Şeyh Bedrettin: Toplumsal Gerçeklikte

Şeyh Bedrettin: Toplumsal Gerçeklikte

Yılmaz Karakoyunlu bugüne kadar yazdığı romanlarda Türkiye’de gün ışığına çıkmamış; fakat son derece önemli konuları seçmeye özen göstermiştir. 6–7 Eylül Olayları, Varlık Vergisi Faciası gibi olaylar Karakoyunlu’nun kitaplarıyla Türkiye’de hak ettiği ilgiye kavuşmuş ve sonrasında başka birçok yazar ve düşünürün bu konular üzerine katkılarının gelmesi gecikmemiştir. Son kitabı, Serçe Kuşun Sonbaharı ile Karakoyunlu, alışılmışın dışına çıkarak Osmanlı Dönemi’ne yönelmiş ve yine gizi çözümlenmemiş bir şahsiyet olan Şeyh Bedrettin’i konu edinmiştir. Şeyh Bedrettin’i farklı bir bakış açısıyla inceleyen Karakoyunlu, Şeyh Bedrettin hakkında bilinenlerin çok dışında bir çalışma sunuyor. Gerçekten de yakın tarihimizin, siyasal ve toplumsal olaylarını yerleşik değer yargılarını sarsacak şekilde yeniden gündeme getiren Karakoyunlu’nun bu yeni romanı yine aynı şekilde “düşünür-eylemci” hakkında farklı yaklaşım sergilemektedir.

 

Atatürk’e yapılan İzmir Suikastını, Menderes dönemini anlattığı romanlara ek olarak şimdi de tarihin derinliklerine giderek Şeyh Bedrettin olayını ele almıştır.

 

Karakoyunlu’nun bu destansı romanı Türk siyasi tarihinde çok tartışılan ve Osmanlı İmparatorluğu ile Türkiye Cumhuriyeti dönemlerini kapsayan süre içinde ilk ve son kez "mülkün adaletini gerçekleştirmek amacıyla" siyasal iktidarı ele geçirmek için padişahlığa  soyunarak Devlete isyan eden ve sürüklediği halk ile birleşerek Padişaha savaş açan mutasavvıf Şeyh Bedrettin'in aşkını, ruhsal dünyasını ve eylemlerini anlatıyor.

 

Roman üç farklı teması ile bir bütün içinde oluşturulmuş tek bir yapıya sahip. Roman’ın temelinde Bedrettin’in aşkı anlatılmakta ve bu temelde ruhani ilişkiler bir tasavvuf anlayışının harika betimlemeleri ve tanımlamalarıyla gelişmekte. Aşkın anlatıldığı bu bölümde Karakoyunlu birçok özdeyişler kullanmaktadır.  Anlatımın özünü kendisinin yarattığı bu “atasözü”  denilebilecek mükemmellikteki “kavram-cümleler” oluşturmaktadır. Bu tarz yazımın belki de en önemli etkisi romanın içeriğinin sadece zenginleştirilmesini sağlamış olması değil aynı zamanda roman kahramanlarının ruhsal zenginliklerini ve Karakoyunlu’nun kendisinin de tasavvuf dünyasını kavramada üstün bir yeri olduğunu sergiliyor olmasıdır.

 

Roman, Timurlenk ile Osmanlı hükümdarının ilişkisi ve Ankara Savaşındaki iki hükümdarın kişiliklerini karşılaştırılmasını, savaş-barış anlayışlarının özünü ve Bedrettin’in Osmanlı hükümdarına isyan etmesinin temel nedenleri sergiliyor.

 

İsyan esnasındaki roman kahramanları – savaşçıları, olaylar ve halk anlatılırken romanın epik niteliği bırakılıyor ve klasik roman anlayışındaki üslup ve betimlemelere dönülüyor.

 

Burada aynı zamanda Şeyh Bedrettin’in Padişah’a karşı önderliğini yaptığı isyana teşvik edenlerin yaklaşımlarının nedenlerinin temellerini görüyoruz. Kendisinin aynadaki yansıması olan Marie’nin isyandaki etkisinin sadece Bedrettin’i teşvik etmesi ve kışkırtıcı olması değil, Marie’in varlığının Bedrettin’i isyana ittirmesinin aslında Bedrettin’in kendisinin tavrı olduğunu görüyoruz. “Bedrettin’in yüreği yarıldı, söyleyeceklerinin her hücresine kan dolmuştu, bir kin tesiri tomurcuklandı”. Bu deyişle Bedrettin’in benliğinde insan niteliğinin hala cisimde etkin olduğunu görüyoruz. İnsandaki ilahi yapılaşmanın son merhaleye ulaşamadığını görmek aynı şekilde aynadaki iki görüntünün de Bedrettin olması, Bedrettin’in de “mükemmel”likte temel noksanlı olduğunu gösteriyor: “Bu kadının teninde kendisini bir sihirbaz maharetiyle sunacak hız, bir peygamber sabrıyla bekleyecek haz vardı…. Uzanıp Bedrettin’in dudaklarına bıraktı kendini. Cennet kapısından geçer gibi gözlerini kapattı. Marie işi erbabına bırakmayı bilirdi”. Bu tanımlama romanın gerçekliğini sağlıyor ve ayrıca epik niteliğinden uzaklaşıldığını gösteriyor. Bu ise romanı daha da gerçekçi bir atmosfere getiriyor. Bu gerçekçi atmosfer Bedrettin isyanının Tanrısallaşmış ruhsal yapının isteği değil yaşayan; “insan” yani eksiklikleri olan “yaratılmışların” eylemi olarak beliriyor. Bu nitelik öte yandan Bedrettin’in isyanının nedenini sosyal adalet,  solculuk, sosyalizm kurucusu olmak gibi günümüzde ileri sürülen saçma tanımlamalardan uzak olduğu sonucunu veriyor. Hele hele “her şey Allahın adaletine kalıyorsa mülkün adaleti ne işe yarıyor” düşüncesinin de ne kadar hayali ne kadar unsurları belli olmayan boş bir slogan olduğunu gösteriyor. İsyana kalkışmış olmanın, yani neyin niçin yapıldığının bilinmeden ve sadece ütopik bir amaçla aksiyona geçildiğini gösteriyor. Beşeri adalet isteği söylenerek isyana kalkışmanın ana temeli Bedrettin’in kendi tabiriyle “kin” duygusuna indirgeniyor.

 

Bu kin duyma olgusu ise tasavvuf dünyasında yeri olmayan bir duygu karmaşasının varlığını gösteriyor. Bedrettin artık eski Bedrettin değildir. Hakça bir düzen kurmak için Osmanlı tahtına oturmak niyeti esastır. Hakça düzen “yârin yanağından başka her şey ortaktır, ektiğin toprak senindir, diktiğin ağaç senindir”... diyerek Şeyh Bedrettin hayalini kurduğu düzenin tanımını veriyor”.

 

Diğer bir deyişle Bedrettin’in bu tür düzen arzusunu Osmanlı İmparatorluğu’nda Islahat, Tanzimat ve Meşrutiyet hareketlerinin temelinde de görüyoruz. Osmanlı ülkesinin mağrur, müreffeh ve adalete dayanan gelişiminin sağlanması düşü aslında Cumhuriyet kurulana kadar bir  hayal, bir  ütopik arzu olarak yirminci yüzyıla kadar süregeliyor.

 

Atatürk, “yöneticilerin değişmesi değil” sistemin temelinin değişmesinin gerekliliğindeki bilince varmış olmasının sonucunda toplumdaki üretim ilişkilerini devrimsel biçimde yenileyene kadar sürdürüyor. 1915’de İstanbul’un un ihtiyacının % 90’ı ithal edilirken, Fes fabrikası, Beykoz kundura fabrikasından başka hiçbir sanayii olmayan Türkiye’ye yeni bir akılcı ve bilimsel eylem getiriyor. 1923 İktisat Kongresindeki şu sözü “İtici gücü olmayan bir ülkede sanayi güçlendirilemezse ülke gelişemez” diyor. Bu inanca dayanarak ilk yaptığı iş alt yapıyı yani üretim ilişkilerini değiştiriyor ve bu değişikliği Ziya Gökalp’ın, Lenin’in deneyinden Türkiye’ye devşirdiği “Devlet kapitalizm-devletçilik” ismiyle uygulatıyor.

 

Ekonomi biliminin bir gerekliliği olarak üretim ilişkileri yani alt yapı değişince ona uyum sağlayan üst yapı yani mülkiyet ilişkileri de değişmeye başlıyor. Atatürk bu alt yapıyı değiştirmesinin yanı sıra ek olarak sosyal üst yapıyı sarsacak ve yenileyecek köklü devrimler ekliyor.

 

Türkiye’de Şeyh Bedrettin’in solculuğun ilk atası, sosyalizmin hatta kurucusu olduğunu dile getiren değişik boyutlarda yerleşik değer yargıları vardır. Bu değer yargıları 15.yüzyılın ilk çeyreğinde var olan feodal toplumdaki adaletsizlik üzerine Şeyh Bedrettin’in “Her şey Allahın adaletine kalıyorsa, mülkün adaleti ne işe yarıyor” düşüncesi ile kurulu düzene isyan hareketini başlatan olayıdır. Şeyh Bedrettin “Toprak işleyenin, su kullananındır” sloganıyla tanımlanan bir düzen kurmak istemekte ve bu düzeni siyasal iktidarı ele geçirdiği zaman uygulamaya dönüştürmeyi düşünmektedir.

 

2000’li yıllarda iktidara gelen Bülent Ecevit’te de aynı düşünce vardı. Ona göre de kuracağı düzen tıpkı Şeyh Bedrettin’in hayal ettiği gibi toprak işleyenin, su kullananın olacaktı. Ama ne var ki, kulağa hoş gelen bu sedanın olabilirliği gündeme geldiğinde Ecevit işlerliği olan hiçbir mekanizma ve alet, en azından hiçbir program veya proje getirememiştir. Bu hayallerini gerçekleştirecek araçları kuramamıştır. Tıpkı nasıl Şeyh Bedrettin’in öngördüğü hakça düzen unsurları söylenilmediği için basit bir halk isyanına dönüşmüşse ve sonu hüsranla sonuçlanmışsa Ecevit’in adil düzen ütopyası da siyasi iktidarda olmasına rağmen yürütülememiştir.

 

“Hakça düzen”, “adil düzen” söylemleri, solculuk, halkçılık gibi süslü etiketlerle yaftalansa dahi bu kavramlar bilimsel sosyalizm kurulana kadar hayal olarak binlerce kitabın içinde kütüphanelerin raflarında ütopya olmaktan öteye gidememiştir. Hele hele Ecevit’in “adil düzen”i kurmak için dünya ekonomi tarihinde var olmamış köy-kent, halk sektörü gibi garabet denilebilecek ütopik öneriler de Türkiye’ye sadece vakit kaybettirmiştir.  Yarı feodal Türkiye’de toprak mülkiyetinin toprak bütünleştirilmesi ve toprakta emek-ücret ilişkisinin kurulması için optimal büyüklükte toprak rejiminin ihdası yerine bu tür boş sloganlar Türkiye’nin Atatürk’le başlatılan batı medeniyetine ulaşma hedefini aksatmaktan başka bir sonuç getirmemiştir.

 

Romanda, Şeyh Bedrettin’in aşkı, düşünceleri ve eylemleri anlatılırken mücadelesinin temelindeki hakça düzenin bırakın tesis edilmesini, olayların gelişimiyle basit bir isyan hareketine dönüştüğünü görmekteyiz. Bu isyan hareketinin ölümle sonuçlanması tıpkı, daha önce de belirttiğimiz gibi, Ecevit’in siyasal iktidardan çok büyük bir yenilgiyle sonuçlanarak siyaset sahnesinden silinmesi ile aynı sonuçtur diyebiliriz.(*)

 

Hiçbir bilimsel yaklaşımı olmayan sadece ütopik ve biraz da insanların isyan etmek için ikna edilmesi için Marie tarafından dillendirilen ve Bedrettin’e “Aklınızdan geçen devletin düzenini kurmanız için Osmanlı’nın tahtında olmalısınız. İki kolunuz var. Sağınızda Börklüce, solunuzda Torlak Kemal… Onların hükmettikleri var, sayıları onbinleri aşmış, sadece paylaşım ve üretime dönük bir telkinin belli ki ilk adımda etkisi olacağı söylenebilir…. Halkın yüreğine iftiharlı bir mülk hayali ve imanlı bir gaza vaadi verilmesi… Bunların hepsi fakir, bunların emelleri boş, hayalleri zayıftır. Yüreklerine öyle bir iman yerleştirmelisin ki Allah için gaza ettiklerini sanacak kadar mağrur, haklarını alacak kadar cesur olmalıdırlar”. Böyle bir hayalin yapay olarak yaratılması gereğine vurgu yapılmasını söylemesi Şeyh Bedrettin isyanının da aslında hayal ve ütopik amaç için bir rüya olduğu gerçeğini ortaya çıkarıyor.

 

Bu tür ütopik dilekler birçok ütopya yazarı tarafından ve birçok padişah, kral ve hatta Ecevit örneğinde olduğu gibi başbakanlar tarafından kitlelerin uyutularak iktidara gelme nedeni olarak kullanılmıştır. Ütopik olmayan bir yaklaşımın sadece Atatürk Cumhuriyeti’nde uygulandığına şahit oluyoruz ve bu değişim AKP iktidara gelene kadar sürüyor.

 

O günün Bedrettin’in isteği ile günümüz AKP’nin “Bir dindar cumhurbaşkanı isterseniz sorunlar çözülecektir” iması ve bu tür bir hayalin yapay olarak yaratılması isteğinin aynı olması tarihin garip bir cilvesi. Buradan ötürü Bedrettin’i suçlamak, 15. yüzyılın ilk çeyreğinde söylediği dünya sisteminin düşüncesini kötülemek anlamı elde edilmemelidir. Bedrettin’i dünyada matbaanın keşfedilmeği, Rönesanssın yaşanmadığı, ulus-devlet kavramının oluşmadığı yüzyılında ilk ütopyayı yaratan ve uygulamaya çalışan bir düşünür olarak kutlamak gereklidir. Hiç unutulmamalıdır ki, Antik Yunan filozofları dışarıda bırakılacak olursa dünyanın saygıyla andığı Ütopya kitabını yazan Thomas More (1458 - 1535) Şeyh Bedrettin'den (135? - 1420) yıllar sonra doğmuştur.

 

Bu epik roman Türkiye için gerçekten bir kazanım. Bundan ötürü Yılmaz Karakoyunlu’yu kutlamak gerekiyor.


 

(*) Tarihsel açıdan Seyh Bedrettin için bknz:Halil İnalcık,Osmanlı İmparatorluğu Klasik Cağ, 1300-1600 Çeviren Ruşen Sezer,Yapı Kredi Yayınları,Istanbul Mayıs 2003, sh.196-201

 

COŞKUN ÜRÜNLÜ

06 TEMMUZ 2010 

 

Yorumlar(1) | Yorum Yaz | Makaleyi Yazdır