Mülkiyeli Genç Kardeşime Mektubum

 MÜLKİYELİ GENÇ KARDEŞİME MEKTUBUM

 

İçimde bir sıkıntım var, sana bu mektubu yazayım paylaşayım derdimi dedim. Ne de olsa sen, Mülkiyeli kardeşim; ulusumuzun varlığını coşturan bir ilim irfan yuvasının parçasısın. Nasıl oldu da yalnız kaldım kendi ülkemde? Nasıl oldu da çevremdeki dostlarımla ayrı düştüm? 22 Temmuz seçimlerinin sonucunda “dindar Cumhurbaşkanı isteriz” diyen AKP bu isteğini elde edince bir çok dostum gibi ben de şok geçirdim. Şok geçirenlerin bir bölümü yurt dışına gideceğim dedi bir bölümü “burası benin ülkem “ diye hayıflanarak koşullara katlanacağını söyledi. Kimisi  “sonucuna katlansın dinci iktidarı getirip ülkemi karanlık geleceğe itenler” deyip köşelerine saklandı. Bazı dostlarım “asker gelir halleder” diye umutlandılar; kimi tanıdıklarım “belki halk uyanır bu sonuçtan bekleyelim” dediler; ama hepimiz evlerimize kapandık; bıraktık birbirimizle konuşmayı, hatta telefon etmeyi bile unuttuk… Hayır, unutmadık ama umursamıyoruz artık hiç bir şeyi… Hem birbirimize, hem de ülkemizin karanlık geleceğine küstük.

Kapıcılık, taksicilik, bakkallık yapan mahallemin çalışanları, arkadaşlarımı ve beni “ üzülmeyin, her işte bir hayır vardır”  diyerek bizi dinci söylemleriyle bizi teselliye uğraştılar. Üzüntümüzün nedeni ortaydı; dini manivelayla dindar halkımızı kandırarak Yeni Anayasa adındaki dincilik örtüsünü ülkemizin üzerine örtmeyi hızlandırdıklarını biz gördük dehşete düştük. Onlar akıllarını kullanamayıp sadece dinsel öğelerle yaratılmış gözlüklerinin ardından baktıkları için dehşetimizin nedenini göremeden bizi teselli için didindiler. Gerçekten içleri yana yana “her şey geçer gider, Başbakanımız Tayyip bey dahi en sonunda herkes ölecektir demişti” diyerek sınırlı sayıdaki kelimelerini kulaklarımıza fısıldadılar.

Beyin kıvrımlarında yerleşik kaderciliklerinin verdiği güçle birleştiler kederimde; taziyetlerini sunup dönüp gittiler işlerinin başına içleri huzur dolu olarak; onlar için sanki ben dostunun ölümüne ağlayan çaresiz biriydim.

Ama hepsi benim bu durumuma bir anlam veremeden giderken işlerine içlerinden “yazık neden acaba dindar Cumhurbaşkanı istediler; biz de oyumuzu AKP ye verdik… Ne var ki bunda?” diye düşünüyorlardı. Ama taksici kapısını kapattığı, kapıcı ekmek sepetini eline aldığı, bakkal parayı koyduğu kasasının kapandığını haykıran küçük zil sesini duyduğu saniyenin binde birinde beni unutmuşlardı bile.

Gene yalnızdım hem kendimle hem de onlarla. Ama kalbim sıkıştırıyordu; beynim “olmaz” diyordu ve aklım onları ve onların gelecekteki çocuklarını nasıl karanlık bir ortaçağ beklediğini bilemediklerinden içim hüzün doluyordu. Onları seviyorum, onlar can dostlarım. Onlar eğer olaylar arasında neden-sonuç ilişkisi kuramıyorlarsa bunun hesabını onlar verme sorumluluğunu taşımıyorlardı ki. Onlar davul zurna eşliğinde oğullarını askere gönderen Dünya üzerindeki tek bir milletin babaları analarıydı. Onlar kazandıkları geçim olanaklarını tevekkülle karşılayan dinsel öğeler ile şartlandırılmışlardı. Örneğin deprem sigortası mecburi olmasına rağmen mülk sahiplerinin sadece %14 ü sigortalamıştı mülklerini. Zira onlar “sigortalatamam günahtır. Tanrı ne yazmışsa kaderime onu kabullenirim” diyecek kadar aklını kullanamayan ve töresel değerleri akla tercih etmeye alıştırılmış kişilerdi.

Devlet onlar için “babaydı”; her sorunu devlet onlar için çözerdi. Onlar için Devlet demek kaymakamdı, valiydi, polisti, jandarmaydı en önemlisi Başbakandı, Cumhurbaşkanıydı. Onlara göre Devlet, yürütme erkinin sahibi hükümetti.  Onlar için Devlet denince akla sadece hükümet geliyordu. Devletin oluşması için gereken yasama ve yargı organlarının önemi yoktu. Yargı denince aklına kan davasına bakan yargıç, yasama denince işini görecek milletvekili geliyordu… Hatta Başbakan Anayasa mahkemesine kızdığında, kapıcım onu haklı buluyordu hem de yerden göğe kadar. Neymiş Anayasa mahkemesi?

AKP’li Meclis Başkanı ve Başbakan, Cumhurbaşkanı adayını seçmişler ve aklını kullanamayan adama, benim can dostuma sormuşlardı: “dindar Cumhurbaşkanı ister misiniz ?” onlar da kendi kafalarındaki beynini oluşturan malzemeye uygun davranmışlar ve Millet meclisi referandumunda  (seçiminde) oylarını AKP’ye “evet” diye vermişlerdi.  Hatta Ordu ilinin sokaklarında açız diye slogan atan seçmenler bile AKP’ye % 56 oy oranında destek vermişlerdi. Tabii ki destekleyecekler idi,: zira onlar için esas olan din elden gitmemeliydi. Şimdi bir gerçek Atatürkçünün, Sayın Bekir Coşkun’un deyimiyle “göbeğini kaşıyan adam” mı suçlu idi. Evet “görünen” suçlu o idi ama gerçek suçlular onu  “dindarlık” kisvesiyle aldatan, dindarlığın  “mefhum-u muhalifi” ile korkutanlardı.

Aniden durdum kapımı açamadım anahtarım kaybolmuş muydu? Yoksa onu bir yerde mi bırakmıştım. Öyle kalakaldım. Tabii ya korkutulmuştu kapıcım, taksicim, bakkalım. Ya dindar olmayan biri seçilseydi ya bu sonuca benim dostlarım referandumda hayır diyerek AKP ye oy vermeselerdi ne büyük günah işleyeceklerdi. 

Kimdi bu korkutucular? Kökleri neydi bu korkutucuların neydi gizli amaçları? Bu konuyu elli yıl önce Mülkiye’de tartışıyorduk. Doğrusu şimdi çok net hatırlamıyorum ama ya Amme Hukuku dersinde Prof. Yavuz Abadan yahut Anayasa Hukuku dersinde Prof. Bahri Savcı konuyu tartışmıştı. Sonsuzluğa intikal eden bu büyük Kemalistler, bu korkutucuların Osmanlı sarayının duvarlarının dışında doğup büyüyen din elden gidiyor söylemiyle yetişenlerdi demişlerdi.

Korkutucular bu söylemi o kadar ustalıkla kullandı ki birçok Sultan ile birçok Sadrazam onların düğümlediği iple boğuldular.

Padişahlar ne kadar kendilerinin mutlak hakim olduklarına inansalar da sonuç onlardan daha da mutlak bir gücün yozlaştırılmış söylemleriyle hayatlarını kaybederek iktidarın asıl sahiplerini tanıdılar. Şeyhülislamın “din elden gidiyor” fetvalarıyla nice Padişahlar ve vezirler hunharca öldürüldüler…

Korkutucular din ile siyaseti her zaman tahterevalli gibi kullanmayı kendi çıkar ve hakimiyetleri için kullana gelen yobazlar ve gerici şeriatçılar idi.

Onları sessiz sessiz destekleyen gerici gazete yazarları, ağalar, eşraftan sayılanlar ile toplumun üst  % 1 gelir gurubunda olanlar idi. Hala da öyle adları medya ya da girişimci olarak değişmiş olsa bile günümüzde.

Meşrutiyetin ilanından rahatsızlık duyan dinciler tahterevallinin sağına basarak üstüne çıktılar tüm hışımlarıyla.  İttihadı Muhammedi Cemiyetinin yayın organı Volkan gazetesinde Derviş Vahdeti’nin kışkırtmalarıyla ülkenin şeriata göre yönetilmesi isteğiyle 13 Nisanda ayaklandılar. 23 Nisan 1909 a kadar kan akıttılar İstanbul da. Özellikle subaylar ile milletvekillerini öldürdüler. Batılılaşmaya karşı olan 31 Mart vakası ilk isyandı gericilerin. Mustafa Kemalin de içinde yer aldığı Hareket ordusu tarafından bastırıldı. 

Tahterevalli silah zoruyla dengeye getirilmişti.

Tahteravallinin dengesinin bozulması  günümüze kadar devam etti.. Gericiler ile dini kuralların siyasete baskın olmasını isteyenler, devleti oluşturan 3 erkin yani yasama yargı ve yürütme erklerinin dayandığı esasların şeriat olmasını istemeğe devam ettiler. Kimi zaman Menderesin “siz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” söylemleri ve kimi zaman da Demirel’in “Türk halkının binlerce sene zarfında inkişaf ettirip getirdiği manevi kıymetleri koruyacak şekilde (kanunları)düzeltmeniz lazımdır” tarifleri ile bu siyasal liderler dincileri tahteravallinin sağ tarafında yerleştirip onlara tahteravallinin sol taraftakileri “din karşıtı hedef” bunlardır dediler. Benim kapıcıma, benim taksicime, benim bakkalıma bu hedefi gösterenler siyasal iktidar sahipleriydi, kapıcıma göre bunlar Devletin ta kendisiydi.

Bu hedef sanal bir hedef etiketiyle sunulmuştu. Ama zamanla bu hedef

alenen Atatürkçü düşüncenin özüne yani Laikliğe inananlardı. Cumhuriyetin kurucusu Büyük Atatürk bu tehlikeyi önceden görmüş ve bir devrimci olarak bunlara karşı “muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur” diyerek gençliğe, rahmetli Prof. Yavuz Abadan hocamın işaret ettiği üzere, devrim hakkını tanımıştı. Gerçekten de 1960, 1971, 1980 ve daha başka ara tarihlerde de tahteravallinin dengesi hep silah zoruyla ya da silah tehdidi ile sağlanmıştı.

Yıllardır bu mücadeleyi sürdüren gericiler Ocak 1974 tarihinde bir tarihi yanılgı sonucu Ecevit’in Erbakan ile ortak hükümet kurarak dincilere taviz vermesinden sonra büyük bir olanağın var olduğunun farkına vardılar. O da silah tehdidinin etkisizleştirilerek kendi şeriat amaçlarını gerçekleştirebilecekleri bir yol olarak Demokrasi’nin özünün çarpıtılarak kullanılmasıydı.

22 Temmuz seçimlerinde (referandumunda) kullanılan bu sözü bir özü bir olmayan demokrasi yolu kullanılmış ve Milletvekilleri seçimi yapılacağına halkım referanduma sürüklenmiştir. Referandumda sorulan soru şu idi:” dindar Cumhurbaşkanı ister misiniz?” Buna ne cevap verileceğini, sonucun ne olacağını Büyük Önder Atatürk 1934 de görmüş ve şöyle demişti:”…hedef ve hünerimiz cahil kitleyi de nurlandırarak(aydınlatarak)yolumuzda yürümek ve onu selamete çıkarmaktır. Cumhuriyetimizi, muasır medeniyet seviyesine ulaşmak isteğimizi köstekleyecek herhangi bir referanduma gitmek, yalnız cehalet değil hıyanet olur” (Cumhuriyet,18 ağustos 2007 sayfa 17).

Büyük önderin bu sözlerini anımsadığım anda sanki onun kızgın kızgın bana bağırışını duyar gibi oluverdim. Efendiler diyordu boynumuzda Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendinin “katli vacip” fetvası asılı iken, Hilafet Ordusu ve Düzce isyanları tüm halkı bizar ederken, Yunan top sesleri Ankara’dan bile duyuluyorken, umudumuzu ve inancımızı mı kaybetmiştik? Unutmayın “efendiler dahilde ve hariçteki düşmanlarımız ister çok, ister az olsun, faaliyetlerinin genişliği ne olursa olsun, kesin başarı, son başarı meşru bir amaç izleyenlerde olacaktır.” Birden görevimin ne olduğunun idrakine varmamın sevincinden adeta boğuldum evet; gericilerin bu zaferini Pyrus Zaferi haline dönüştürmeliyiz dedim ve o sırada “ağabey ver anahtarı ben açayım kapını” dediğini duyar gibi oldum kapıcımın. Ona döndüm. “yarın topla dostlarımızı artık kimse kimseyi korkutamayacak ve kandıramayacaktır. Çünkü onların metotlarını onlara karşı onlar gibi kullanıp barış içinde onlara da gerçek uygarlığın neden Batının bilimsel değerlerinde, neden insan aklında yattığını öğreteceğiz. Atamızın bizden beklediği gibi davranacağız”.

18.09.2007
Coşkun Ürünlü
 

 

 

Yorum Yaz | Makaleyi Yazdır