeller, zorbalık ve özellikle rüşvet karşısında ne yapacaklarını şaşırmış durumdaydı. Arada bir maceracı teşebbüslere yönelenler çıkıyordu ama bu teşebbüslerin hiç birisi bir sınai yatırıma dönüşmemişti. Verilen ruhsata göre, en eski Osmanlı Sanayi işletmesi, Filibe'de kuruldu. 1865 yılında, pamuk ipliği eğirmek ve pamuklu bez dokumak üzere Filibe Pamuk ipliği ve Dokuma Fabrikası İvan Yegrof tarafından kuruldu. Bu ilk teşebbüs, devlet desteği gördü. Bir defaya mahsus olmak üzere fabrikanın kuruluşu için dışarıdan getirilecek makine ve teçhizat için gümrük vergisi alınmaması kararlaştırıldı. Bulgaristan topraklarında gerçekleştirilen bu teşebbüs, kısa zamanda bölgesinde örnek yatırım olarak dikkat çekti.
Daha sonra, Bulgar isyanlarında en önemli gerekçe olarak gösterilen husus; Osmanlı'nın Bulgaristan'ın sanayileşmesine izin vermediği olarak ileri sürülecekti. Osmanlı'da sanayi teşebbüsü olarak görülen ikinci önemli örnek, Davutoğlu Garabet isimli bir Ermeni vatandaşın biri İstanbul'da diğeri İzmir'de kurmak istediği şeker fabrikalarıdır. Bürokrasinin çıkardığı engeller karşısında şeker fabrikası teşebbüsleri gerçekleşemiyordu. Almanya ve Fransa'dan ithal edilen şekerlerin mümessilleri Osmanlı'da şeker üretimini önlemek için önemli büyüklükte rüşvetler dağıtarak Davutoğlu'nun teşebbüsünü baltaladılar. Şeker imali için ileri sürülen şartlar öylesine ağırdı ki, bu şartlar altında üretilecek şekerin maliyeti, Almanya ve Fransa'dan ithal edilen şekerin iki katını aşıyordu. Osmanlı'da sanayileşme hareketi bir süre sonra Bankerlere cazip gelmeye başladı. Eğer iyi zamanda ve iyi imkanlarla kurulursa, sanayi gelirinin en az bankerlik geliri kadar yüksek olacağı fikri Bankerleri sanayi yatırımlarına yöneltti.

§ 3. Pera Basını Ve Liberalizm

Bankerlerin sosyal hayattaki yeri daima halkın ilgisini çekiyordu. Bütün gelişmeleri bilip öğrenmek neredeyse hastalık haline gelmişti. Bu gelişmeleri duyurmak için Bankerlerin desteklediği bir basın harekete geçti. Bir yanda Bâb-ı Âli Basını faaliyetlerini sürdürürken, öte yanda, Pera Basını faaliyete geçirildi. Özellikle Fransızca yayınlanan Pera Basını, banker kızlarının düğünlerinden, Paris'ten getirdikleri yeni moda elbiselerin ne kadar yakıştığına kadar bütün haberleri yaymanın yanında ticari faaliyetlerine de yer ayırıyordu. Bankerin hayatına ilişkin dedikodu haberleri aslında Paris kültürünün bir özetiydi... (Bugünkü Televole programları gibi)

Banker Tubini tarafından kurulmuş bulunan Beşiktaş Mobilya Fabrikası, Paris kültürünün getirdiği bütün incelikleri ve zevkleri karşılayacak ürünleriyle ünlenmişti. Osmanlı Coğrafyası'nın genişliğinde yetiştirilen en nâdide ağaçlar, Tubini Fabrikası'nın kereste ihtiyacının karşılıyor; yetmediği zaman Avrupa'dan ithalat yapılıyordu. Akaju, abanoz, gül, tuba, ceviz, meşe ağaçları, hep bu ince zevkli marangozların elinde nâdide mobilyalara dönüşerek İstanbul konaklarında monden bir hayat sürmeye meraklanmış Osmanlı ailelerinin kullanımına veriliyordu. İstanbul yalı ve konaklarının bütün mefruşatı Beşiktaş Tubini fabrikasının ürünleriydi. Avrupa taklitleri yanında, doğu gizemlerinin ve ince ahşap oymacılığının birleştiği sedef kakmalı mobilyalar, altın yaldızlarla süslenerek dış borçlanma ile sağlanmış paralar karşılığında Osmanlı Bürokratları'na satılıyordu. Osmanlı Genel Kredi Bankası'nın kurucusu Tubini'nin mobilya fabrikası, aynı zamanda Atlı Tramvay Şirketi'nin vagonlarını ve Saray Paşaları'nın eşleri için ısmarlanmış faytonları da üretiyordu.
İstanbul hayatının en renkli sayfalarında birisi atlı Tramvaylardı. Ticari faaliyeti artan İstanbul'da gelişen iş hacmi yeni yerleşim merkezleri yaratmıştı. Her gün binlerce insan, evlerinden ve işyerlerinden kalkarak Bâb-ı Âli'de işlerini takip etmek için Beyoğlu yakasından İstanbul yakasına geçiyor ve sonra geri dönüyordu. Bu soruna bir çözüm aranıyordu. Sofya'da kurulmuş bulunan atlı tramvayın ilhamıyla ilk ulaştırma şirketi kurma imtiyazı kırk yıllığına Rum azınlıktan Karpanas'a verildi. Şirketin kurucuları arasında, Osmanlı'da banka kurmuş bulunan bankerler ön sıraları alıyordu.
Osmanlı'da ulaştırma sektörü gelişirken, Anadolu ve Rumeli Demiryolları tarım ürünlerinin taşımacılığına önemli kolaylıklar getirmişti. Buna rağmen tarım ürünlerinin ihracı istenilen ölçülerde artmıyordu. İhracat sınırlı ölçülerde kalırken ithalat hızla artmaya başlamış ve Osmanlı dış borçlarının ödenmesini temin edecek yeni yöntemler geliştirilmeye başlanmıştı. Bunlardan birisi de ithalat ihracat işlemlerinde bilgi ve tecrübe sahibi kadroları yetiştirecek okulların açılmasıydı. Ülkenin kültürü sadece edebiyata dayalı olarak gelişiyordu. Osmanlıca'nın heyecan veren kelimelerini mâhirâne kullanan şairlerimiz, vatan ve hürriyet kavramlarını bir imân haline getirecek kadar hassas mısralar tanzim ederek halka heyecan verirken, aynı zamanda ülkenin ekonomik sorunlarına çare olacak fikirler de yürütüyorlardı.

§ 4. Vatan Şairi Ve Liberalizm

Edebiyatımızın ünlü simaları aslında iktisat tarihimizin ateşli kalemşorlarıdır. Namık Kemal'in vatan şiirinden daha şöhretli olan makalelerinin hemen hepsi, ülkenin içinde bulunduğu iktisadi hayatın güçlükleri ve çıkış yolları hakkında kaleme alınmıştır. Namık Kemal, Paris'te bulunduğu yıllarda Ekonomi Politik ile yakından ilgilenmiş ve ülke ekonomisi hakkındaki görüşlerini Tasvir-i Efkâr ve Hürriyet Gazeteleri'nde ortaya koymuştur. Vatan Şairi, Osmanlı ekonomisinin geri kalmasını, ülkede özel sektörün yeteri kadar gelişmemiş olmasına bağlıyordu. Batıda örneği görülen büyük özel şirketler kurulmadıkça, ülkenin Avrupa ekonomisi seviyelerine ulaşmasını beklemek hayal olacaktı. Ülkenin sağlıklı kaynaklara dayanan bir maliye ile yönetilmemesi halinde, kalkınmanın mümkün olmadığını görenlerin başında Namık Kemal gelir. İbret Gazetesi'nde yayınlanan Tekalif isimli makalesi , o güne kadar Osmanlı'da yapılmış en ciddi vergi incelemesidir. Bir yandan halkın ağır vergiler altında ezilmesinin önlenmesini savunan Namık Kemal, öte yandan liberal ekonomiyi zedeleyecek bir vergilendirmenin yarardan çok zarar getireceğini ileri sürüyordu. Bugün maliye ilminin kabul ettiği genel vergi ilkelerinin hemen hepsini Namık Kemal'in makalesinde görmek mümkündür. Namık Kemal'e göre, vergi gelirlerini arttırmak için önce ülkenin zenginliği arttırmak gerekir.

İmparatorluk sıkıntılı yıllar yaşamaktadır. Abdülaziz tahttan indirilmiş ve yerine yeğeni Beşinci Murat çıkarılmıştır. Akıl hastası olan Murat'ın yönetiminde İmparatorluğu ileriye götürmenin mümkün olmadığını gören Paşalar bir yeni cülûsun dantelini örüyorlardı. Mithat Paşa, Mütercim Rüştü Paşa, Maslak Köşkünde inzivada yaşayan Abdülhamit'i ikna ederek tahta çıkarmayı planlamışlardı. Abdülhamit tahta çıkınca, Mithat Paşa'nın hazırladığı Teşkilat-ı Esasiye'yi ilan edecek ve ülke mutlakiyet rejiminden meşrûtiyet rejimine geçecekti. Tuna'dan, Dicle'ye kadar her gittiği yerde yeni düzenlemeler ile dikkat çeken Mithat Paşa, Abdülhamit'in padişahlığı sırasında yeni iktisadi kurumlar gerçekleştireceğine kendisini öylesine kaptırmıştı ki, hayalleri inanılmaz boyutlara varmıştı. Mithat Paşa Osmanlı'yı kurtaracak fırsatı bulduğuna inanıyordu ve Abdülhamit'e, Teşkilât-ı Esâsiyeyi kabul ettirerek tahta çıkardı. Artık Birinci Meşrûtiyet ilan edilmişti...

Birinci Meşrûtiyetin ilan edildiği günlerde İmparatorluğun sınırları ateş ve barut kokusu ile karşı karşıyaydı. 93 Harbi kapıya dayanmıştı....Osmanlı Rus savaşının finansmanını sağlamak ihtiyacıyla yeniden bankerlere baş vurulmuş ve Galata Bankerleri'nden 9 Milyon altın borç alınmıştı. Bu para ile ordu güçlendirilmiş ve Rusların İstanbul'u alması önlenebilmişti. Rus Ordusu Yeşilköy'e kadar gelmiş ve orada durdurulabilmişti. Galata Bankerleri'nin açtığı kredi, İmparatorluğun 425 yıllık Başkenti'ni kurtarmıştı. Galata'nın ünlü Bankerlerinden Zarifi, Tubini, Koronio bu borçlanmanın gerçekleşmesinde öncü görevler üstlenmiş ve önemli miktarda borç temin etmişlerdi. Bu paranın geri ödenmesi için özel bir yöntemin uygulamaya konulması düşünülmüştü.

Galata Bankerleri'nden alınan bu borcun karşılığında İmparatorluğun altı önemli vergi, bankerlere devrediliyordu. Tarihimize Rüsûm-u Sitte diye geçen bu tahsis, 1880 yılından başlamak üzere bütün hasılatı on yıl süreyle Bankerlere bırakıyordu. İlk yıl sağlanan tahsilat inanılmaz ölçüde büyük oldu. Avrupalı alacaklılar gözlerini bu vergilere diktiler. önemli ölçüde kurdukları baskı sonunda 1881 yılında ünlü Muharrem Kararnamesi ilan edildi. Bu Kararnameye göre, Duyun-u Umumiye olarak bilinen finans kuruluşu hayata geçiriliyor ve Rüsûm-u Sitte denilen vergi tahsisleri Düyûn-u Umumiye devrediliyordu. Yedi üyeden kurulan bu yeni finans yönetiminin üyelikleri Avrupalı alacaklılar arasında dağıtılmıştı. Düyun-u Umumiye'nin kurulduğu yıl, Birinci Meşrûtiyeti hazırlayan ve Abdülhamit'i tahta çıkaran Mithat Paşa sürgün edildiği Taif'deki zindanda boğduruluyordu. Mithat Paşanın ölüme mahkum edilme kararını onaylayan Temyiz Kurulunun üyeleri arasında Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa vardı ve Mithat Paşanın asılmasından yana oy kullanmıştı... Hattâ Abdülhamit'i tehdit etmiş; "eğer bu herifi affedersen memlekette itibarım kalmaz" sözleriyle bencilliğini teşhir etmişti.

Aynı yıl Sakızlı Ohannes Efendi'nin Mülkiye ve Harbiye öğrencilerine okutulmak üzere yazdığı iktisat kitabı piyasaya çıkıyordu. İktisad Bilimi üzerine yazılmış bu kitap liberal ekonominin esaslarını açıklıyor ve ülkenin kalkınmasının ancak serbest piyasa ekonomisi içinde gerçekleşebileceğini savunuyordu. Klasik ekonominin ustası Adam Smith'in ilhamlarını taşıyan kitabında Ohannes Paşa, Serbest-i ticaret akımının temel ilkelerini ve felsefi esaslarını açıklıyordu. İmparatorlukta liberal iktisat esaslarının hâkim kılınmasını isteyen etkili kadrolar olmasına rağmen ekonomi tam anlamıyla bu felsefi plana oturtulamıyordu. Ülkenin kaynakları belki boldu; ama kullanılabilir seviyelere getirilecek teknolojiden yoksundu. Üretim için gerekli sermaye sağlanamamıştı. Ara sıra göstermelik sayılabilecek disiplinler içinde şirketler kurulup işletmeye alınıyordu; fakat, bu uygulama genel bir karakter kazanmamıştı.

§ 5. Reji İdaresi ve Osmanlı'da Yönetim Lüksü


Rüsûm-u Sitte içinde özellikle tütün geliri üzerinde en fazla durulan kaynak haline gelmişti. Bu kaynağın bereketi, İmparatorluğa yapılmış ihracatın faizlerini ve ana para tahsillerini karşılayacak seviyelere çıkarılabilir; ve iyi yönetilirse sonuna kadar sömürülerek istenilen sonuçlar alınabilirdi. Düyun-u Umumiye yönetimi tütün geliri için bir şirket kurmuştu. Reji İdaresi ise, arkasındaki Düyun-u Umumiye gücüne dayanarak işlerini istediği biçimde yürütüyordu. Şirket çok kârlıydı ve kurucularına, taahhüt ettiği temettü sağlamaktaydı. Bazen alınan vergi oranını düşürüyor böylece tütün ihracatını arttırarak gelirini yükseltiyor; bazen da vergi oranını yükselterek iç piyasadaki koşulları zorlayarak kârlı duruma geçiyordu.

İmparatorluğun Reji Şirketi ile başa çıkması mümkün değildi. Çünkü Şirketin kuruluşu sırasında Reji Şirketi'nin işlerine Hükümetin müdahale etmeyeceği taahhüt edilmişti. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu Reji Şirketi karşısında aciz kalıyordu. Şirket İmparatorluk içinde bir başka imparatorluk olmuştu. Reji Şirketi'ne memur olmak inanılmaz imtiyazlara sahip olmak anlamına geliyordu. Reji memurlarına verilen maaş son derece yüksekti. En lüks hayatı yaşayan Reji Şirketi'nin yabancı memurları yıllık izinlerinde ülkelerine giderken, özel vagon kiralayacak kadar imtiyazlı imkanlara ve maaşlara kavuşturulmuştu. Şirketin yönetim bir aile imtiyazı haline gelmişti. Hasılatın en büyük kısmını yöneticiler alıyordu. Reji İdaresi kaçakçılarla savaşmak için devletin kolluk kuvvetlerine güvenmemiş ve kendi güvenlik gücünü oluşturmuştu. Reji Şirketi'nin kolluk kuvvetleri, kaçakçılarla mücadelede acımasız tavrı ile istenilen etkinliği sağlamıştı. Şirket yönetimi, personel kullanımında en ufak ödüne yer vermiyordu. Osmanlı'da âdet haline gelmiş rüşvet ve iltimas, Şirketin kapısında içeri girememiş ve Şirket kendi yönetimine yararlı olacak insanları seçmekte ve çalıştırmakta ün yapmıştı. Şirketin yönetimi, vahşi kapitalizmin bütün usullerini profesyonelce uyguluyor ve kâr konusunda tek bir ödün vermiyordu. Reji idaresi, devletin memurlarına maaşlarını ödeyemediği dönemlerde Hükümete avans vermek suretiyle devlet hizmetlerinin yürümesini temin edecek kadar güçlenmişti. Böyle durumlarda yeni tâvizler alarak etkisini arttıran Şirket, Avrupalı alacaklılar karşısında devletin nasıl bir aciz içinde kıvrandığını gösteren örneklerle doludur.
İmparatorluk iktisadi anlamda çöküntü yaşarken, devletin yönetimi bir yeniden mutlakıyete dönmüştü. Abdülhamit tahta çıktıktan kısa bir süre sonra anayasayı rafa kaldırmış; Meclisi tatil etmişti. Ülkenin her yanında insanların, insanları ihbar esasına dayanan bir haber alma sistemi kurulmuş ve halk korku ile sindirilmişti. Jurnaller üzerine sorgusuz sualsiz azledilen Sadrazamlar, Nâzırlar nedeniyle devlet yönetimi ciddi bir boşluk dönemi yaşar. Basından korkan Abdülhamit, Devlet Matbaası'nı dahi kapatır. Bütün bunlar olurken İmparatorlukta bir hicran yarası daha kanamaya başladı. Ertuğrul Fırkateyni, Japon sularında batmış ve 540 yiğit bahriyeli boğulmuştu. Aynı günlerde İstanbul'u Avrupa'ya bağlayan demiryollarının yeni istasyonu olarak Sirkeci Garı hizmete açılmıştı.

Devlet mali kriz içindeydi. Borç verme teklifleri ile İstanbul'a gelen Avrupalı sermayedarlar önemli imtiyazlar koparmayı başarıyorlardı. Alman İmparatoru II. Giyom ve Kraliçenin İstanbul seyahati aslında yeni imtiyazların koparılmasına yol açmak için tertip edilmiştir. İngiliz Başbakanı Salisbury, Osmanlı devletinin bir Kondominyum (başka devletlerin bir devleti idare etme yetkisi) altında yönetilmesi için teşebbüslere geçer. Altı ülkenin büyükelçileri bir araya gelerek bu işi kotarmağa başlarlar. Aynı günlerde Sis Şairi Tevfik Fikret, Servet-i Fünûna giriyor ve Edebiyat-ı Cedide kuruluyordu.

20.nci yüzyıla girildiğinde artık devletin ekonomik hayatı dayanılmaz ölçülerde sıkıntılar içindedir. Abdülaziz döneminde Fransız uyruklu Banker Tubini ve Lorando'dan alınan borçların vadesi gelmiş ve geçmiştir; ama, devletin bu borçları ödeyebilecek imkanları yoktur. 25 yıldır ödenmeyen bu borçlar yüksek faiz nedeniyle çok yüksek meblağa ulaşmıştır. Azınlık avukatlarının kurnaz tertipleri ile açılan dava sonucunda borcun ödenmesi için mahkemeden karar çıkarılır. Vatandaşlarının hukukunu korumak isteyen Fransa, doğrudan saraya baş vurarak bu borcun ödenmesini sert bir dille ihtar eder. Fransız Sefiri Abdülhamit'e bu borcun ödenmemesi halinde olacaklardan Osmanlı'nın mesul olacağını tehditkâr lisan ile hatırlatır. Bu tendidin hemen arkasından Amiral Caillard komutasındaki Fransız Donanması Middilli'yi işgal eder ve gümrüklere el koyar. Tubini ve Lorando'nun borçlarına mahsup edilmek üzere adanın bütün gelirine el konur. Banker borçlarının ödenmesi yanında Fransa, yeniden büyük imtiyazlar elde eder.

§ 6. Bayrağımız Şanımız; Hürriyet İmânımız

Özellikle askeri öğrenciler arasında başlayan bir heyecan ve Hürriyet özlemi bir kıvılcım olarak ortaya çıkmış fakat kısa sürede söndürülmesi imkansız bir aleve dönmüştü. Selanik'te, Manastır'da genç subaylar bu sert yönetime karşı hürriyet özleme içinde çırpınıyordu. İkinci Meşrûtiyet'i ilan edenlerin çoğu, Sultan Hamit tahta çıktığından henüz doğmamışlardı. Enver Paşa doğmamıştı. Mustafa Kemal doğmamıştı. Talat ve Cemal Paşalar henüz iki yaşındaydılar. Abdülhamit'in yönetimi boyunca istibdat içinde kıvranan gençler, hürriyet aşkıyla yanmış tutuşmuş olarak gizliden örgütleniyordu. 25-30 yaşın dinamitleri bir araya gelerek Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'ni kurdular. Daha Sonra İttihat Terakki ile birleşenler artık yeni bir dönemin başlaması için gerekli görülen hürriyet hareketini başlatmaya hazırdılar. Maaşlarını alamayan asker ve subayların isyanları mahalli olmaktan çıkıyor ve hızla İmparatorluğun her yayına yayılıyordu. Başkentte ekmek ve yakacak sıkıntısı başlar. Yiyecek ve yakacak fiyatları bir kaç misline çıkarken önemli bir muhtekir gurup, bu yoldan büyük servetler elde eder. Edirne'de, Selanik'te, Manastır'da hayat dayanılmaz ölçülerde pahalılaşır. Aynı günlerde, Şeria Nehri'nin mukaddes suyunun bir Amerikalı Albay tarafından Hıristiyan dünyaya satılmak üzere ihracına imtiyaz verilirken, Die Welt Gazetesi'nin 5 Mart 1907 tarihli haberinde Osmanlı Pastası'nın nasıl paylaşılacağına dair kurulan tertibin haritası açıklanıyordu. Bu plana göre İngiltere, Cidde ve Hüdeyde limanlarını ele geçirerek Kızıldeniz'i bir İngiliz gölü haline getirmek niyetindedir. İtalya ise, Trablusgarp ve Arnavutluk'u ele geçirmek arzusundadır. Fransa, Beyrut ve Şam'a yerleşmenin lojistiğini programlamaktadır. Avusturya-Macaristan Belgrat ve Selanik'e göz dikmiştir. Bu planın başarıya ulaşabilmesi için İngiltere'nin, Almanya'yı "tecrit planını" uygulamaya koyması kararlaştırılmıştır.

Abdülhamit'in son yıllarında batı ekonomilerinde gelişen teknolojilerin yeni ürünlerine karşı yasak kararları uygulanıyor ve bu ürünlerin İmparatorluğa ithaline izin verilmiyordu. Elektrik makineleri ile malzemelerinin , otomobil ve motosikletlerin ithali Padişahın emri ile kesin olarak yasaklanmıştı. Padişahın elektrikten korktuğu gerekçesiyle böyle bir ithal yasağı getirdiği fikri çevreye yayılmıştı. Tramvaylar bu nedenle atla çekiliyor; ve ulaşım aksıyordu. İstanbul'da bulunan Yabancı Tüccarlar Kulübü bu konuyu ele alarak ithal izni çıkarılması için Yabancı Elçilikler üzerinde baskı kurulmasını kararlaştırdılar. Bu yasakların, kapitülasyonlarla yabancılara tanınmış ticaret haklarının ihlâl edildiğini ileri süren Yabancı Tüccarlar Kulübünün istekleri, Elçilik tercümanları tarafından Bâb-ı Âli'ye gönderildi. Arkasından da bir protesto notası verildi. Bu yasağın gerekçesini bir Osmanlı bürokratı, elçilik tercümanlarına açıklarken "niye kızıyorsunuz; yollarımız çok kötü, bu kötü yollarımızda otomobil ile giderken istemeyen kazalar doğabilir; hiç olmazsa sizi böyle bir felaketten kurtarıyoruz" diyecek kadar olayın dışında kalabiliyordu. Yabancı elçiliklerin baskıları sonucunda otomobil ithaline izin verilmiş; ancak otomobillerin şehir içinde kullanılmasına müsaade edilmemişti. Kapitülasyonların etkisi kendini gösterdi ve alınan karar kısa sürede değiştirildi. Beyoğlu'nda henüz tramvaylar atla çekiliyordu ama, ilk otomobil Pera sokaklarında dolaşmaya başlamıştı.
Ve bir Temmuz günü hürriyet ilan edenler dağa çıktılar...

Türkiye'nin çağdaşlaşma süreci Tanzimat ile başlatılmak istenmiş; fakat tanımlar ve hedefler (bekleyişler) yeteri açıklıkta ortaya konmadığı için, varılan sonuçların karşılaştırılması ve dolayısıyla hedefin ne ölçüde başarıldığının tespiti yapılamamıştır. Tanzimat ile birlikte batının sahip olduğu bütün değerlere ulaşılabileceği gibi peşin bir hükümden söz etmek elbette ki mümkün değildir. Ancak, Tanzimat'ın Osmanlı'ya çok büyük gelişme kapıları açacağına inanan az sayıda olsa bile, etkili bir Osmanlı aydınlar kadrosu olduğu kabul edilmelidir. Tanzimat'ı, mutlakıyet rejiminde meşrûtiyet arayışı olarak değerlendiren bu aydın devlet adamları arasında Mustafa Reşit Paşanın özel yeri vardır. Bu dönemde Yeni Osmanlılar, İngiliz liberalizminin ilhâm ettiği doğrultularda yüründüğü takdirde Batı ile Osmanlı arasındaki mesafenin kapanacağı inancıdadır. Bu kadroya göre batı uygarlığı, Tanzimat ile birlikte Osmanlı'ya gelecektir. Amaç, bu gelişi uygun kalıplarda yönlendirmektir. Hedef, Osmanlı toplumunu bu değerleri kabul edecek hazırlılığa ulaştırmaktır.

Osmanlı, hiç şüphesiz ki, kendi değerlerinde geniş kapsamlı, derinlikli ve etkileri geniş kültür birikimine sahipti. Bu kültürel yapı Tanzimat ile yeni zenginliklere, yeni deriliklere doğru yönlendirildi. Cumhuriyete gelinceye kadar da, iyi veya kötü yanları bu kültürel alışverişten etkilendi. Aynı ölçekte olmasa bile batı kültür değerlerini etkiledi. Atatürk'e göre "kültür ve bunun uygulama alanı olan uygarlık" bu alışverişlere göre biçimlendi ve temas ettiği bütün alanlarda karşılıklı etkileşim içinde oldu. Buna göre, toplumda geçerli olan ve gelenek halinde devam eden düşünce, duygu, dil, sanat ve yaşayış unsurlarını içeren bu değerler, mânevi varlığın kendine özgü nitelikleriyle birlikte toplumda yeni bir modernleşme ve çağdaşlaşma süreci başlattı.

Bu süreç, günümüzün tanımlarına uygun nitelikleri ile 18. yüzyılda başladı. Karlofça ve Pasarofça Anlaşmalarında sonra, Lâle Devri ile devam eden ve Tanzimat'a uzanan birinci aşamada istenen etkinliklere ulaşamadı. Batılılaşma hareketi ekonomik ve hukuki özelliklerinden çok, sosyal değerleri ve tüketim kalıpları ile dikkat çekti. Tanzimat ile birlikte batılılaşma ve çağdaşlaşma hareketi yeni içerikler ve kazandı. Osmanlı eğitim biçimi yenilikleri fark etti ve değişiklikler gösterdi. Yüksek eğitim kurumu olarak çeşitli alanlarda ve dallarda çok yararlı ve etkili okullar kuruldu. Yabancı dil eğitimi başlı başına bir dal olarak önemle ele alındı. Türkiye'de eğitimin laikleştirilmesi yolunda ilk adımlar atılmaya başlandı.

§ 7. Tanzimat'ın Hukuki Karakteristiği.

Tanzimat'ın çeşitli alanlarda getirdiği yenilikler içinde iki önemli gelişme dikkat çekti. Bunlardan birincisi Tanzimat ile başlayan hukuk düzeni ve hukuk anlayışıdır. Tanzimat'a gelinceye kadar hukuk, İslâmi kabuller ve disiplinler içindedir. Türkler, Orta Asya'dan ayrılarak Batıya yöneldikleri tarihten itibaren bulundukları coğrafya ve sosyolojik ilişkilere göre hukuk yapılarından etkilenmiş ve etkilendikleri hukukun uygulanmasından yana olmuşlardır. İslâmiyet'ten önce uzak-doğu uygarlığının etkisinde kalmış ve dolayısıyla hukuk yapısı bu coğrafi bölgede geçerli olan hukuk olarak tezahür etmiştir. İslâmiyet'i kabul ettikten sonra bu kere, "Doğu İslâm Uygarlığı"nın etkisinde kalmış ve hukuk yapısı, İslâmi esaslara göre oluşmuştur.
Türklerin Anadolu'ya gelmeleri ve Akdeniz'i tanımalarından sonra benimsedikleri hukuk yapısı yine İslâmî olmuş ve henüz batı uygarlığının egemenliğindeki hukuk yapısı ve anlayışı ile tanışmak ve benimsemek mümkün olmamıştır. Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan günümüze kadar geçen dönem içinde ülkenin hukuki yapısına omurga veren anayasal yapının geçirdiği safhalar, siyasi rejimlerden çok hukuki bünyeye dayanarak değerlendirilmiştir. Tanzimat'a kadar İslâm Hukuku uygulanmış, buna bağlı olarak Osmanlı İmparatorluğu'nda "hukuk ve idare müesseseleri" İslâm hukuku esaslarına göre kurulmuştur.

Tanzimat'tan sonra başka ülkelerde karşılaşılan gelişme doğrultuları Osmanlı İmparatorluğu'nda da görülmüştür. Tanzimat'a kadar tek bir hukuk düzeninin egemenliği dikkat çekerken, Tanzimat'tan sonra imparatorluk, batı hukuku ve özellikle Latin hukuku ile tanışmış, kısmî kaynaşma sağlamış, ve buna bağlı olarak "yönetim hukuku ve idare müesseseleri" oluşmuştur. Nitekim Cumhuriyete kadar geçen dönem içinde Latin ve İslâm hukukunun birlikte uygulanmasında kaynaklanan "ikilik" [dualite] dikkat çekmektedir.

Tanzimat, yenileşme ve çağdaşlaşma hareketi olarak ülkenin hukuk yapısında istenen ölçülerde etkin olamamıştır. Batılılaşma ve çağdaşlaşma hedefi için gerekli olan laik hukuk düzeninin kurulmasında başarılı değildir. Her ne kadar Tanzimat Fermanı ile padişah kendi iradesiyle yetkilerini sınırlamakta ise de bu sınırlama, Ulemâ sınıfına tâviz vermek suretiyle beklenen gelişmeye fırsat vermemiştir. Tanzimat çağdaşlaşma yolunda, bir yeni düşünce modeli olarak târif edilebilecek yaklaşımlarla değerlendirilebilir. Bu yaklaşım tutucu, [teokratik ve gelenekçi] telifçi ve tâvizci görünümün ifâdesidir.

Tanzimat'ın hukuki düzenlemelerinde ve kanunlaştırma hareketlerinde bu yaklaşım egemen olmuştur. Bu düzenlemeler arasında en önemlisi, şer'i kanun olan Mecelle'dir. Bu yasayı, değişik alanlarda yüzlerce hukukî düzenleme izlemiştir. Tanzimat'tan önceki Osmanlı hukukunun incelenmesi yeteri kadar önemsenmediğinden Tanzimat'ın Osmanlı'ya çok önemli hukukî düzenlemeler getirdiği kabul edilir. Bu iddianın elbette ki önemli bir yeri ve geçerliliği vardır. Türk hukuk dünyasında Tanzimat ile birlikte batı terminolojisinde tartışılan ve düzenlenen bir hukuk kültürü oluşmuştur. Bu hukuk anlayışının daha sonraki dönemlerde yapılan hukuk düzenlenmelerinde etkisi büyüktür.

Tanzimat'tan ve pek tabii ki Mecelleden önceki dönemlerde Osmanlı hukuku sadece şeriattan ibâret değildi. Osmanlı padişahlarının öyle sanıldığı gibi sonsuz kudret ve hukuken sınırsız otorite sahibi oldukları ileri sürülemezdi. Osmanlı imparatorlarının sultan olarak "fâil-i mutlak" veya halîfe olarak "hâkim-i mutlak" kişiler olmadığı gerçeği ancak Osmanlı hukukunun iyi incelenmesi ile anlaşılabilirdi. Tanzimat, işte böyle bir hukuk varlığı ve uygulaması içinde bulunan Osmanlı hayatına takdim edilmişti. Tanzimat'ın hukukî boyutu, Osmanlı imparatorluğunun "Kazüistik" (vak'aî veya meseleci) yapıda olan hukuk düzenine önemli bir yenilik olarak gelmiştir. Kazüist metod ile oluşturulan hukuki yapıda bütün meselelerin kanunla düzenlenmesi öngörülmektedir. Kanun yapımında meselelerin kendine değil, mahiyetine göre genel kurallar koyan mücerret yöntem karşısında kazüistik hukuk yapısının etkinliği tartışılabilir hâle gelmiştir. Ancak, Tanzimat'la ikilik [dualistik] karakteristiği kazanan yeni hukukî yapı öncesinde kazüist yöntem son derece etkindir. İslâm hukukunda, Kitap ve Sünnet içeriğinde değerlendirilerek hüküm verildiğinden fevkalâde geniş bir düzenleme ile karşı karşıya olunduğu görülür. "Meselelerin mahiyetinden" çok, "meselelerin kendine bağlı" [vakaî] düzenlemelerin egemen olduğu bu hukuk yapısında tam âdil davranılabileceği konusunda kuşkular da belirebilir.

Çağdaş ekonomik düzenin kurulması ve uluslararası ekonomik ilişkilerin etkinlik kazanması için uluslararası kabullerde mücerret hukuk düzenlenmesinin önemi tartışılamaz noktadadır. Tanzimat'ın hukuk anlayışının ve yapısının kazüistik ve mücerret hukuk düzenlemesi yönündeki tartışmalarının çağdaşlaşma yönünden önemli bir ayrım yarattığı kabul edilmelidir. Ancak Tanzimat ile birlikte taassup ve çağdaşlaşma çatışmasının çeşitli vesilelerle gündeme geldiği gerçeği gözden uzak tutulamaz. Yavuz Selim'in hilâfeti İstanbul'a taşımasıyla birlikte Sultan ve Halife olarak iki ayrı yönetme yetkisinin tek otoritede birleştirilmesi, padişahları kaçınılmaz biçimde bazı zorlukların içine itti. Kanuni Süleyman'ın düzenlettiği kanunların bir bölümü şer'î hükümlere dayanırken, bir bölümü laik değerlere dayanarak düzenleniyordu.

Bu ilişki hukuk ikilemi oluşturmaktaydı. Bu durum, Tanzimat'a kadar farklı bir hukuk ikilemi, Tanzimat'tan sonra ise bir başka hukuk ikilemi yaratıyordu. Sultan olarak devlet gücünü elinde bulunduran padişah, bu gücü, halife olarak elindeki dinî yetkiyle birleştirerek Osmanlı'nın gelişmesi yolunda önemli mesafeler alıyorlardı. Tanzimat'a kadar olan dönemde genellikle padişahlar çağdaşlaşmadan yanaydılar. Halife olarak ellerindeki yetkiyi köstekletici bir şer'i müdahale gibi kullanmak yerine, destekleyici bir felsefi değer olarak kullanıyorlardı. Padişahların Osmanlı'yı çağdaşlaştırma yolundaki hareketlerine mukabil, ulema ve tutucu din adamları bu tür müdahalelere karşı idiler. Şeyhülislâm başta olmak üzere softalar, aydın düşünce ve çağdaş gelişmeye karşı tavır takınmaktaydılar. Bu durumu açıkça tartışma düzeyine getirmektense gizli tertipler yolunu seçmekteydiler. Bunun sonucunda ortaya çıkan devirme arzuları ve hileci tahrikleri isyanlara dönüşerek olumlu atılmış atımların sonuçlarını yok ediyordu. Sonunda "şeriat isteriz" adı altında şeriatı temsil eden ve şeriat uygulamalarının nihai hüküm merci olan halife devriliyor, boğduruluyor ve katlediliyordu. Şeriat hükmünün icrasından ve infazından sorumlu halifenin öldürülmesinin fetvâsını ise tutucu ulemâ vermekteydi. Sonuçta çağdaşlaşmadan yana olan padişahlar, taassuptan yana olan softaların ve tutucu ulemânın tesir ve tahrikleri ile başlatılan isyanlarda kelle veriyordu.

Tanzimat'tan sonra ise durum değişti. Padişahlar yine sultan ve halife yetkilerinin ortak değerinde ve hükmünde bu defa tutucu davranmayı benimsediler. Mutlak yetkilerini sonuna kadar korumayı tercih ettiler. Tutucu din adamlarının desteğinde bu uygulama giderek etkinlik kazanıyordu. Artık çağdaşlaşmayı isteyen kadro batıda yetişmiş ve batılı gibi düşünen bürokrasinin aydın yöneticileriydi. Bunlar daha düzgün ve uygun bir hukuk yapısı ve anlayışı istiyorlardı. Padişahların, ilâhî olarak ellerinde bulundurdukları yönetme yetkisinin, aslında "milli irâdeye dayalı meşrûtiyete" dönüşmesini arzuluyorlardı. Aydın kitle ve bürokrasi böyle bir meşrûtiyet talebi ile ikilem yaratmaktaydı. Padişah, ulemâ ve tutucu aydınlarla ortak hareket içine giriyor ve çağdaşlaşmaya karşı çıkıyordu. Teknik olarak gücü elinde bulunduran, dolayısıyla nihai karar etkinliğini elinde tutan ordu, meşrûtî yönetimden yanaydı. Tanzimat'tan sonra her hukuk ve çağdaşlaşma ihtilâfının yaşandığı ilişkide ordu, askerî ve mülkî bürokrasi ile aydınlar çağdaşlaşmadan yana tavır koymaları ile dikkat çektiler. Bu tür gelişmeler, yani çağdaşlaşma ile taassup arasındaki çatışmada gerek medeni hukuk, gerekse şer'i hukukun tek tek veya müştereken getirdiği sorunlar vardı ve bu sorunların ekonomik içeriği tam kavranmamıştı.

§ 8. Tanzimat'ın Ekonomik Karakteristiği

Tanzimat'ın ikinci önemli boyutu, ekonomik karakteristiğidir. Tanzimat ekonomisinin etkinliği, diğer özellikleri ile karşılaştırıldığında sonuçları itibariyle daha ağır basar; fakat yeteri kadar önem verilmemiş bir görüntü içindedir. Bu dönemde ekonomik meselelerin doktrin disiplini ve çatışmaları içinde ele alınmasından çok, finansal ihtiyaçların karşılanmasına yönelik olduğu dikkat çeker. Temel amaç, imparatorluk bütçelerindeki açığın kapatılmasıdır.

Bununla beraber, Tanzimat ve daha sonra Birinci Meşrûtiyet dönemi içinde ekonomik meseleler ve doktrin tartışmaları, önemli gündem başlıkları olmuştur. Bu durum İkinci Meşrûtiyet döneminde daha da belirgin ölçülerde kendini göstermiştir. Çünkü iktisat politikasının hazırlanışında ve uygulanışında ülkenin hem iktisâdî gücü [varlığı], hem de iktisâdî düşünme kabiliyeti önemli rol oynar. Tanzimat'ın ilânına kadar geçen dönem içinde, iktisâdî varlığın önemsendiği bir egoizm yaşansa bile, iktisâdî düşünce değerlerinin dikkate alındığına dair herhangi köklü, geniş tabanlı ve sistematik bir yaklaşım bulunmadığı görülür. Tanzimat'ın ekonomik karakteristiği tamamen İngiliz ekonomik doktrin ve tercihlerine bağlı olarak değerlendirilmektedir.

Zaman zaman Tanzimat'ı "İngiliz Liberalizminin Türkiye Uygulaması" biçiminde tanımlayan hırpalayıcı tanımlar getirildiği de dikkat çekmektedir. Bu tanımlar, Tanzimat'ın ekonomik boyutunun, getirmek durumunda olduğu diğer sosyal ve siyasal etkinliklerden daha üstün olduğunu vurgulamaya yöneliktir. Tanzimat'ı sadece ekonomik amaçlara hizmet eden bir uluslararası ortak zemin anlayışı olarak değerlendirmek haksızlık olur. Ancak Tanzimat'ın ekonomik yapısının diğer bütün unsurları bastırarak öne çıkması da görmezlikten gelinemez. Nitekim Tanzimat isabetle değerlendirilirse Osmanlı'nın siyasal, sosyal ve ekonomik açılardan ele alınacak fikrî hareketlerinin de ekonomik gelişmeden etkilendiğini ortaya çıkarır. Bu ilişki, Osmanlı'daki iktisat politikası ile iktisâdî düşünce tarihinin karşılıklı olarak değerlendirilmesini gerektirmektedir.

§ 9. İktisat Politikası ve İktisâdî Düşünce Tarihi:

Bir ülkenin çağdaşlaşma süreci içinde uygulanan iktisat politikalarının isabetle değerlendirilebilmesi için "İktisâdî düşünce" ile "iktisat" kavramı arasındaki farkların ve benzerliklerin araştırılması; sonuçlarının açık ve geçerli tanımlara kavuşturulması zorunludur. Çünkü böyle bir değerleme, kullanılan bilimsel inceleme disiplini [yöntem] ve değerlendirilen malzeme zenginliği ile derinlik ve önem kazanır. Bu derinlik ve önem, ülkenin çağdaşlaşma sürecinde toplumsal yargıların oluşum sürecini açıklaması bakımından değer taşır.

İktisat biliminin kuralları, ülkelerin iktisâdî düşünce tarihleri açısından fevkalâde yönlendiricidir. İktisat politikası ile iktisâdî düşünce tarihi ilişkisinde ayrım ve benzerlikler, yönlendirici etkileri kadar düzenleyici nitelikleriyle de dikkat çeker. Ekonomi politikalarına yönelik araştırmalar sırasında araştırıcılar, kendilerini çerçeveleyen iktisâdî öğelerle sınırlandıklarını, hattâ kısıtlandıklarını fark edeceklerdir. Ülkenin içinde bulunduğu iktisâdî gerçeği oluşturan bu öğeler, bu araştırmalarda önemlerini ve ağırlıklarını her aşamada hissettirirler.

Çağdaşlaşma sürecinin ekonomik boyutlarının incelenmesinde iki önemli özellik dikkat çeker. Birincisi, ülkenin ekonomik yönetimi, üretim araçları, üretim modeli, sermaye sahipliği, tasarruf ve yatırım tercihleri, karar alma sistematiği, teknolojik düzey, finansal yapı ve kurumsal özellikler ile bağlantılıdır. Dolayısıyla araştırmalar, bu temel öğeleri mutlaka dikkate almak zorundadırlar.

İkinci özellik, araştırma sırasında kullanılacak olan bilgi ve deney birikiminin bu araştırma için yeterli düzeyde olup olmadığıdır. Çünkü çağdaşlaşmanın temel öğelerinden birisi olarak "ekonomi politik" diğer bütün öğeleri içinde barındıran nitelikleriyle önem taşır. Özellikle kuruluş aşamasındaki devletlerin ekonomik yapıları ve bu yapıya ilişkin kaynak bilgiler [source of information] yeterli araştırma şansları vermeyebilir. Dolayısıyla ekonomi politiği değerlendirme imkânları da sınırlı kalabilir. Bu karakteristik, iki önemli tâlihsizlikten kaynaklanmaktadır.

Birinci tâlihsizlik, "İktisâdî Düşünce"nin, aslında iktisâdî sürecin makro planda oluşturduğu bir "üstyapı kurumu" olmasıdır. İktisâdî dinamiklerin karakteri bu üst yapıda belli olur. Bu karakter, iktisâdî oluşumların ve dönüşümlerin oluşturduğu "tanımlama ve önerme platformu"nu ortaya çıkarır. Bu platform, her tür düşüncenin kendini serbestçe ifâde edebileceği bir özgürlük gereğini gündeme getirir. Bu gündem (platform), bulunduğu ülkenin iletişim araçları ve ağları ölçeğinde genellik kazanan kabullere veya redlere götürülebilir.

İkinci tâlihsizlik, batı modelinin gelişme doğrultularından uzak bırakılmış ülkelerin karşılaştığı çâresizliktir. Bu çâresizlik, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş aşamasında son derece sıkıntı verici boyutlara ulaşmıştır. Osmanlı iktisâdî mîrâsının Türkiye Cumhuriyeti iktisâdî gelişmesine önemli bir kaynak aktarmadığı âşikârdır. Bu zayıf nokta ve yetersiz miras, Atatürk'ün uygulamak istediği ekonomi politikalarına yön verici temeli oluşturmada etkili olmuştur. Bu etki, kaynakların yetersizliğinin getirdiği sıkıntılarla başlayan ve yeni çözüm imkânları arayan bir süreci başlatmıştır.
Osmanlı ekonomisi kısır, verimsiz, teknolojik anlamda basit, finansal yönden fakir bir yapı içindedir. Sanâyi devrimi ve emperyalizm ile birlikte batı devletleri açısından pazar olarak görülen Osmanlı İmparatorluğu, hem iktisâdî düşünceler, hem de kaynaklar itibariyle son derece kısıtlı noktadadır. Üstelik iktisâdî düşünceleri ve terminolojiyi tamamen batıdan ithâl etmiş; ve bu terminoloji ile düşünerek kendi sorununa çâre bulabilecek etkinliğe ve güce kavuşmaya çalışmıştır.

Burada bir ayrım yapmak gereğini duyuyorum. Bir ülkenin, karşılaştığı sorunlara çâre bulacak iktisâdî etkinliğe sahip olmayışı, o ülkede iktisâdî düşünce tarihinin bulunmadığı yorumuna yol açmaz. Zira, iktisâdî düşüncenin sadece gelişmiş ülkelere özgü olduğu söylenemez. En varlıklı olanından, en yoksuluna kadar bütün ülkelerin "iktisat tarihleri" yanında, bir de "iktisâdî düşünce tarihleri" vardır.

§ 10. Tanzimat Öncesi Dünya Ekonomisindeki Gelişmeler.


Birinci Dünya Savaşı, 19. yüzyılda kurulan ve hızlı biçimde gelişen bir iktisâdî sistemin etkinliklerini birden bire sınırlandırdı. Savaşla hızlanan gelişme, beklenmedik biçimde ekonomiyi "durma noktasına" getirdi. Ekonominin bu noktaya gelmesi ve bunun özellikle güçlü sanâyi devletlerinin ekonomik ve sosyal yapısını zorlaması, katlanılabilir bir durum sayılamazdı. Bu ülkelerin çoğu "sömürgecilik" uygulamasının getirdiği farklı dünya görüşü ile hareket eden ülkelerdi. Sömürgecilik kültürü, iktisâdî çıkarların çatıştığı yerde affedici olması düşünülemeyen bir kesin sertlik alışkanlığı ile olaylara yaklaşmaktaydı.

Uluslararası ticaret kültürü ve teknoloji üretme arzusu, her fırsatın en uygun biçimde değerlendirilmesini gerektiriyordu. Batı Avrupa ve Amerika Birleşikleri Devletleri, dünya dış ticaretinin hemen hemen üçte ikisini elinde tutmaktaydı. Geri kalan kısım, henüz tarım ekonomisinde bile yeteri kadar palazlanmamış, ticaret ve sanâyi imkânları sınırlı, ekonomi politikalarında deneyimsiz, kurumsal ekonominin karmaşık yapısında eğitimsiz, sermaye birikimi ve teknik donanımı sınırlı ülkelerden oluşuyordu. Genellikle tarım karakterli ekonomiler, dünyadaki gelişmeleri yeteri ölçülerde izleyemeyen devletlerin ekonomileriydi.

Bu ülkelerin iki önemli eksiği vardı ki, gelecekte de bu ülkelerin sanâyileşmiş ülkeler arasında yer almasına fırsat tanımıyordu. Birincisi ulaştırmaydı. Ekonomik olarak geri bırakılmış ülkelerin ulaştırma ağı âdetâ yok denecek kadar yetersizdi. Oysa uluslararası ekonomik gelişme için bütün ulaşım imkânları önem taşıyordu. Kara, hava, deniz ve demiryolları yanında ayrıca etkin bir haberleşme ihtiyacı da belirgin ölçülerdeydi.

Sömürgecilik geleneği içinde deniz yolları ile uluslararası ticaretin örgütlenmesinde yer almış ülkeler, bu avantajlarını kullanarak 19. yüzyılın getirdiği imkânları 20. yüzyıla taşımak istiyorlardı. Sınaî gelişmişlik içindeki bazı ülkeler demiryolları ile sömürgecilik sistemi içinde yer almak istiyorlardı. Hava yolları henüz ekonomik anlamda kullanılabilir bir ulaştırma ağı oluşturmamıştı. Bu nedenle, deniz ve demir yolları üzerinde durulmaktaydı. Demiryolları, masraflı bir yatırım olması nedeniyle ancak büyük ve zengin ülkelerin başvurabileceği imkân olarak görülüyordu. Demiryollarının döşenmesi, sanâyileşmiş devletlerin, hâlâ "sömürge gözü" ile baktıkları devletlerin topraklarında gerçekleştirebilecekleri yatırım olarak değerlendirilmekteydi. Bilim ve sanâyi devrimi, el ele bu amaca yönelik olarak mükemmel bir çalışma uyumu gösteriyordu

İkinci sorun, tasarruf hacminin yetersizliğiydi. Sanâyileşmiş ülkelerin, kendilerini besleyecek yeterlikte ve gelişmişlikte tarım endüstrilerinin bulunması, bu ülkeleri sanâyi sektöründe daha yoğun yatırımlar yapmaya yöneltmekteydi. Zaman zaman tarımsal yapıdaki ülkelerin de yatırım programları düzenledikleri görülüyordu. Ancak bu yatırımların gerektirdiği finansman yetersizliği yanında teknolojik bağımlılık da önemli bir engel teşkil ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı öncesinde böyle bir yetersizlik içindeydi. İmparatorluk bazılarını zorla, bazılarını ise ileri görüşlülüğün farkına varmadığı şartlarda imzaladığı anlaşmalar ile hem halkını zor durumda bırakmış, hem de politika yapma şanslarını elden kaçırmıştı.

§ 11. Tanzimat Ekonomisinin Getirdiği Sıkıntılar.


Tanzimat ekonomisinin getirdikleri konusunda en dikkat çekici eleştirilerden birisi de Ziya Gökalp'in ortaya koyduğudur. Ziya Gökalp, Tanzimat ekonomisinin en büyük hatasını son derece basit bir gözleme dayanarak tespit etmiştir. Gökalp, üretimi modernleştirmeden tüketim tarzlarını, yani giyimi-kuşamı, beslenmeyi, binayı ve mobilyayı modernleştirmeye yönelmeyi Osmanlı ekonomisini önce felç edip, sonra mahvetmenin en etkin ve kestirme yolu olarak gösteriyordu.
Bu durum, ülkede tedavül eden para birimini [sikkeleri] bile etkilemişti. Piyasada tedavül eden paraların çok büyük bölümü Tanzimat ile Osmanlı ülkesinde mâlî ve ekonomik imtiyazlar kazanmış ülkelerin paralarıydı. Her tür alış verişin gözde paraları Dolar, Sterling, Fransız Frangı, İsviçre Frangı idi. Osmanlı sikkesi ancak, gündelik ufak tefek alışverişlerde kullanılıyordu.

Bir ülkenin parasının gündemden düşmesi (tedavül etmemesi) ve yabancı ülke paralarının alış verişe egemen olması, ülke ekonomisinde üretim sahipliğinin nitelik değiştirmesi demektir. Değişen tüketim modelinin karşılanmasına uygun bir üretim teknolojisi geliştirilemeyince Osmanlı'daki küçük sanatkâr ve esnâf, üretici olmaktan çıkıp tüketici durumuna düştü. Ülkeyi ekonomik açıdan hızla felâkete götüren asıl gerçek budur. Tanzimat üzerine analizler yapanların temelde görmek istedikleri halde, gerçeği tam yansıtamadıkları aksama noktası burada toplanmaktadır. Bu öyle bir aksama noktasıydı ki, gümrükler bile para karşılığı azınlıklara verilmişti.
Bu durum bütçe uygulamasında sıkıntıları arttırıyor, sürekli borçlanma ihtiyacını canlı tutuyordu. Verginin iltizam ile toplandığı bir ülkede, mültezimin insâfı ile bütçe denkleştirmeyi amaçlayan bir ekonominin kendini ıslah etmesi mümkün görünmemekteydi. Tanzimat, geniş düşünce ve tecrübe ortamında tartışılmadığından, iktisâdî disiplin ve doktrin değeri taşıyarak Türk ekonomisine her hangi bir katkıda bulunup bulunmayacağı kestirilemedi. Bu konu Tanzimat analizlerinde önemli başlık olarak da ele alınmamıştır. Tanzimat'ın ilânında böyle bir ihtiyacın hissedilmediği; hattâ, ifâde bile edilmediği ilginçtir. Büyük bir ihtimâlle, 16. ve 17. yüzyıllardaki Islahat çabalarının bir yeni örneğinin yaşanacağı şeklinde değerlendirmeler yapılmıştır. Zaman zaman Tanzimat'ın ıslahât fırsatı getirmekten çok, tahribat yaratması ihtimâlinden söz edilmiştir.

Tanzimat'ın, Osmanlı ekonomisine iktisâdî doktrin disiplini getirmek amacı olmadığı açıktır. Aksine Tanzimat, içerdiği ekonomik hedefleriyle bir iktisâdî doktrinin etkisi, hattâ direktifi altındadır. Bu iktisâdî doktrin, feodalitenin yerini alan kapitalizmdir. Tanzimat'ın içerdiği kapitalizm, sanâyii esas alan endüstriyel kapitalizm değil, ticareti esas alan kapitalizm [merkantilizm] olduğu için Osmanlı'nın iç dengelerini sarsmakta son derece etkili olmuş ve sınaî kapitalizme geçişi de son derece sınırlamıştır. İngilizlerle yapılan ticaret sözleşmesi, Osmanlı'da bir gerçeğin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Bu gerçek şudur: Osmanlı'da hiçbir şekilde iktisat eğitimi olmadığı gibi, bu konuda her hangi bir ilgi ve merak da yoktur.

Çağdaşlaşmanın ekonomik boyutu açısından bakıldığında Tanzimat'ın özel bir yönünü tartışmak gereği ortaya çıkmaktadır. Bu yön, Tanzimat'ı, "İngiliz liberalizminin Türkiye uygulaması" olarak değerlendiren görüşlerdir. John Locke ile özdeşleşen İngiliz liberal ekonomik ve siyasal sisteminin (modelinin) tezahürü olan adem-i merkeziyetçi eyalet sisteminin özelliklerini bünyesinde bulunduran ülke Orta Avrupa'da İsviçre'dir. Kantonal sistemi benimsemiş olan İsviçre bu modeli uygulamanın avantajlarını isabetle değerlendirmiştir. Çünkü hem siyasal, hem de ekonomik liberalizm İsviçre'yi, uluslararası ticaret oligarşisinin para deposu haline getiriyordu. Böylece dünyanın en önemli merkezinde finans sistematiğini elinde tutan gücü ile dünya ekonomisi üzerinde istediği etkinliği kurabiliyordu. Bu etkinlik, zaman içinde gelişerek İsviçre'yi spekülatif banka/para/borsa sisteminin beyni haline getiriyordu. Osmanlı İmparatorluğu'na gelince durum dikkat çekici bir özellik göstermeye başlıyordu.

Osmanlı İmparatorluğu, uluslararası ticaret yolları üzerinde idi. Bu yolların düğüm noktasını elinde tutuyordu; ama aynı zamanda sistem kaos içindeydi. Bu kaosun merkezi ise İstanbul kentiydi. Hem doğu, hem batı kenti özellikleri gösteriyordu. Hem islâm ticaret oligarşisinin, hem de Hıristiyan ticaret oligarşisinin birlikte işleyebildiği nâdir zeminlerden biriydi. Rum, Musevî, Ermeni cemaat liderleri bu kentteydiler. Böyle bir kent özelliği içinde çağdaşlaşmanın en önemli boyutlarından birinin finans olması kaçınılmazdı.

§ 12. Liberal Ekonominin Hazırlığında Mustafa Kemal.

Mustafa Kemal'in ekonomi politikasının, isabetle izlenebilmesi için, Tanzimat Paşaları'nın getirmiş olduğu iktisâdî hedeflerin ve uygulamaların kapsamlı biçimde incelenmesi gerekir. İngiliz Ticaret Sözleşmesi'nden İzmir İktisat Kongresi'ne kadar geçen yaklaşık bir asırlık dönem içinde ülkenin iktisâdî hayatını etkileyen politika kararları ve uygulamaları Cumhuriyetin benimseyeceği yeni ekonomi politikası için önemli bilgi ve deney hazinesi oluşturmaktaydı. Toplumda ekonomik politika kararları oluşturacak kadroların bu bilgi ve deney birikiminden etkilenmemiş olmalarını düşünmek mümkün değildi. Bu politikaları toptancı görüşle değiştirmeyi amaçlayan devrimci iktisat politikacılarının bile bu birikimi iyi değerlendirdiklerini söylemek zordu.

Mustafa Kemal'in iktisat politikaları oluşturmaya yönelik düşünce ve görüş dünyasında Tanzimat'la başlayan, Birinci ve İkinci Meşrûtiyetlerle devam eden uygulamaların geniş bir arşivi ve etkisi olduğunu kabul etmek durumundayız. Bunu bir tartışma başlığı olarak açabiliriz. Bir Harp Okulu öğrencisinin istibdat karşısında hürriyet gibi sıcak bir kavramın çekiciliği dururken, iktisat gibi nisbeten soğuk bir dâvete itibar etmesini beklemek biraz şaşırtıcı gelebilir. Nitekim Mustafa Kemal'in gençlik yıllarındaki ve subaylığının ilk dönemlerindeki davranışları, "hürriyet ve istiklâl" aşkı içinde olduğunu gösteriyordu. Ancak, Mustafa Kemal'in kafasında, iktisat politikasına ilişkin bir takım hedefler ve tartışılmış değerler olduğu varsayımını da hemen reddetmek mümkün değildi. Bu nedenle Mustafa Kemal'in "iktisat meseleleri ve politikaları" konusunu isabetli bir zamanlama ile ertelediği görüşünü kabul etmek uygun bir çözüm görülmekteydi. Bu çözüm içinde Mustafa Kemal'i en fazla etkileyen gelişmelerin İkinci Meşrûtiyet dönemi ekonomisi olduğunu ortaya koymak mümkündür. Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki'nin uyguladığı "Millî İktisat" içinde bizzat yaşamış, ve bu ekolün savunucuları ile yakın ilişkiler içinde olmuştur. Mustafa Kemal'in Tanzimat ve Birinci Meşrûtiyet ekonomisi hakkında tarih kültürü olarak geniş bilgi ve tecrübesi vardı. İttihat Ve Terakki kadrolarındaki Millî İktisat uygulayan isimlerin hemen hepsi Mustafa Kemal'in çağdaşıdır ve arkadaşlıklar kurduğu kimselerdi. Bir kısmı ile aynı görüşleri ve idealleri paylaşıyordu, bir kısmı ile kesin bir çatışma içindeydi.

Böylesine ilişkiler içinde Mustafa Kemal'in Millî İktisat uygulamalarına karşı sadece tarih kültürü olarak baktığını düşünmek inandırıcı olmaz. Mustafa Kemal bu uygulamaları ve uygulayıcıları çok yakından izlemiş ve sistematiğin temel değerlerini, hedeflerini, ilkelerini, politikalarını ve önlemlerini ayrıntılarına varıncaya kadar takip etmiştir. Mustafa Kemal'in ekonomi politikasının bu gelişmelerden etkilendiği şüphesizdir. Bunun aksini düşünmek bile mümkün değildir ve iktisat ilminin değer yargılarına aykırıdır. Bu gelişmenin izlenmesi Tanzimat ekonomisini liberal uygulamalarına dayandırılmak durumundadır.

Nitekim Mustafa Kemal'in yaklaşımının bu doğrultuda olduğu görülmektedir. 1923 İzmir İktisat Kongresi'nde yapmış olduğu açış konuşmasında, Osmanlı dönemi iktisat meseleleri ve iktisâdî tutumu konusunda çok geniş bir tarihi tablo çizerek meseleyi ele almış ve değerlendirmiştir. Fetih hukukunda ve uygulamasında hayranlıklar ifâde ettiği Fatih, Yavuz ve Kanunî'nin uyguladığı iktisat politikalarındaki mantığa aykırı hükümleri uzun ve kesin hüküm cümleleri ile eleştirmiştir. Osmanlı'nın elindeki bütün imkân ve kaynakların sadece politik ve askerî hedeflere tahsis edilerek israf edilmesini, ekonomik hedeflere önem verilmemesini ağır biçimde eleştirir. Bu tarihi seyir içinde hem Tanzimat'ta, hem de daha sonraki ekonomi politikalarında aynı duyarsızlığı gördüğünü açıklar. Buna rağmen Mustafa Kemal'in, Tanzimat'ın ilk yıllarındaki liberal iktisat politikasına ilişkin görüş ve önerilerden etkilendiği ve liberal iktisadı benimsediği söylenebilir.

§ 13. Liberal Paşalar Ekonomisi:

Tanzimat'ın ilânını basit bir "ferman kıraatı" gibi görmeğe meraklanmış kadrolar vardır. Günümüzde siyasetçiler, ekonomik sonuçları yönünden tartışılan ve suçlanan Tanzimat'ı sadece ekonomi politikası olarak ele alarak zorlamaktadırlar. Tanzimat'ın ilânında neler olabileceği konusunda, hazırlayıcılarının bile yeteri kadar rahat olmadıkları bilinmektedir. Mustafa Reşit Paşa, Ferman'ın okunacağı sabah evden çıkarken bütün ailesi ile "helâlleştiğini" belirtmektedir. Yani, Tanzimat'ın ilânında korku, dağları beklemiştir...

Bu deneyden sonra Mustafa Reşit Paşa'nın cesaret kazandığı ve ekonomik konulara önem ve öncelik verdiği görülmektedir. Nitekim kendi "yetiştirmesi" olarak bilinen Âli ve Fuat Paşalar'ın ekonomik uygulamaları, Mustafa Reşit Paşa'nın görüşlerini aşmış; hattâ bugünün liberal Türk iktisatçılarını şaşırtacak kadar ileriye götürülmüştür. Tanzimat'ın asıl değer ve etkinlik kazandığı dönem, Âli ve Fuat Paşalar dönemi olarak sunulabilir. 1850'den itibaren sistemdeki yerlerini ve etkinliklerini pekiştiren Âli ve Fuat Paşalar, yenilikçi karakter ve iddialarına rağmen istenilen ölçülerde başarılı olamamışlardır. Yeni Osmanlı hareketinin öncüleri olan ve etkin bir çevreye hitap edebilen Şinasi, Namık Kemal ve Ali Suavi gibi kadronun ağır eleştirilerine muhatap olmaları kendilerini sınırlamıştır. Özgürlükçü düşüncenin öncüleri olan kadronun ağır eleştirileri karşısında kendi hedeflerini sınırlayan Âli ve Fuat Paşalar, yine de çok önemli bazı ekonomik meseleleri gündeme getirmişlerdir. Âli ve Fuat Paşaların, dönemin padişahına sundukları muhtıralarında bazı ekonomik önerilerde bulunmuşlardır. Bugün özelleştirme kültürü ve deneyleri çerçevesinde değerlendirildiği zaman son derece ileri görüşler getirdiği dikkat çekmektedir.

§ 14. Birinci Meşrûtiyet Ekonomisi:


Mustafa Kemal'in ekonomi modelini tartışırken dikkate aldığı temel örnekler arasında Tanzimat ile başlayan ve Birinci Meşrûtiyet boyunca devam eden gelişmeler ile bunların sonuçları önemli yer tutar. Mustafa Kemal'in ekonomik düşüncelerinin ve felsefî değerlerinin oluşmasında bu dönem iktisatçılarının da yeri ve önemi büyüktür. Gerek yetiştiği okullarda, gerekse daha sonra entellektüel olarak bulunduğu topluluklarda bu konuda kendisine geniş sayılabilecek bir bilgi ve deney birikimi sağlayabilmişti. Devlet yönetimindeki başarılarını takdir ettiği görevlilerden Ahmet Mithat Paşa'nın uygulamaları bu konuda etkili olmuştur. Ayrıca gazeteci ve romancı Ahmet Mithat Efendi'nin etkisi vardır. Bu nedenle, Birinci Meşrûtiyet ekonomisine yön veren görüş ve öneri sahiplerinin bu görüş ve önerilerinin özetlenmesinde yarar görülmüştür.

Tanzimat'ın yaklaşık 40 yıllık dönemi içinde Islahat Fermanı ile kazandığı bütün desteklere rağmen, İmparatorluğun güçlenmesinde ve gelişmesinde yeteri kadar etkin olmadığı görüldü. İmparatorluğun mâlî sıkıntıları her nekadar, banka sistemiyle giderilmeye çalışılmış ise de bu tür yaklaşımlarla bir sonuç elde edilememiştir. Osmanlı Bankası ile başlayan ve diğer bankaların kurulması ile devam eden yeni finansman modeli de imparatorluğun ihtiyaçlarını karşılamadı. Finansal yapının güçlü olmasının elbetteki önemi büyüktü. Ancak, imparatorluğun ekonomik karakteristiklerini geliştirecek sermaye birikimi ve yönetim tecrübesinin yokluğu bu sıkıntıların giderek artmasına neden oldu.

Mithat Paşa, valilik yaptığı bölgeleri bankacılık ve tarımsal kredi yolu ile kalkındırmaya çalışmasına rağmen, temel amacı ekonomik kalkınma olan bir yönetici değildi. Sultan Abdülaziz'in yönetimi istibdat niteliği göstermiyordu. Buna rağmen Mithat Paşa ve arkadaşları, ülkeye meşrûtî düzen getirilmesinden yanaydılar. Bu konuda çalışıyorlardı. Mithat Paşa, hazırladığı anayasa ile Sultan Abdülhamit'in padişahlığı sırasında yeni iktisâdî kurumlar gerçekleştireceğine kendisini öylesine inandırmıştı ki, hayalleri inanılmaz boyutlara varmıştı. Osmanlı'yı kurtaracak fırsatı eline geçirdiğine inanmıştı. Teşkilât-ı Esasiye'yi kabul ettirerek Sultan Abdülhamit'i tahta çıkardılar. Osmanlı Rus Harbi huduttaydı ve İstanbul'u işgâle gelmişlerdi. Yeşilköy [Ayestefanos] önlerinde Rus ordusu ancak durdurulabildi. Galata Bankerlerinin borç verdiği 9 milyon altın ile ordu güçlendirilmiş ve imparatorluğun 425 yıllık başkenti kurtarılabilmişti. Bu kurtuluşun bedeli o kadar ağırdı ki, Osmanlı İmparatorluğu kurulduğu günden beri hiç bu kadar ağır ve onur kırıcı bir durum ile karşılaşmamıştı.

1881 Osmanlı İmparatorluğu'nda ilginç bir yıldır. Sultan Hamid tahta çıktığı zaman Mustafa Kemal henüz doğmamıştı. Başta Mustafa Kemal olmak üzere hemen bütün İttihat ve Terakki ileri gelenleri ve Cumhuriyet aydınlarının tamamına yakın kısmı, Düyûn-u Umûmiye ile birlikte doğdular... Enver, Cemal, Talât Paşalar, İsmet Bey istibdat döneminin çocukları oldular...

1881 ünlü Muharrem Karanamesi ile Düyûn-u Umûmiye kurulmuştu ve Rüsûm-u Sitte denilen vergilerin tahsil yetkisi ile donatılıyordu. Ve yine 1881 yılında Sultan Hamid'i tahta çıkaran, Birinci Meşrûtiyet'i ilân eden ve ilk anayasayı hazırlayan Ahmet Mithat Paşa sürgün edildiği Taif zindanında boğdurulmak suretiyle öldürülüyordu.

Ve yine 1881 yılında Osmanlı'da ilk iktisat kitabı yayınlandı. Sakızlı Ohannes Paşa, "Mebadi-i İlm-i Servet-i Milel" başlığını taşıyan kitabını yayınladı. Bu kitap klâsik ekonomiyi içeriyordu. Sakızlı Ohannes Paşa, Divan-ı Muhasebat [Sayıştay] Başsavcısıydı. Aynı zamanda "Mekteb-i Mülkiye-i Şahâne'de İlm-i Servet-i Milel ve Usûl-ü İdare-i Mülkiye Muallimi" idi. Bu görevlerinin yanı sıra Mekteb-i Harbiye'de iktisat dersleri vermekteydi.

İlk iktisat kitabının yayınlanmasından evvel, özellikle Sultan Abdülaziz döneminde basında patlama olarak adlandırılan yeni gazete çıkarma ve tiraj arttırma mücadelesi, Türk sosyal yaşamında bazı yeniliklerin başlatılmasında etkili olmuştur. Bu gazetelerin ve dergilerin çoğunda "iktisâdî meseleler" ayrıntılı biçimde ele alınmış ve ülkeyi aydınlatacak bilgi ve haber aktarımı gelişmiştir. Osmanlı Basını, gerek İkinci Meşrûtiyet döneminin "Millî İktisat"çı kadrosunun, gerekse liberal ekonomiden yana olanların bilgi ve deney sahibi olmalarına büyük katkıda bulunmuştur. Ayrıca gazete ve dergilerin ekonomik olaylara ilişkin bilgi ve yorumlarının Cumhuriyet aydınlarını da etkisi altına aldığı ve eğittiği görülmektedir.

Yine 1881 yılında Osmanlı sosyal yaşamında "Elite" tabakanın hayata bakışında ve yaşam tarzlarında değişikliklerin başladığı görülüyor. Çoğunluğu azınlıklardan oluşan Osmanlı entellektüellerinin katıldığı ilk mason balosu ile İstanbul yaşamında daha doğrusu Pera'da, balolar ve garden partiler devri açılmaktadır. Bu partilerde ülkenin ekonomik meselelerinin ayrıntılı biçimde konuşulduğu ve bazı ticarî işlerin kotarıldığı kabul edlmektedir. Özellikle, Tunel'deki Fransız Sarayı'nda [Palais de France] ve yine Galatasaray'daki İngiliz Sefaret bahçesinde verilen balo ve garden partilerde Osmanlı devlet adamlarının, yabancılarla bazı meseleleri batı ülkelerinin sosyete salonlarına özgü samimiyet içinde ayaküstü görüştükleri dikkat çekmektedir.
Sakızlı Ohannes Paşa'nın ekonomi kitabında gündeme getirilen konuların sadece eğitim amaçlı olduğunu söylemek yeterli değildir. Bu kitap aynı zamanda, ekonomik meselelerin ayrıntılı biçimde tartışılmasına da yol açmıştır. Gerek Mülkiye, gerekse Harbiye'de okutulması dolayısıyla bu okullardan mezun olan asker ve sivil devlet yöneticiler, ekonomik konularda tartışmaya hazırlıklı hâle gelmişlerdir. Kitabın içeriğinde üretim, bölüşüm, tüketim, tasarruf, yatırım konuları işlenmektedir. Kitap, önemli olan noktaya işaret etmekte, Fizyokratların servetin kaynağı olarak sadece tarımı görmelerine karşılık asıl birikimin ticaretten ve sanâyiden kaynaklanabileceği görüşünü getirmektedir. Sakızlı Ohannes Paşanın deyimi ile "fabrikacılık" [sanâyi] için üretim faktörlerinin arasında özenle ele alınan en önemli konu "istihdam" ve "iş özgürlüğü" kavramlarıdır.

Sakızlı Ohannes Paşa, Tanzimat ile getirilen Yedd-i Vahid [Tekel] uygulamasının ekonomi üzerinde son derece kötü etkileri olacağını belirtmekte ve bütün tekellerin kaldırılmasını önermektedir. Devletin ekonomik faaliyetlerde bulunmasının çok yanlış olacağını söyleyen Sakızlı Ohannes Paşa, tam bir liberalizm savunucusudur. Paşa'nın ileri sürdüğü düşüncelere göre, devletin sermaye sahibi olarak ekonomide yer alması, bu kurumlara karşı imtiyazlı davranması sonucunu doğuracaktır ki, bir ekonomi yönetimi için en tehlikeli gelişme budur.

Sakızlı Ohannes Paşa, liberal iktisat düşüncesinin önemini, ithâlât ve ihracat ile ilgili görüş ve önerilerde ortaya koymuştur. Yabancı ülkelerden ithâlât yapılmasının ve çok sayıda mal getirilmesinin sakıncalı olduğu görüşlerini vahim hata olarak görmektedir. Sakızlı Ohannes bir ülkede himâyeci kültürün ülkenin hiçbir şekilde yararına olmadığı fikrindedir. Hele hele himâye politikasını, ülkenin bağımsızlığını sağlamak, bu bağımsızlığı korumak ve sürdürmek gibi gerekçelerle savunulmasını asla kabul etmemektedir. Bu tür görüşleri ile Sakızlı Ohannes Paşa, Âli Paşa'nın liberal politika ilkelerini uzun bir süre farkıyla yeniden gündeme getirmekte ve tartışmaya açmaktadır. Tıpkı Âli Paşa gibi kabotaj hakkına gerek olmadığı görüşündedir. Osmanlı ekonomisinin kapitalistleşmesi ve mümkün olan âzamî hız içinde bu hedeflere ulaşılması bakımından Ohannes Paşa'nın telkin ve teklifleri etkili olmuştur.

Bu etkiler en çok maliye bakanı Mehmet Cavit Beyin üzerinde görülmektedir. Mehmet Cavit Bey, Osmanlı ekonomisinde serbest ticaretin şampiyonluğuna soyunmuştur. Mehmet Cavit Bey, bilim ve siyaset adamı olarak liberalizmin bayrağını taşır. Liberal ekonominin prensiplerinde ve uygulama ahlâkında geçmiş yüzyıl içinde böyle bir siyaset ve devlet adamı yetiştirilemediği görüşleri ileri sürülmektedir. Bunu yaparken çağının bütün bilimsel gelişmelerini izlemişti. Dolayısıyla hem iktisat teorisi olarak çok iyi donatılmıştı; hem de mâlî teknikler açısından geniş bilgi ve deneylere sahipti. Bu nedenle, uygulamalarda örneği az rastlanır nitelikte bir siyaset ve mâlî politika bütünlüğü göstermişti. Maliye Bakanı Mehmed Cavit Bey'in 1900 yılında yayınlanan "İlm-i İktisat" adlı kitabı, geniş kapsamlı düşünülmüş ve iktisat ilminin temas ettiği bütün konuları içerecek biçimde hazırlanmıştır. Abdülhamit yönetiminin izni ile basılmıştır. Kitap liberal iktisat anlayışının içerebileceği bütün konuları ayrıntılı biçimde ele almakta ve konuları Osmanlı entelektüellerinin dikkatine sunmaktadır.

Mehmet Cavit Bey ile Mustafa Kemal'in yaşamındaki ilişkilere işaret ederek, Mehmet Cavit Bey'in kişiliğinde doruklaştırılan liberal düşünce ve liberal ekonomi politiğin biraz geniş ölçekte ele alınmasında yarar görmekteyim.

§ 15. Liberal Düşüncenin İlke ve Hedefleri.


Gerek Tanzimat sadrazamları, gerekse Birinci Meşrûtiyet paşaları ve yöneticileri Osmanlı'nın "liberal kanatları"ını oluşturan yurtseverlerdi. İmparatorluğun eski günlerindeki düzeyde olmasa bile dünya üzerinde etkin olabilecek seviyeye ancak liberal düşünce modelinde ulaşabileceğine inanmışlardı. İmparatorluğun aydın, etkin, müreffeh düzeylere ulaşmasını bu yolda mümkün görüyorlardı. Bu seviyeye ulaşmayı hedef almışlardı. Âli Paşa, Fuat Paşa ile başlatılan, Sakızlı Ohannes ve Mehmet Cavit Bey ile genişletilen bu düşünceler, toplumun temel değerlerini zedelemeyen bir anlayış içinde ele alınmaktaydı.

Bu düşüncelerin, sağlam bir zemine oturmasına özen gösterilmekteydi. Liberal düşüncelerin, ulus çıkarlarını gözeten köklü bir Osmanlıcılık anlayışına ve inanç dünyasındaki mânevî değerlere zarar vermemesi temel ilke olarak benimsenmişti. Hattâ, bu düşüncelerin bu değerleri yüceltecek, serpilip gelişmesine imkân verecek vasat olarak değerlendirilmesi bile öngörülmekteydi. Bu düşünceler, aydınların başlattığı ve egemen olduğu bir dünyanın kurulmasıydı. Gençler bu konuda son derece önemli bir kaynak olarak değerlendirilmekteydi. İmparatorluğun geleceği, liberal düşüncelere sahip kadroların eseri olacaktı. Bu kadro, hak arama ve hakkına sahip çıkma kabiliyetini kazanmış insanlardan oluşacaktı.

Osmanlı siyasetinde ve entelektüelleri arasında "liberalizm" kavramı çok sık kullanılmasına rağmen, toplumun karar vericileri ve uygulayıcıları tarafından yeteri kadar kavranmış değildi. Bu durum hem kavramın, hem de ülkenin tâlihsizliği olmuştur. Bu tâlihsizlik, liberalizmin ekonomik ve siyasal boyutlarının arasındaki gerginlikten kaynaklanmaktaydı. Bu gerginlik, dünya tarihinde çok sert mücadelelerle kendini göstermişti. Osmanlı tarihinde ise liberalizmin ekonomik ve sosyal boyutlarında gözlenen gerginliğin önemi fark edilmiş değildi. Örneğin 17. yüzyılda İngiltere'de 1642-1650 Cromwell İhtilâli'nde burjuvanın ileriye sürdüğü görüşler [hak talepleri] 150 yıl sonra Fransız İhtilâli'nde yer alan görüşlere nazaran liberalizmin ekonomik boyutu açısından çok daha ağırlıklıydı.

Osmanlı aydınları Fransız İhtilâli'nin getirdiği özgürlük, eşitlik, adâlet kavramlarını daha yakından tanımışlar, ancak gerek İngiliz İhtilâli'nin, gerekse Fransız İhtilâli'nin asıl amaçları arasında yer alan en önemli boyutun ekonomi olduğunu kavrayamamışlardı. Her iki ihtilâlin siyasal hedef ve boyutlarındaki şairâne anlatımların yarattığı çekicilik, ekonomik hedef ve boyutların getirdiği büyük iktidar ve imkânları gerilere atmalarına neden olmuştu. Liberalizm bir felsefî değerdi ve bu değer, ekonomik anlamda çok büyük önem taşımaktaydı. Avrupa sermayesini ve ticaretini elinde bulunduran tüccar ve esnâf kitlesinin [burjuvazinin], mutlakıyetçi devlet otoritesine kafa tutan cesaret ve kararlılığını, Osmanlı aydınlarının tam yakaladığını söylemek mümkün olmayabilir. Osmanlı aydınları, yönetimin mutlakıyetçi yapısında aynı şâirâne duygularla liberalizmin sosyal boyutunu da önemsemişlerdi. Ama burjuva yaratmak konusunda hiç bir girişimleri olmamıştı. Bu durum uzun süre farkına varılmayan bir liberalizm ihmâli olarak kendini gösteriyordu.

Liberalizmin iktisatta temellendirilmesi konusunda Osmanlı aydınlarının görüşlerinde de yeteri ölçekte netlik yoktur. İktisâdî liberalizmin, siyasî liberalizmin bir türevi olduğu görüşü doğru değildir. Bu ilişki, tam tersine olarak gelişmiştir. Önce iktisâdî liberalizm gündeme gelmiş ve bu gelişmenin getirdiklerinin korunması için siyasî liberalizme güç kazandırılmıştır. Cromwell İhtilâli'ndeki temel ilke budur. Hattâ, doğru yaklaşımlarla ele alındığında [son tahlilde] Fransız İhtilâli'nde de burjuva ekonomisinin egemenliğini sağlamak temel hareket noktası olarak görülmektedir.
Bu örneğe karşılık, hem Sakızlı Ohannes, hem de Mehmet Cavit Bey'in yaklaşımlarında ekonomik liberalizmin getirdiklerine sahip çıkacak bir siyasî liberalizmin kurulması yolunda girişimler görülmemektedir. Bu kadrolar, bu cesaretten mahrumdurlar. Mehmet Cavit Bey'in ekonomik liberalizm üzerinde yoğunlaşan görüşlerinin yanı sıra, içten içe İkinci Meşrûtiyet hazırlıklarında da yer aldığı görülmektedir. Ancak amaç, ekonomik liberalizmin haklarını koruyacak siyasî liberalizm hazırlıklarını tamamlamaktan çok, istibdat idaresi dediği yönetim biçimini değiştirmektir. Bu nedenle liberal iktisadi sistemin, kendine yandaş olacak siyasi liberalizme heveslendiğini söylemek mümkün değildir.

Mustafa Kemal'in çağdaşlaşmanın ekonomik boyutunda gündeme getirdiği en etkin politika çizgisi bu ihtiyacı ortaya koymasıdır. Mustafa Kemal, ülkede burjuvanın ekonomik olarak güçlendirilmesi sağlanmadan tam bağımsızlık içinde bir çağdaşlaşmanın mümkün olmadığını görmüştür. Önce milli burjuva yaratılması için gerekli ekonomik ve sosyal ortamın hazırlanmasını hedef almış; daha sonra bu ortamda çeşitli ekonomik teşviklerle amaca yönelmeyi planlamıştır. Mustafa Kemal'in 1923-1930 döneminde benimsediği liberal ekonomik uygulamada, hem Sakızlı Ohannes'in getirdiği görüşlerden, hem de Mehmet Bey'in temas ettiği liberal ilkelerden etkilendiği görülür. Bu etkilenme, ekonomik liberalizm ile başlayan ve siyasal liberalizmi bütün ölçüleri ile gerçekleştirmeyi amaçlayan bir tutarlı bütünlük olarak özetlenebilir.

Mustafa Kemal'in siyasî liberalizm hakkında bilgi ve deney birikimini İngiliz ve Fransız İhtilâlleri sağlamıştır. İngiliz düşünür John Locke'un polemik amaçlı gündelik yazılarında liberalizme ilişkin görüşleri çok önemli bir konuyu tartışıyordu. Bu konu, siyasî otoritenin kaynağının kime ait olduğu hususuydu. Bu yaklaşım, iktidarın tanrısal [ilâhî] değil; bireysel olduğu görüşüne dayanmaktaydı.
Nitekim, İngiliz İhtilâli bu gerekçeyle harekete geçmiş ve İngiliz burjuvazisi, iktidarın tanrısal olamayacağı görüşünden hareket ile kendi sermayesine sahip çıkmayı bilmişti. İngiltere'de Avam Kamarasını kurduran görüş, liberalizmin şairâne boyutu değil, doğrudan doğruya ekonomik ihtiyaçta kendini gösteren tüccar egoizmi olmuştu. Bu egoizmin ortaya konuşunda kullanılan slogan, her yerde geçerlilik kazanmış bir kavramı simgeliyordu.

Bu kavram: "millî irâde" idi. Cromwell'in monarşiye karşı sürdürdüğü mücadelede kullandığı temel kavram "ulusal istek" olarak değerlendiriliyordu. Bu ulusal isteğin mücadele zemini, "yuvarlak kafalılar" diye bilinen tüccar birlikleriydi. Bu birliklerle, Atatürk'ün milli mücadelede ortak hareket içinde olduğu "Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri" arasında önemli benzerlikler vardır.

İngiliz İhtilâli'ni izleyen hemen bütün önemli ihtilâl hareketleri John Locke'un gösterdiği doğrultuda olmuş ve ihtilâller kuvvetler ayrımına dayalı bir hukuk sistemi oluşturmayı benimsemişlerdir. John Locke'un ticarî liberalizmden hareketle ulaştığı siyasal liberalizmde kullanılan milli irâde kavramı bu hukuk sisteminin temelini oluşturuyordu.

Mustafa Kemal, zaman içinde bu felsefî değeri Cumhuriyet ile ilgili her inkılâbında bir manivela olarak kullanmıştır. Sakızlı Ohannes'in sistematize ettiği görüşlerin. özetini oluşturan bir yaklaşım, siyasî mücadelede kendini göstermiş ve Mustafa Kemal'in benimsediği ekonomik modelin içeriğinde temel ilke olarak yer almıştır.

§ 16. Usûl-ü Himâyeciler

Sakızlı Ohannes Paşa ve Mehmet Cavit Beyin ileri sürdüğü görüşlerin tam tersine görüşlerin sahipleri de ekonomik ve sosyal hayatta önemli isimlerdi. Ahmet Cevdet Paşanın himâyeci politika ilkelerine ilişkin görüş ve önerileri, romancı Ahmet Mithat Efendi tarafından benimsemişti. Ahmet Mithat Efendi, bu görüşleri açıklamak konusunda belki de en yetenekli kişiydi. Ekonomi Politik adlı kitabı, 1880 yılında önce Tercüman-ı Hakîkat Gazetesi'nde tefrika edilmiş; daha sonra kitap haline getirilmişti. Ahmet Mithat Efendiye göre, Osmanlı İmparatorluğunun çok çeşitli kavimlerden oluşmasıyla iktisâdî hayatta önemli gelişmeler sağlanmıştı. İmparatorluk her ne kadar askerî karakter göstermekte ise de, azınlık tüccarları eliyle genelde bir ekonomik seviyeye ulaşılmıştı. Aslında azınlık ekonomisi Ahmet Mithat Efendinin işaret ettiği ölçünün çok üstündeydi. Ahmet Mithat, "Ekonomi Politik" adlı eserinde ülke ekonomisinin sahip olduğu bu nitelikleri önemsiyor; ancak bu sermaye sahipliği ve yönetim becerilerinin kimlere ait olduğu konusunda fazla iddialı davranmıyordu.
Ahmet Mithat Efendinin ekonomik yapı ile ilgili olarak ileriye sürdüğü görüşlerin ve getirdiği önerilerin temelinde yerli sanâyinin himâyesi yer almaktadır. Bunun için çok iddialı biçimde gümrük duvarları ile koruma sistemleri önermektedir. Sanâyie karakteristik kazandırmak konusunda da görüşler ileri sürmektedir. Ahmet Mithat Efendiye göre ulusal sanâyi, "ithâl ikamesi"ne yönelik yapıda kurulmalıdır. Ahmet Mithat Efendinin ileriye sürdüğü görüşler, tek tek başlıkları itibariyle olduğu kadar bütünü itibariyle de son derece tutarlı bir düzen içinde takdim edilmektedir. Getirdiği görüşlerde bugün bile tartışılabilir nitelikler görülmektedir.

Özellikle himâyecilik politikası Ahmet Mithat'ın yazdığından yüz sene sonrasına kadar Osmanlı ve daha sonra Cumhuriyet ekonomisinde bir politika olarak kendini göstermiştir. Bu tercih, bir dönem Cumhuriyet ekonomisinin en keskin tartışma başlığı olmuş ve ekonomik modelin bu tercihin dışında düşünülmesi âdetâ imkânsızlaşmıştır.

Bu uygulama sadece devlet ekonomisi olarak kendisini göstermemiştir. Özel kesim de bu uygulama ile mutlu olmuştur. Hattâ, özel kesim "karma ekonomi" ile mutluluğunun devamı için ekonomi yönetiminin devlet elinde kalmasından yana tavır koymuştur. Bu tercih, Cumhuriyet ekonomisinde bir devlet politikası olarak benimsenmiş ve zaman içinde planlama anlayışında uzun süre uygulanan temel ekonomi politikası olmuştur.

Usûl-ü Himâye konusunda bir diğer önemli isim de Akyiğitzâde Musa Beydir. Harp Okulu'nda ve Harp Akademisi'nde öğretmenlik yapan Musa Beyin Usûl-ü himâye konusundaki görüşlerinin Mustafa Kemal'in üzerinde etkileri olmuştur. Bir yandan Harbiye'de liberal ekonomik sistemi öngören Sakızlı Ohannes Paşa'nın eğitimi, diğer yandan himâyeciliği esas alan ve Akyiğidzâde Musa Bey tarafından verilen eğitimin etkileri bir arada değerlendirilebilir. Harp Okulu öğrencileri hem liberalizmi, hem de himâyeciliği birlikte öğrenmek şanslarını elde etmişlerdir. Sakızlı Ohannes'in liberalizmi savunan eserinin yayınladığı yıl, hattâ aynı günlerde Ahmet Mithat Efendinin korumacılığı [usûl-ü himâyeyi] öneren eseri yayınlanmıştı. Bu ilgi çekici bir rastlantıydı. Aynı rastlantı 20 yıl sonra kendisini bir kere daha gösterdi. Mehmet Cavit Bey "İlmi İktisat" isimli eseriyle liberalizmi savunurken, Akyiğitzâde Musa Bey, yayınladığı "İktisat yahut İlmi Servet, Azdeği Ticaret ve Usul-ü Himâye" adlı eseriyle korumacılıktan yana savunma gerekçelerini getiriyordu.

Bütün bunların bir istibdat yönetimi altında gerçekleştirildiği dikkate alınırsa, ülkedeki ekonomik sıkıntıların akademik tartışmalar paralelinde ele alınması fazla etkili olmamamıştır denebilir. Hürriyet konusunda istibdadın getirdiği yasaklayıcı yönetim biçimi ekonomik tartışmalarda kendini göstermemiştir. Tanzimat ekonomisinin getirdiği yeni yapıda bazı konular çok ağır şartlar olarak göründü. Örneğin, bazı bankerlerden alınmış borçların vaktinde ödenmeyişinden ötürü İmparatorluk baskı altında kalmış ve hattâ bazı devletler "ihkâk-ı hak" tehdidi ile ortaya çıkmışlardır. Ekonomide böyle sıkıntılı günler yaşanırken, iktisatçıların liberalizm veya korumacılık konularında öneriler getirmesi üzerinde fazla durulmuyordu. Bütün bunların yaşandığı dönemlerde hâlâ en önemli konu, bankerlerden kredi bulunup bulunamayacağı hususu idi.

Akyiğidzâde Musa Bey, Azeri kökenliydi. Bu nedenle Usûl-ü himâye yerine "Azdeği Ticaret" deyimini kullanıyordu. "İktisat yahut İlmi Servet" isimli ikinci eserinde savunduğu görüşleri tamamen korumacılık felsefesiydi. Bu felsefî ve ekonomik değerler askerî okullarda okutulmak üzere yazılmıştı. Bir bakıma şöyle demek mümkündü. Mehmet Cavit Bey, Mülkiyede "İktisat" isimli kitabıyla liberalizmi okuturken, aynı yıllarda Akyiğidzâde Musa Bey "İktisat" isimli kitabıyla Harbiye'de "Usûl-ü himâye"yi okutuyordu. Mehmet Cavit Bey'in ve Akyiğidzâde Musa Bey'in Mülkiye ve Harbiye gibi Osmanlı İmparatorluğunun iki önemli insan kaynağında iktisat eğitimi vermesi, Cumhuriyet'e kadar uzanan bir mücadele zemini oluşturdu. İşin gerçeği şuydu ki, İkinci Meşrutiyete giderken ekonomik meselelerden çok, bir an önce özgürlüğe kavuşmak isteği önemliydi. Temel amaç, "müstebit" tarifinde isimlendirilen Padişahı tahttan indirmek ve yeniden anayasal düzen içinde yönetim örgütlenmesine gitmekti. Sonuçta Birinci Meşrûtiyet, veya daha doğru tanımla uzun istibdat dönemi sona erdirilmiş ve İkinci Meşrûtiyet ilân edilmiştir. İkinci Meşrûtiyet ile birlikte İttihat Ve Terakki kadrosu içinde yer alanların etkinliklerine göre ekonomik model uygulamalarına gidileceği beklentisinden söz edilebilirdi. Ancak umulduğu gibi olmadı. İkinci Meşrûtiyet ile birlikte iktisat son derece önemli bir konu haline geldi.

 

Yorum Yaz | Makaleyi Yazdır