TARİHSEL AÇIDAN 2015 MİLLETVEKİLİ SEÇİMİNİN SONUÇLARI HAKKINDA BİR YORUM
Hükümetini ayakta tutmak için dini kullanmaya gerek duyanlar zayıf yöneticilerdir. Âdetâ halkı bir kapana kıstırırlar. Benim halkım demokrasi ilkelerini, gerçeğin emirlerini ve bilimin öğretilerini öğrenecektir.
Mustafa Kemal Atatürk
Osmanlı’nın enkazından Türkiye Cumhuriyeti’nin doğması iki büyük şahsiyetin aynı dönemde ama farklı ülkelerde var olmalarına dayanır. Birincisi Lloyd George'un Türk Kurtuluş Savaşı'ndan sonra yaptığı bir konuşmada, “İnsanlık tarihi birkaç yüzyılda bir dahi (genious) yetiştirebiliyor,” ifadesi ile tanımladığı Atatürk’tür. Gerçekten de Mustafa Kemal Atatürk’ün dehasının üstünlüğü ve Rönesans'ı özümsemiş Batı dünyasının “inanç” a değil “akıl”a dayalı yapısını idrak etmiş bir devrimci olmasıdır.
İkinci mümtaz şahsiyet ise hümanizm anlayışını içselleştirmiş bir devlet adamı ve aynı zamanda Karl Marx’ın analizlerini kendine şiar edinmiş bir düşünür ve Dünya tarihine bizzat kendisinin yarattığı ve geçerliliğini günümüzde de sürdüren yeni bir “Ekonomik Sistemi”, Devlet Kapitalizmi, anlayışı ile zorba ve dinsel unsurlarla özdeşleşmiş Çarlık rejimi dönemini kapatan Lenin’in devrimci olmasıdır.
Her iki lider de eğer devrimci (revolutionary) olmayıp inkılapçı (reformist) olsalardı ne Türkiye Cumhuriyeti doğar ne de Rusya’da Lenin'in dönemi başlayabilirdi.
Bu olayların en ilginç noktası ise Lenin'in 1917 Siyasal Devrimi ile Atatürk'ün 1920 Siyasal Devrimi’nin her iki ülkede de benzer ihtilallerin gerçekleştirilmesinin sonuçları, inanılmaz içerik ve amaçlar açısından, sanki tek bir olgu imiş gibi benzerlikleri taşıyarak doğmuş olmalarıdır.
Birinci sonuç, Çar Nikolay’ın siyasi ve dini egemenliğinin tek kişiye bağlı olması sona ermiş ve aynısı yani Padişah Vahdettin’in yürüttüğü siyasi ve dini egemenliğinin kişiye bağlılığının tarihe gömülmüş olmasıdır.
İkinci sonuç her iki ülkedeki feodal üretim biçiminin (mode of production) yerine daha üst bir üretim biçimiyle yani kapitalizmin hızlandırılması amacıyla Rusya’da Mayıs 1921 tarihinde Devlet Kapitalizmi sistemi NEP-New Economic Policy adı altında tesis edilmiştir.
Türkiye’de de Lozan Antlaşmasından önce büyük düşünür Ziya Gökalp’in yazılarıyla ısrarla istediği “Devlet Kapitalizmi” sistemi Türkiye’nin gündeminde yer almış ve 1920 lerden başlayarak fiilen uygulanmıştır. Aynı uygulama yani Devlet Kapitalizmi sistemi, ABD deki 1929 Ekonomik Buhranının çözülmesi için ABD Başkanı Rooswelt’ın NEW DEAL adı altında başladığında Türkiye’de de 1930 yılında aynı ekonomik politika sistemi isimlendirilmiş ve Etatizm –Devletçilik adıyla Anayasamız eklenmiştir.
Üçüncü sonuç Rusya’da dini otorite olan kilisenin fertler üzerine “hüküm” vermesi ortadan kaldırılmış, din kurumsal olarak etkisizleştirilmiş, herkesin “birey” olarak kendi istediği dinsel inanışlar ve bu inanışların ibadet ve inanç gereklerinin devlet sisteminin dışında var olmasıdır. Türkiye’de de Batı uygarlığındaki ülkelerdeki benzer kavram yani “laiklik” ilkesi uygulamaya alınmıştır.
Dördüncü sonuç sadece Türkiye Cumhuriyeti’nde yaratılıp uygulanmaya alınmış olan ve dünya tarihinde hiçbir ülkede var olmayan bir kamu kurumunun kurulmasıdır. Bu kurum Atatürk’ün tesis ettiği sadece Türkiye’ye has bir ek olgu olan Diyanet İşleri Başkanlığı örgütüdür. Bu Kurum’un seküler bir anlayış ile kurulmasının nedeni, din olgu ve unsurlarının objektif yaklaşımlarla açıklanarak halkın “nakle” değil “akla” dayalı yollarla inanç ögelerinin aydınlatılması amacına ulaşılmasıdır. Kısaca devlete yani Kamu Hukuku’na bağlı öz nitelik olan “laiklik” ilkesine ters düşen kişisel tefsirler, hurafeler, akla ters icazetler ve sair tarikat ilkeleri yerine halkı aydınlatma yükümlülüğünde faaliyet gösteren bir kamu birimidir.
Diğer bir deyişle Osmanlı’nın eski Mecelle Hukukuna ya da İslam Hukuku’nun belli bir mezhep inanışlarını temel alarak değil dünyada Rönesans’tan sonra geçerli olan akla dayalı anlatımlarını yürütmekle mükellef olan bir kamu kurumudur. http://www.urunlu.com.tr/86-laikik
XXX
ABD’nin İngiliz emperyalizminden 1783 yılında kurtulması ile başlayan ve 1789 Fransız devriminden sonra Rönesans devrimini geçirmiş tüm aydınlık ve uygarlığı benimsemiş ülkelerdeki kavimler birliği anlam ve yapısı millet kavramına dönüşmüş ve bu olgu geniş ölçüde uygulanma sürecine girmiştir.
“Millet” olma kavramının ihtiva ettiği nitelikler ile kavimler halinde toplanmış insan topluluklarının ihtiva ettiği nitelikler hem ’’öz’’de hem de “şekil”de farklıdırlar. Millet olmuş ülkelerdeki ‘’öz” nitelik “vatan” kavramıyla ve tek bir bayrak altında halkın kendilerini farklı kavimler etiketleriyle değil yekpare “Millet” kavramıyla yaşamalarıdır. Bu tür yapılanmaya ulaşmış milletlerde diğer bir esas ise ‘’şekil’’ nitelik olan bir meclis (parlamento) tarafından anayasal varlığı olan hukuk düzeni ile yaşamaktır.
Osmanlı İmparatorluğu’nu “Kavimler Birliği” olarak tanımlamak mümkündür. Osmanlı Devleti’nin İslam dininin belli bir mezhebine ya da bir etnik niteliğe sahip olma durumunu “Kavimler Birliği” tanımı için örnek olarak gösterebiliriz. Bunu Osmanlı İmparatorluğu’nun Padişahı ve İslam dünyasının 78. Halifesi olan Vahdettin’in ABD Başkanı Coolidge’e gönderdiği mektup ele alınarak oradaki ifadeden açıkça görebiliriz; Osmanlı devletinin Halifesi/Padişahı olan Vahdettin ABD Başkanı Coolidge’e tekrar halife olmasını sağlaması için yardım istediği mektubunda “…Hilafetin tümüyle kaldırılması…beş-altı milyonluk Türk Kavminin yetki alanı içinde değildir” diye seslenmiş olmasıdır. (1)
XXX
Kavimler Birliği kavramının Millet kavramına doğru ileri bir adım atılmasının temelinde çoğunlukla toplumun alt yapısının (üretim ilişkilerinin-mode of production) kendine has yaratacağı üst yapıya ulaşmış olmaları gerekmektedir. Bu üst yapının yani mülkiyet ilişkilerinin (propety relations) doğmasına yani o toplumun feodaliteden kapitalizme ve kapitalizmden sosyalizme ilerlemesinin sağlanabilmesi sadece ve sadece mevcut alt yapının kendi içsel dinamiklerinin (endojen faktörlerin) birbirilerini etkilemesi sonucunda bir üst düzeydeki mülkiyet ilişkilerine varmasının zaman içerisinde ortaya çıkacağı bilinen bir gerçektir.
Bu duruma varamayan kavimler ya da kavimler birliği düzeyinde kalmış olan topluluklar yani aslında Millet olamamış topluluklar kapitalistleşmiş - emperyalist - topluluklar tarafından sömürülerek yaşarlar. Buna örnek olarak Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere’nin 1838 Ticaret Sözleşmesinin imzalanması hatırlanmalıdır. (İngiltere’nin sömürgesi halinde yaşayan İslam dünyasının halifesinin Osmanlı İmparatorluğu’nun padişahlarının yönettikleri Osmanlı Kavimler Birliğinin borçlarını TC milleti ödemiştir. Yani Türkiye Cumhuriyeti Düyun-u Umumiye'ye olan borcunun son taksitini, ilk dış borcun alınmasından tam bir yüzyıl sonra, 25 Mayıs 1954' te ödemiştir. http://www.urunlu.com.tr/1-1838-ticaret-sozlesmesi)
XXX
Kavimler birliğinden “Millet” olma yolunda ilerlemenin temelinde feodal alt yapıyı kapitalistleştirmeyi hızlandıracak şekilde değiştirmek (modification) ve aynı zamanda bu değişikliğin kapitalist sistemi sosyalizme doğru devinimi (movement – precession) -sağlayacak bir temel olgu gerekmektedir.
Bu olgunun hızlandırılması için tarihten alınan ve tarihte uygulanmasının gerçekten etkin olan ögeler var olmuştur. Bu unsurların temel niteliği üretim biçiminin çalışma mekaniğini bozmayan içsel (endojen) ögeler olmalarıdır. Bu ögeler üretim biçiminin endojen-içsel- mekaniğini değiştirmeden yani reaksiyon – tepki -yerine o mekaniğin yaratacağı yeni bir üst toplum yapısının elde edilmesinin hızlandırılmasına “yardımcı etki-aksiyon” olgulardır. Bu olguların ilki Lenin’in yarattığı “Devlet Kapitalizmi” sisteminin NEP adı altında “sistem içinde” tepki yerine etki yapan bir ögenin yani DEVLET’in uygulanmaya alınmış olmasıdır.
Türkiye Cumhuriyetinde Lozan antlaşması imzalanmadan önce Lenin’in Devlet Kapitalizm sistemi kabul edilmiş ve bu kabule ek olarak da exojen (dış) faktörler yani Batı uygarlığının vardığı Rönesans’ın yarattığı çağdaş sosyo-kültürel yapılanmalar örneğin harf inkılabı, kadın haklarının tesisi, ceza ve medeni hukuk olguları dinsel ögelere bağlı olmayan Batıdan alınan çağdaş laik nitelikli hukuk ögelerinin mevcut düzene eklenmesidir. Bu çağdaş unsurlar Türkiye Cumhuriyeti için ihtilalci yaklaşımlarla topluma monte edilmiştir. Bu yaklaşım ne Karl Marx’ın öğretilerinde ne de Lenin’in ne eserlerinde ne de fiili uygulamalarında var olmayan sosyo-ekonomik kurumlar ve kavramları bir exojen faktörler dizisi olarak Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Devlet Kapitalizmi düzeninin yanına eklenmesidir.
XXX
Atatürk, Ziya Gökalp aracılığıyla istenilen devleti endojen bir unsur olarak yani devleti bir “müteşebbis” olarak piyasa mekanizmasının merkezinde yer almasını kabul etmiştir. Aynı zamanda ekonominin alt yapısı olan feodal yapıdan kapitalist aşamaya ilerlemede zaman faktörünün çok önemli olmasının gerçeği karşısında, toplumu bir üst seviyeye dönüştürmenin etkisini ve sonuçlarını elde edene kadar Batı’daki bir çok çağdaş üst yapı uygulamalarını Cumhuriyet sisteminin temeline katmıştır.
Diğer bir deyişle, çağdaş yapılanmaları Türkiye Cumhuriyeti’ne getiren Atatürk feodal toplum yapısından kapitalist yapıya sadece Devlet Kapitalizmi sistemi ile gerekli “zaman”ı kısaltarak bir an önce varılabileceğini müdriktir. Atatürk exojen faktörlerin toplumu kapitalist yapıya dönüştürmede yardımcı olamayacağının yani alt yapının sadece endojen faktörlerinin etkisiyle üst yapının değişmesini sağlayacağını ispat edercesine bir yandan endojen faktör olan Devlet’i (kamu kuruluşunu) Devletçilik ilkesi adıyla ithal etmiş ve exojen faktör olan sosyo-kültürel faktörlerin yani Rönesans’ın özünü Türkiye Cumhuriyeti toplumuna ek olarak taşımış olmasıdır. Bunu gerçekleştirmekle Batı Uygarlığının temellerinin atılmasına ilişkin Devlet Kapitalizmi’nin ekonominin içsel yapısına ana köşe taşının yanına sosyal ve kültürel faktörlerin eklenmesiyle Ziya Gökalp’in istediği Türkiye için ekonomik “mucize” tamamlanmıştır.
XXX
Bu yeniliklerin başarılması Avrupa'da 14-15 inci yüzyılda yaşanan Rönesans’ın sadece Türk milletine taşınmış olması anlamına gelmemiş ayrıca dünya İslam tarihinde uygarlık yaklaşımının tanınması sağlanmıştır. Gerçekten de Ceza Hukuku’nu İtalya’dan, Ticaret Hukuku’nu İsviçre’den, Medeni Hukuku Fransa’dan iktibas edilmesi ve Latin harflerinin kabulü ile ağırlıkların, metrelerin ve miladi takvimin kabul edilmesi gibi unsurlar ve olgular İslam dünyasında da yer almışlardır.
XXX
Günümüzdeki Türkiye Cumhuriyeti toplumunun vardığı düşünce aritmetiğinin düzeyi, insan haklarına saygı seviyesi, kültürel yapısı, Türkçenin kendine has özelliğine kavuşmuş olması, Arapça ya da Acemce dillerinden aktarılan, yabancı kelimelerin çağdaşlaştırılması kısaca Türklerin Batı dünyasının hemzemininde yaşıyor olmasının tesis edilmesi çok önemli bir zaferdir. Bu durum aslında Lenin’in yarattığı Devlet Kapitalizmi sistemi formülünün Ziya Gökalp aracılığı ile Türkiye Cumhuriyetinin temel sistemi olarak alınması ve bu sisteme Kemalizm’in içerdiği öz olgular yani çağdaş Batı uygarlığındaki üst yapı devrimlerinin eklenmesi son derece olumlu sonuçlar ile Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısının çimentosu olmuştur.
XXX
Ama ne var ki her ne kadar alt yapının değişerek kapitalizme ulaşılana kadar üst yapı da yaratılan kültürel ve hukuksal ögeler Türkiye Cumhuriyeti’ne Rönesans’ı taşınmasına yardımcı olmasına rağmen, bu üst yapıda zaman zaman duraklamalar olmuştur.
Kemalist Türkiye’de bu duraklamalar üç kez ortaya çıkmış ve Kemalizm’in ilerlediği çağdaşlık patikasında sarsıntılarla vakit kaybına neden olmuşlardır. Aslında Marx’ın belirttiği gibi insanlığın feodalizmden kapitalizme kapitalizmden sosyalizme gidişatın üst yapı darbeleriyle önü kesilemeyeceği gerçeği karşısında kaybedilen öz değil, sadece kaybettiren aktörlerin toplumun çağdaş Batı dünyasından geriye doğru gitmeleri sonucuna neden olan duraklatmaların müsebbibi olmuşlardır.
Bunun en güzel örneği her üç duraklatmalarda da aynı olan bir olgunun tekrar tekrar gündeme getirilmiş olması ve Kemalist sistem ile Rönesansın ''laiklik'' anlayışının darbelenmesine neden olunmasıdır. Bu olgu Arapça harfleriyle Arap dünyasının temellerini korumak ve zaman içinde oluşacak Atatürkçü gelişmelerin yerleştirilmesine karşıtlık üç dönemde de uygulanmıştır. İlk uygulama İzmir İktisat Kongresinde yani Lozan Anlaşması imzalanmadan önce Kazım Karabekir tarafından dile getirilmiştir: ‘’… Bizim İslam harflerimiz yeterli değilmiş dolayısıyla Latin harfleri alınmalıymış… Bu harflerin değiştirilmesinin bugün dünya üzerinde yaşayan üçyüzelli milyon ehl-I İslama ait olduğunu söyledikse de onlar anlaşılmaz şekildeki harflerin kabülü noktasına yürüdüler … Böyle fikirler içimize girmesin. Bütün İslam alemini üzerimize hücum ettirir ve kendi aramızda birbirimizi yeriz… ‘’
İkinci uygulama 14 Mayıs 1950’ de iktidara Menderes’in gelmesinden bir ay sonra 16 Haziran 1950’ de ezan arapça okutulmaya başlanmıştır.
Bir ve ikinci dönemdeki islam anlayışının geri getirilmesine neden olan harflerin Latinceye çevrilmesi engellenmesi isteği ve ezanın Türkçe’nin konuşulduğu bir ülkede Arapçaya dönüştürülüp uygulanması ve üçüncü dönemdeki uygulamada Arapçanın ilkokullarda ögretilmesi, din derslerinin zorunlu hale gelmesi gibi olaylar ile Kemalizme karşı artan duraklatmalar uygulanmıştır. Diğer bir deyişle ülkemizde birinci duraklatma Atatürk’e düzenlenen İzmir suikastı vakasıyla ortaya çıkmış, ikincisi 1950-1960 döneminde yaşanmış ve üçüncüsü 2000’li yıllardan başlayarak Başkanlık sisteminin gerçekleştirilmesine doğru yol alma döneminde yaşanmıştır.
Birinci duraklatma “Üç Aliler Divanı” tarafından mahkeme kararı olarak sonuçlandırılarak “Çağdaşlık Patikası”ndaki ilerlemeye devam edilmiştir.
İkinci duraklatma 1960 askeri darbesiyle kurulan Yassıada mahkemesi kararı olarak sonuçlandırılarak Batılılaşma treni yoluna devam etmiştir.
Üçüncü duraklatma ise 2000’li yıllardan başlayarak 2015 milletvekilleri seçimine kadar devam etmiş ama seçimin ortaya çıkardığı sonuç yeni bir seçimi gündeme davet etmiştir. Bunun sonucu olarak cumhuriyet işlemez bir demir yığını halini almıştır.
XXX
Birinci dönemde Kemalizm’in temeli olan (ismi konulmadan/ özü uygulanan) Devlet Kapitalizm sistemini eski İttihatçıları desteklemişlerdi. Bu destek sayesinde Ziya Gökalp’in istediği ekonomik mucizenin yeşermesini sağlayan ve Cumhuriyet Hükümetlerinde aktif görev alan bu siyaset adamları 1926 yılına gelindiğinde, Atatürk’ü öldürmek istekleri belirdi. Atatürk’ü suikast ile öldürmek istemelerinin nedenleri şunlar idi:
1- Türkiye Cumhuriyetini kaldırmak
2- Padişahlık sistemine dönmek
3- Padişah’ı tek adam olarak Devlet’in reisi yapmak
4- Padişahın Halife unvanını ona geri vermek
5- Hilafetin Osmanlı sülalesinde bırakarak ülkeyi Hilafet sistemi ile yönetmek
6- Meclisi Mebusan’ın feshine yetkiyi halifeye(padişaha) tanımak
XXX
İkinci ve üçüncü dönemlerdeki duraklatmaların en önemli sebebi Kemalist Devlet Kapitalizmi (state capitalism) sisteminin yok edilmesidir. Bu dönemlerin her ikisinde de uygulanan laissez-faire, laissez-passer sistemini uygulamaları yani Kemalist Devlet Kapitalizmi sistemi yerine Kapitalizmin (private capitalism) uygulanmasıdır. Ayrıca her iki dönemde de uygulanan sistemlerin aynı olması alınan sonuçların da aynı olmasını tevlit etmiştir.
Her iki dönemde de asıl nedenlerden birincisi olan Devlet Kapitalizmi sisteminin terk edilip özel kapitalizm sistemine dönülme amacı aynıdır.Ama ikinci dönem ile üçüncü dönemde öngörülen amaçlar farklıdır.
XXX
İkinci dönemde;
1- Devlet Kapitalizmi sisteminden çıkmak,
2- Bu amaca ek olarak Osmanlı devletinin sosyal ve hukuksal temellerini yani 14-15. yüzyıl Rönesans’ından önceki üst yapı olgularını (hukuk- kültür- nakle dayalı yaşam nitelikleri gibi) ve yaşam tarzına geri dönmektir.
Üçüncü dönemde ise ortaya çıkan olgular;
1- Devlet Kapitalizmi sisteminden çıkmak,
2- Osmanlı devletinin yapısı olan kavimler birliğini tamamen “Sünni Müslümanlar Kavimler Birliği” olarak maddeleştirmek için,
3- “Çözüm süreci’’ni savunarak ilk fırsatta fiilen Osmanlı Kavimler Birliğini canlandırmak,
4- Bu birliğin bütünlüğünü halifelik kavramını geçerliliğe kavuşturmak için önce “Başkanlık “sistemini elde etmek,
5- Rabia işaretini yapmayı şiar edinmek,
6- Kutsal kitabımızı sandıklama sistemine oy toplamak için anahtar olarak kullanmak,
7- Osmanlı dönemindeki geçerli sosyal ve hukuksal temellerin yani 14-15. yüzyıl Rönesans’ından önceki üst yapı olgularını (hukuk- kültür- akla dayanmayan yaşam nitelikleri gibi) geri getirmek için,
8- Halkın dinsel kanaat ve inançlarının siyaset amacı için kullanmaktır.
XXX
Duraklatma dönemlerinin en önemli sonuçları ekonomik yapının dayandığı temeller ile ortaya çıkan sonuçlardır. İkinci dönemdeki ekonomik gelişmelerin günümüzdeki üçüncü dönem verilerinin birbirilerine benzer durumda olduğu dikkat çekici sonuçlardır.
Gerçekten de örneğin ikinci dönemdeki ekonomik verilerin sonuçlarına bakılacak olursa üçüncü dönemin verilerinin hemen hemen aynısı olduğu görülecektir. İkinci döneme ayrıntılı bakacak olursak şu bilgileri görürüz: https://tr.wikipedia.org/wiki/Adnan_Menderes
“1950-1954 yıllarında Türkiye ekonomide kalkınma dönemine girdi. Bu dönemde serbest piyasa ekonomisine geçişe hız verildi. Yabancılara petrol arama ve çıkarma izni verildi. Yabancı sermayeyi teşvik yasası çıkarıldı. Marshall Planı'nın da katkısıyla ülkede yeni sanayi tesisleri kuruldu. 1955 yılında ekonomide tıkanmalar başlamıştı. Dış borçlar giderek artıyordu, ödeme dengesi bozulmuştu, döviz girişi yeterli değildi. Bu durum ülkede çeşitli sıkıntılara neden olmaya başladı. 22 Kasım 1955 yılında toplanan DP Meclis Grubu izlenen ekonomi politikaları ilerledi.
Menderes 1957 seçimlerinden sonra İstanbul'da imar çalışmalarına ağırlık verdi ve Barbaros Bulvarı, Büyükdere Caddesi, Vatan Caddesi, Millet Caddesi ve Edirne Asfaltı (şimdiki E-5 otoyolu) yollarını açtı
Menderes iktidarlarının önceki döneminde alınan borçların geri ödenememesi ve dış ticaret açığının çok artması yüzünden 1958 yılından itibaren Türkiye ekonomisi zorluklar yaşamaya başladı.
Türkiye 600 milyon dolar dış borcunu ödeyemeyeceğini açıklayarak moratoryum (borçların ödenemeyeceği ve yeni bir ödeme planına bağlanması ilanı) ilan etti ve IMF ilk stand-by anlaşması imzalandı.
Menderes, liberal ve dışa açık bir iktisat görüşüne sahipti, özel girişime geçmiş iktidarlara göre daha fazla serbesti tanıdı.
Ekonomik girişimleri önceleri toplumun yoksul kesimini mutlu etti, ancak uzun vadede ekonominin dengesi bozuldu.
Menderes, en çok eleştiriyi, dışa bağımlılık politikaları yüzünden almıştır. Tek parti döneminde kurulan bazı traktör ve basma fabrikaları Menderes döneminde özelleştirildi veya ekonomik olmadıkları için kapatıldı.
Menderes'in iktidarı döneminde, İsmet İnönü döneminden beri Türkçe okunan ezan, yeniden Arapça okunmaya başladı. İlk olarak CHP hükümetinin 1948 yılında kurduğu imam hatip kursları imam hatip liselerine dönüştürüldü, bunların sayıları arttı.
Menderes bazı çevreler tarafından irticayı hortlatmakla ve oy avcılığıyla suçlandı. Eleştirilen bir diğer nokta ise, Türkiye'nin dış politikada NATO ile birlikte hareket etmesi ve Cezayir'in kurtuluş savaşı sırasında Fransa'nın iç meselesi olduğu görüşünün benimsenip 1958 yılındaki Cezayir'in bağımsızlığı oylamasında çekimser oy kullanılmasıdır.
Adnan Menderes, CHP ve Hürriyet Partisi'nin birleşme çabası karşısında DP'liler 1957 seçimlerinden önce seçim yasasını değiştirerek partilerin ittifak yapmasının önleyen maddeler eklendi ve DP'den istifa eden Fuad Köprülü'nün başka bir partiden milletvekili seçilmesini engellemek için partisinden istifa eden bir kişinin 6 ay geçmeden bir başka partiden milletvekili olamayacağı şeklinde bir hüküm kondu. 1959 yılında ABD'ye bir gezi yaparak ilave maddi kaynaklar isteyen Menderes'e, artık Marshall Yardımı fonlarının bitmek üzere olduğu hatırlatıldı ve istekleri reddedildi. 1961 seçimleri öncesinde İskenderun Demir-Çelik, Seydişehir Alüminyum, Keban Barajı ve İstanbul Boğaziçi Köprüsü gibi tesislerin temellerini atmak isteyen Menderes, yakın arkadaşı ve bakanı Dr. Lütfi Kırdar'ı nabız yoklamak için Sovyetler Birliği'ne gönderdi. Sovyetler Birliği'nin konuya olumlu yaklaşması üzerine, Menderes de Temmuz 1960 yılında Moskova'ya giderek, orada kredi anlaşmalarını imzalamaya karar verdi.
Bir başka gerginlik ise 9 Mayıs'ta Menderes hükümetinin ABD ile yaptığı ikili anlaşmaları meclisin kabul ettiği oturumda yaşandı. Muhalefetin milletvekilleri ABD ordusunun doğrudan veya dolaylı bir saldırı karşısında Türk topraklarına gelmesi gibi hükümlerin yer aldığı ikili anlaşmalara karşıydılar ve böyle anlaşmaların hiçbir Avrupa ülkesi ile yapılmadığının altını çiziyorlardı.”
XXX
Yukarıda sözünü ettiğimiz, ikinci dönemde beliren veriler Üçüncü dönemde de Devlet Kapitalizmi sistemi terk edilerek private kapitalizme dönüşün sonuçlarına bakacak olursak değerli düşünür Soner Yalçın’ın köşesinden şu benzer olguları görürüz:
‘’İç borç: 50 yıda 95 milyar dolar idi; 12 yılda 212 milyar dolar oldu.
Dış borç: 50 yılda 130 milyar dolar idi; 12 yılda 372 milyar dolar oldu.
Cari açık: 50 yılda 63.7 milyar dolar idi; 12 yılda 399 milyar dolar oldu.
Kişi başına düşen borç: 1.963 dolar idi 12 yılda 4.900 dolara çıktı!
Dünyada kendine yeten 6 ülkeden biri olan tarım cenneti Türkiye; buğdayından samanına, karkas etinden lob etine, sütünden peynirine kadar ithal ediyor
Kemalist Devrim, Aşar Vergisi yüzünden parasız, tohumsuz ve hayvansız kalan köylüye 4 bin lira ve ayrıca; tohum, fidan, hayvan verdi.
Köylüye ilk on yılda 1 milyon 77 bin 526 dönüm arazi dağıttı. “Tarım Kredi Kooperatifleri ”, “Tohum Islah İstasyonları”, “Toprak Mahsulleri Ofisi” vb. kurdu. Zirai Donatım Kurumu, çiftçinin tarım aleti araçları ve gübre ihtiyacını sağladı. Dalaman ve Ankara’da Gazi Orman Çiftliği gibi numune çiftlikler açtı.
Türk tarımına can veren; Ziraat İşleri Genel Müdürlüğü, Zirai Mücadele Genel Müdürlüğü, Hayvancılığı Geliştirme Genel Müdürlüğü, Gıda İşleri Genel Müdürlüğü, Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü, Su Ürünleri Genel Müdürlüğü, Toprak Su Genel Müdürlüğü vs. kapatıldı.
Süt Endüstrisi Kurumu, Et Balık Kurumu, Zirai Donatım Kurumu, TÜGSAÇ, TİGEM; TEKEL, ÇAYKUR, TMO, YEMSAN, SÜMER-BANK, şeker fabrikaları hangisini yazayım güzide kuruluşlar özelleştirme adıyla üç kuruşa satıldı.
Gübre ve tohum ithalat edilmeye başlandı. Özellikle sebze tohumluğunda dışarıya bağımlı hale gelindi. İthal mısırdan (modifiye genetik) şeker ithali için pancar ekimi bile yasaklandı! Sularımız, topraklarımız satıldı.
IMF ve Dünya Bankası’nın, “tarıma desteği kaldırın” diretmesine boyun eğildi.
33 milyon dönüm verimli toprak, tarım arazi olmaktan çıkarıldı. Her 5 köylüden 3’ü haciz kıskacı altına sokuldu.
Sonuçta, tarımsal ürün miktarı azaldı ve tüketim dış alımla karşılanır hale geldi.
1980’li yıllara kadar Avrupa tarım ürünleri ithalatçı idi. Fakat geliştirdikleri insan sağlığına zararlı GDO’lu “endüstriyel tarım” ile gereksinimlerinin çok üstünde üretim yapmaya başladılar. Stoklarını dolduran bu ürünleri satmak zorundaydılar. Bunun için, Dünya Borsa fiyatlarını çevre ülkelerinin çok altına düşürmek gibi çok oyunlar yaptılar. Bunu destekledikleri vasat iktidarlara yutturdular.
İşte Türkiye’de tarımın yok edilmesine sebep bugün marketlerde sıklıkla gördüğünüz endüstriyel tarımsal ürünlerdir!
Hangisini yazayım; imalat sanayiyi mi, bankacılığı mı?
Erdoğanların, Davutoğullarının yaptığı restorasyon budur. Elbirliğiyle Türkiye’yi çökertiyorlar.’’
(Soner Yalçın , Sözcü Gazetesi , Gizli Ajanda , 28 Ağustos 2014)
XXX
Diğer bir yazar İsmail Şahin şöyle yazıyor:
Özelleştirmeler yoluyla Türkiye’nin en büyük kamu kuruluşları satıldı. Stratejik öneme sahip çok sayıdaki kuruluşta uluslararası şirketler söz sahibi oldu.
2005’te TÜRK TELEKOM’un yüzde 55’i Arap sermayesi Ojer Telekom’a, TÜPRAŞ’ın yüzde 51’i 4.1 milyar dolara İngiliz Shell- Koç ortaklığına satıldı. 2006’da PETKİM’in yüzde 51’i 2 milyar dolara Azer Socar’a, TEKEL’in 6 adet sigara fabrikası 1.7 milyar dolara Hollanda merkezli British&American Tobacco’ya satıldı. TEKEL’in içki bölümünü 2003’te alan yerli Mey, 3 yıl sonra aldığı fiyatın 2,5 katına hisseleri ABD’li fon TPG’ye devretti. Fon 5 yıl sonra Mey’i özelleştirdiği fiyatın yaklaşık 10 katı fiyata İngiliz Diageo şirketine sattı.
ASLAN PAYI YABANCI YATIRIMCILARIN
TÜPRAŞ’ın yüzde 14.76’sı, THY’nin yüzde 26’sı, PETKİM’in yüzde 25’i, Halk Bankası’nın yüzde 17’si, Telekom’un yüzde 9’u borsada yabancı yatırımcılara satıldı. Ayrıca AKP hükümeti döneminde kamunun sahip olduğu limanlar, elektrik dağıtım şirketleri, araç muayene istasyonları ve fabrikalar özelleştirme ihaleleri yoluyla yabancıların eline geçti. Öte yandan, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu da el konulan bankaların sahiplerine ait şirketleri de yabancı yatırımcılara sattı. TELSİM’i İngilizler, Digiturk’ü ihalesiz Katarlılar alırken, Fon’un elindeki radyolar, fabrikalar vb. İşletmeler yabancı yatırımcıların oldu.
BANKALARIN YARISI YABANCILARIN
Son 13 yılda yabancı şirketler başta kamu kuruluşları olmak üzere, finanstan enerjiye, sağlıktan eğitime, perakendeden gıdaya kadar birçok sektörde ağırlığını artırdı. Bankacılık sektörünün yüzde 50′si, sigortacılık sektörünün yüzde 70′i yabancı şirketlerin kontrolüne geçti. İlaç pazarında hali hazırda 106 yabancı şirket var ve pazar payları yüzde 70 düzeyinde. Akaryakıt sektöründeki yabancıların payı yüzde 65, doğalgazda yüzde 15 olurken, 2008’de sıfır olan elektrik piyasasındaki yabancı sermaye payı, yapılan özelleştirmelerin ardından yüzde 20 seviyesine çıktı.
İşte yıl yıl yabancıya ve yandaşa peşkeşin listesi
2003
KAYSERİ’deki Taksan, Bolu Gerede’deki Gerkonsan, SEKA’nın Balıkesir, Afyon, Kastamonu, Aksu ve Çaycuma işletmeleriyle Taşucu tersane alanı, TEKEL’in kaya tuzu tesisleri, Çeşme, Kuşadası, Trabzon ve Dikili limanları, Sümer Holding’in Merinos Halı Markası ve Adıyaman İşletmesi, Türkiye Zirai Donatım Kurumu’nun Sakarya işletmesi, İş Bankası C, Arçelik, Tofaş, Ünye Çimento ve Türkiye Kalkınma Bankası’na ait kamunun elindeki hisselerle 277 adet taşınmaz, 103 arsa ve 90 adet lojman;
2004
TEKEL’in alkollü içkiler bölümü, Eskişehir Doğalgaz Şirketi (Esgaz), Artvin Murgul ile Kastamonu Küre’de bakır madeni çıkarıp işleyen Eti Bakır, Sivas ve
Malatya’daki Divriği Hekimhan Maden İşletmeleri, Bursa Doğalgaz Şirketi (Bursagaz), Amasya Şeker Fabrikası, Kütahya Tavşanlı’daki Eti Gümüş, Elazığ’daki Eti Krom, Antalya’daki Eti Elektrometalurji işletmeleri, Çayeli Bakır İşletmeleri, Kütahya Şeker Fabrikası, Türkiye Gübre Sanayi şirketine ait Gemlik ve İstanbul’daki fabrikaları ile Kütahya Gübre Varlıkları ve Şanlıurfa depoları arazisi, Sümer Holding’in Malatya, Bakırköy ve Diyarbakır işletmeleri, SEKA’nın Karacasu, Ardanuç ve Akkuş işletmeleriyle Ankara Alım Satım Müdürlüğü binası, EBÜAŞ’ın Samsun Soğuk Hava Deposu, Manisa Kombinası ve arsası, Sümer Holding’e ait Ortadoğu Teknopark şirketi, Çanakkale Deri, Malatya ve Tümosan işletmeleri, Türkiye Demir Çelik İşletmeleri’ne ait Kalkınma Bankası hisseleri, TEKEL’in Tuzluca ve Sekili tuzlaları, Bursa İnelgöl’deki Kibrit Fabrikası, Kadadeniz Bakır İşletmeleri’nin Samsun İşletmesi, Türkiye Denizcilik İşletmeleri’ne ait Ankara ve Samsun feribotları, THY’nin 126 milyon dolarlık hissesi ile 375 adet taşınmaz ve lojman;
2005:
TÜRK Telekom, TEKEL’in sigara bölümü, İstanbul Ataköy Turizm, Ataköy Otelcilik, Ataköy Marina ve Yat İşletmeleri, Konya Seydişehir’deki Eti Alüminyum Fabrikası, Kıbrıs Türk Hava Yolları şirketi, Adapazarı Şeker Fabrikası, Türkiye Deniz İşletmeleri’nin Karadeniz ve Turan Emeksiz gemileri ile şehir hatları hizmetleri ve gemileri, TEKEL’in Kristal Tuz Rafinerisi ile Kağızman Tuzlası, Sümer Holding’in İstanbul İmar Şirketi, Beykoz İşletmesi, makina ve teçhizatları, Türkiye Gübre Sanayi’nin Samsun Gübre Fabrikası ve Ordu Fatsa ile Tekirdağ depoları, DSİ, Bayındırlık Bakanlığı ve Karayolları’nın Kayseri Erciyes’teki sosyal tesisleri, Sümer Holding’in Aselsan’daki hissesi, Sarıkamış ve Tercan işletmeleri, Yeşilova Halı ve Battaniye Fabrikası, Emekli Sandığı’nın Kuşadası Tatil Köyü ile İstanbul Hilton Oteli, THY’nin USAŞ’taki hissesi, TOPRAŞ ve PETKİM’deki kamu hisselerinin bir bölümüyle 120 taşınmaz ile 41 adet arsa;
2006
TÜPRAŞ, Erdemir, Başak Sigorta ve Başak Emeklilik, TEKEL’in Kayacık, Yavşan ve Kaldırım tuzlaları, TEKEL’in ikiz kuleler olarak bilinen Ankara Başmüdürlük Binası ve Bodrum tesisleri, Emekli Sandığı’nın başkentteki Büyük Ankara Oteli ve Kızılay Emek İşhanı, İzmir’deki Büyük Efes Oteli, İstanbul’daki Büyük Tarabya Oteli, Türkiye Denizcilik İşletmeleri’nin Yakıt-2 gemisi, Çanakkale Şehir Hatları Hizmetleriyle 9 gemisi, THY’ye ait kamu hisselerinin bir bölümüyle 350 adet daire, arsa ve taşınmaz;
2007
TCDİ- Deveci Maden Sahası İşletme Hakkı, TCDD Mersin Limanı, KGM İstanbul Levent Arsası, Sümer Holding- BUMAS, Araç Muayene İstasyonunun 1.-2. bölgesi, Emekli Sandığı Mülkiyeti Bursa Çelik Palas Otel, Türkiye Halk Bankası, 245 adet daire, arsa ve taşınmaz;
2008
Petkİm Petrokimya Holding A.Ş., Sümer Holding NİTRO-MAK Makine Kimya Nitro Nobel Kimya Sanayi A.Ş.’nin yüzde 33.5 hissesi, Tekel ve Sigara Sanayii İşletmeleri ve Ticareti A.Ş., Ankara Doğal Elektrik Üretim ve Ticaret A.Ş.’nin 9 santrali, Tekel ve Sigara Sanayi İşletmeleri’ne ait Pipo ve Nargile Markaları, Türk Telekomünikasyon ve 196 adet daire, arsa ve taşınmaz;
2009
TEDAŞ Başkent Elektrik Dağıtım A.Ş., TEDAŞ Sakarya Elektrik Dağıtım A.Ş., TEKEL Kastamonu Jüt İpliği Fab. Makine ve techizatı, TEDAŞ Konya Meram Elektrik Dağıtım A.Ş. ve 140 adet daire, arsa ve taşınmaz;
2010
TCDD’nin Samsun ve Bandırma limanları, TEKEL’in Çamaltı ve Ayvalık tuzlaları, Eskişehir Osmangazi, Çamlıbel, Uludağ, Çoruh, Yeşilırmak ve Fırat elektrik dağıtım şirketleri, Sümer Holding’in Antalya Barit ve Mersin Taşucu işletmeleriyle 205 adet daire, arsa ve taşınmaz;
2011
Bayburt, Çemişgezek, Girlevik, Bünyan, Çamardı, Pınarbaşı, Sızır, İznik, Dereköy, İnegöl, Cerrah, Mustafakemalpaşa, Suuçtu, Çağ Çağ, Otluca, Uludere, Adilcevaz, Ahlat, Malazgirt, Varto, Değirmendere, Karaçay, Kuzuculu, Turunçova, Finike, Kayadibi, Besni, Derne, Erkenek, Kernek ve Kovada 1-2 akarsu santralleri, İskenderun Limanı, Trakya Elektrik Dağıtım şirketiyle 195 adet daire, arsa ve taşınmaz;
2012
ACISELSAN’ın yüzde 77 hissesi, PETKİM’in yüzde 10 hissesi, Kayseri Elektrik’in yüzde 20 hissesi, Beykoz’daki iskele ve rıhtım, Halk Bankası’nın yüzde 24 hissesiyle 192 adet daire, arsa ve taşınmaz;
2013
Galataport, Hamitabat Elektrik Üretim ve Tic. A.Ş., İstanbul Anadolu Elektrik, Boğaziçi Elektrik, Toroslar Elektrik, Araslar Elektrik, Dicle Elektrik, Vangölü Elektrik, Seyitömer ve Kangal Elektrik Santralleri, Yeditepe Beynelmilel Otelcilik ve Turizm Tic. A.Ş.’nin yüzde 15 D grubu, yüzde 11 E grubu hissesi, TEDAŞ’ın Tekirdağ, Muğla, Bilecik, Düzce, İstanbul, Denizli, Kocaeli’deki çok sayıda taşınmaz;
2014
Milli Piyango’nun şans oyunlarının özelleştirilmesi ihalesi 2015 yılına sarktı. Kemerköy ve Yeniköy Termik Santralleri, Kemerköy Liman Sahası. Yatağan Termik Santrali, TEDAŞ, TDİ ve Maliye’nin çok sayıdaki taşınmazı;
XXX
Hem ikinci hem de üçüncü dönemde aynı olan temel problem endojen faktör olan Devlet Kapitalizm sisteminin yıkılmasının yanında Kemalist Rönesans’ın unsurları olan exojen sosyo-kültürel olguların yok edilmeleri çabalarının etkileri ne yazık ki önemli kademeler ile “geriye dönüş” hızlanmıştır. Her ne kadar Marx’ın saptadığı bilimsel gerçek olan feodaliteden kapitalizme kapitalizmden sosyalizme yürüyen merdivenin “durdurulamaz” oluşundan dolayı bu geriye dönüş eninde sonunda “nakle” dayalı değil “akla” dayalı Türk toplumunun yaratılması engellenemeyecektir; yani bu aydınlığa ilerleyiş önü kesilemeyecek olan mukadder bir gidişattır.
XXX
Aslında ikinci dönemde Nursi’nin söylediği şu idi: Türkiye Cumhuriyeti Devlet’inin “resmi dini İslamiyet olmalı, hükümet şeriatın koruyuculuğunu yapmalıdır”.
Ağustos 2013 yılında Bitlis İmam Hatip Okulunun adı Said-i Nursi okulu olarak değiştirilmiş ve yine Ağustos 2013 tarihinde Isparta Valisi Said-i Nursi’nin sürgün edildiği evinin şimdi Devletin parasıyla restore edildiğine ait sevinç demeçleri vermekteydi.
2015 genel seçimleri ile Türk milleti, özellikle gençlerimiz Cumhuriyetin getirdiği Rönesans’ın ögelerinden uzaklaşmaların arttığını ve bir takım çağdaş olgulardan vazgeçilip gerilere dönülerek ciddi bazı kayıplara duçar kaldığını algılayarak üçüncü dönemi seçim sandıklarına attıkları oyları ile sonlandırmışlardır.
XXX
Üçüncü dönemin sonlandırılmasının kökeninde yatan diğer önemli faktörler şunlar olmuştur:
1-Kemalizmin temelindeki aydınlanmayı idrak ederek onun ilkelerini savunup halk ile özdeşleşip bütünleşen örgütsüz ve lidersiz Gezi Parkı Gençliğinin akıl temelinde “Sistem İçi” Devrimi gerçekleştirmesidir.
Osmanlı Devletinin kuruluşundan Gezi Parkı direnişine kadar geçen yüz yıllar içinde Gençliğin davranışına ilk kez halkın simgesel katılmasının vücut bulmuş olmasıdır. Halkın bu simgesel katılışının maddesel görüntüsü tencere tava olurken gençliğin simgesi “Duran Adam” allegorisi olmuştur.
Bu aslında dünya tarihinde oluşmuş demokratik ve özgürlük allegory temellerine dayanan endojen barışçıl bir “sistem içi” devrim kavramına dayanarak hareket edilmesinin somutlaşmasıdır. http://www.urunlu.com.tr/101-sistem-ici--devrim--taksim-gezi-parki-gencligi
2- Milletvekillerini seçme özgürlüğüne sahip 18 yaşından başlamak üzere tüm gençler eğitim aldıkları öğretim merkezlerinde yazılı bilimsel öğretim belgelerinin yanında özel zamanlarını dolduran sosyal medyanın (facebook, twitter, instagram) yanında yer alan “akıllı telefon” teknolojisini kullanmaktadırlar.
Onların kullandıkları en büyük “olanak” ise “internet” aracılığı ile dünyadaki tüm gelişmeleri izleyen gençlik hele hele Rönesans’ı geçirmiş Batı dünyasındaki uygarlığı tanımayı doğrudan öğrenebilecek yabancı dil bilen gençler ülkemizde Batı kültürel gelişiminin öğrettiği ilkeleri esas alarak düşünce ve eylemlerinde oylarını kullanmaktadırlar.
Bu yaklaşımlarındaki “öz”ün sonucu olarak 1990’ lı yıllarda doğmuş olan gençler 2015 deki seçim tercihlerini mutlak iktidar anlayışını sona erdirmek için kullanmışlardır; onların HDP ‘ye oy vermesi ve HDP’nin bölücü temalarına katlanmak bahasına, yani bölücülük ihtimalini göze alarak, Rönesans öncesinin renklerini ve toplum yapısı taşlarının basübadelmevt olmalarını engellemişlerdir. Diğer bir ifade ile bu gençler Türk toplumundaki Kemalist rejimi kurtarmak amacıyla “usul demokrasi” kavramını uygulayarak ülkemizde “süreç demokrasi” sistemini 1950-1960 dönemindeki benzer kesinti mekanizması yerine sandıklara oylarıyla taşımışlardır. http://www.urunlu.com.tr/77-demokrasi-ve-akp
XXX
Ülkemizdeki bazı çevreler bu seçimin gösterdiği sonucun ihtiva ettiği önemi ve ortaya çıkan olgunun iç yapısını görememektedirler. Onların beyin kıvrımlarında donmuş ögeler 21. yüzyıla gelememiş orta çağ karanlığının bataklığındaki normlardır ve onlar bu normlara sadakatlerini sürdürmekte hatta ısrarcı olmaya devam etmektedirler.
Bu “değerleri kendinden menkul” zat-ı muhteremler TV’lerde kendi konuşmalarının neyi ifade ettiğini dahi bilmeyen bilim dışı söylemlerini bilimselmiş gibi seslendirdikleri abeslikle malul cümleler kurarak “nasihat” vermektedirler. Örneğin bu zat-ı muhteremlerden biri TV programcısı olan bir hanıma karşı ciddi ve yukardan bakar tarzda seslenerek “fetva” serdederken “oral seksin haram olup olmayacağını “ dinsel kavramlarla konuşurken hanımefendinin kahkaha atarak “siz neler söylüyorsunuz” demesi Kemalizm’in karşısında bu Ortaçağ yaklaşımının anlamının kaybolduğunun ispatıdır.
Aslında 2015 yılında yani üçüncü dönemin bitiş yılında atılan bu kahkaha her geçen yıl, her geçen ay, her geçen saat ve her geçen saniye bu kafayı taşıyanların karanlık dehlizlerde kendi kendine yaşadıklarının ispatıdır.
XXX
İkinci dönemin iktidara geldiği ilk günlerde o zaman ki “şeriat isteriz” diyenlerin önderi olan Said-i Nursi’yi Menderes’in Afyon’a gidip yanına alıp gezilere çıkmasıyla anti-Kemalist ivme başlatılmıştı. Said-i Nursi’nin yaşadığı Emirdağ’da Nurcular tarafından hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı, yeşil bayrak açılarak zamanın başbakanı karşılanmıştır.
2015 seçimlerinde de CHP lideri “biz de Müslümanız bize de oy verin “ mealinde söylemlerde bulunurken, AKP eski Genel Başkanı da kutsal kitabımızı havaya kaldırarak bize oy verin imasını kullanmıştır.
Ama ne var ki yabancı dil bilen ve ayrıca internet ve android alet ve edavat kullanan genç nesil ısrarla Kemalizm’in çizdiği Batı Uygarlığı şosesinde yürümekte ve önlerinde yükselen Uygarlık merdivenin Gezi Parkı basamaklarında direnerek durmaktadırlar.
Kısaca ne bir kol saati ne bir masa saati hiçbir saat bir an geriyi değil geleceğe doğru akrep ve saniyesi ile yol alır. Uygarlık gelişiminin rotası insan yaşamı gibidir hiçbir güç bir insanı geriye götürüp bebek yapamaz.
Toplumlardaki gelişim insanın gelişimi gibi durdurulamaz ve din adına kişiliğinin vasfını gösteren etikete sahip bir kimsenin Kutsal kitapta var olmayan haram/helal kavramları gibi bilimsel olmayan “hükümlerin” renklerini ifade etmesi boşuna bir çabadır.
XXX
Günümüzdeki gençlik, Türkiye Cumhuriyeti için olağanüstü önemli bir gelişme örneği olarak belirmiştir; bu gençlik bir bakıma Kemalizm’in esaslarının her geçen sürede daha da öne çıktığını ve yerini sağlamlaştırdığının ispatının delili olmuştur.
Atatürk, gençliğe Kemalizm’in olgularının ya da etkilerinin durdurulması halinde nelerin vazifeleri olduğunu belirtmiştir. Bunun dayandığı düşünce sisteminin temelinde büyük önder Atatürk’ün 27 Ağustos 1926 tarihinde sonuçlanan İzmir suikastının neticelendirilmesinden bir yıl sonra 20 Ekim 1927 tarihinde yayınladığı Gençliğe Hitabesi’ndeki şu kavramların çiğnendiğinin saptanması halinde gençliğin vazifesini ifa etmesini öngörmekte olduğu şu temel ögelere dayandırılmaktadır:
“Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir… memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir. İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”
XXX
Atatürk çağdaş önder olarak Türkiye’nin temeline Laiklik ilkesini getirmiş ve TC‘nin temellerinden biri olan bu anlayış hakkında şunları kaydetmiştir:
“Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanın emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünce ve tefekküre karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz, kasten ve fiile dayanan bağnaz hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere fırsat vermeyeceğiz.”
“Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre sahip olmak, seçtiği bir dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hakim olunamaz."…
“Hükümdarlar, kendilerini mevhum bir kuvvetin mümessili tanırlar ve bundan zevk alırlar. Fakat onların etrafındaki menfaatperestler, bunu din kisvesine büründürerek bütün milleti iğfale, idlale çalışırlar. Nitekim şimdiye kadar çalışmışlardır. Bu gibilerine mürteci ve hareketlerine de irtica derler.
“Fetvâ ile veyahut şu ve bu gibi telkînlerle milleti irticâya sevk etmek isteyenlerin yeri zindan olacaktır.”
“Unutulmamalıdır ki milletin hâkimiyetini bir şahısta yâhut sınırlı sayıda şahısların elinde bulundurmakta menfaat bekleyen câhil ve gâfil insanlar vardır.”
‘’Kralların ve padişahların istibdadına dinler mesnet olmuştur. Krallar, halifeler, padişahlar etraflarını alan papazlar, hocalar tarafından yapılmış teşviklerle, ilâhî hukuka istinat etmişlerdir. Hâkimiyet, bu hükümdarlara Allah tarafından verilmiş olduğu nazariyesi uydurulmuştur. Buna göre, hükümdar, ancak Allah'a karşı mesuldür.”
“Bizi yanlış yola sevk eden habisler, biliniz ki çok kere din perdesine bürünmüşlerdir...Bizim dinimiz en tabii ve mâkul dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması lâzımdır. Bizim dînimiz bunlara tamamen uygundur.” …
“Hükümetini ayakta tutmak için dini kullanmaya gerek duyanlar zayıf yöneticilerdir. Âdetâ halkı bir kapana kıstırırlar. Benim halkım demokrasi ilkelerini, gerçeğin emirlerini ve bilimin öğretilerini öğrenecektir. Batıl inançlardan vazgeçilmelidir. İsteyen istediği gibi ibadet edebilir. Herkes kendi vicdanının sesini dinler. Ama bu davranış ne sağduyulu mantıkla çelişmeli ne de başkalarının özgürlüğüne karşı çıkmasına yol açmalıdır” ...
“En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır.” …
“Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz.”
XXX
Türkiyenin saygın bilim adamlarından Avrupa Bilimler Akademisi ile Amerikan Bilimler Akademisi’nin ilk Türk üyesi olan, ulusal ve uluslararası 31 adet şeref payesi sahibi Prof. Dr. A.M.Celal Şengör, 9 Haziran 2015 tarihinde verdiği bir mülakatta yazdığı yeni kitabı ile ilgili olarak ülkemizin genel durumu ve görünümünü şöyle ifade etmektedir: http://www.sozcu.com.tr/2015/gumdem/ortalama-kultur-duzeyi-afganistan-seviyesinde-854616
Soru: Bu kitabı çıkarmanızın sebebi nedir?
Cevap: Türkiye’nin büyük sıkıntılarından bir tanesi gerçek değerlerini tanıyamıyor olması. Bir sürü aptalı akıllı zannediyor. Bir sürü cahili alim zannediyor. Buna mani olabilmek ve küçük bir katkıda bulunabilmek istedim. Bunu okuyan insanlar ya bir dakika diye düşünürler diye ümit ediyorum. Türkiye’de yalancı bir entelektüel grubu var. Bilhassa halkı bunlara karşı korumak lazım.
- Türkiye’de yalancı entelektüel grup kim?
İsim olarak değil sınıf olarak vereyim. Gazeteciler, üniversite profesörleri, politikacılar, sanatçılar arasında var. Bunların unvanları var. Gazeteyi okuyun bugün: Türkçe kalmadı; Türkçe yazmayı bilen adam yok. Bir felaket. Sanatçı diyorsun kaç tane uluslararası büyük sanatçımız var. Bir, iki tane belki. Türkiye’nin ortalama kültür düzeyi Afganistan’dır. İran, Türkiye’den çok daha medeni bir yer. Türk halkı kravat takıp, Mercedes’e binip kadınları ve kızları bikini giyince kendisini medeni zannediyor. Sen vahşisin. Artık farkına varalım! Bu kitabı onun için yazdım. Atatürk’e ihanet edildi. Anadolu’nun kültürsüz zavallı köylüsüne laf anlatacaksın. Zorla yaptırtacaksın bazı şeyleri.
- İmam hatip okulları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bir zehirdir… Hemen kapatılmaları lazımdır. Bu okullar çocuklara yirmi birinci yüzyılda Ortaçağ’ın bile gerisinde zırvalık kültürü öğretiyor. En kalitesiz zümre politikacılardır Türkiye’de.
- Dünyada daha kaliteli biz de daha mı kötü politikacılar?
O kesin. Almanya Angela Dorothea Merkel’e bak Başbakan olarak bir de Ahmet Davutoğlu’na. Gece ile gündüz gibi. Angela Dorothea Merkel, Almanya gibi bir yerde fizik doktoru. Kadın Avrupa’yı parmağında döndürüyor.
- Peki Türkiye kimin parmağında dönüyor diye sorsam…
Çok görgüsüz, çok zavallı bir nüfus var. O nüfusa hitap ediyor AKP. Çünkü AKP’nin içerisinden gelenler de onların içeresinden geliyor. Bunun trajedisi ise yüzde 40’ın dışında kalanların bir araya gelememesidir. Gelseler başa getirmeyecekler AKP’yi, o yüzde 40’ın tedavisini yapacaklar zaman içerisinde. O zaman şuna geliyoruz: Türkiye’de gerçek entelektüeller yok. Veya sayıları o kadar az ki hiçbir şeye yaramıyorlar. Bence AKP, parti olarak yaptığı şeylerin yüzde 80’inin farkında değil. Çünkü çok cahil bu adamlar. Aralarında üniversite görmüş adam yok (malum Türkiye’deki üniversiteleri ben üniversiteden saymıyorum). Bunlar kendi dinlerini bile bilmiyorlar…
-Sürekli bir korku yaratılıyor. Sizin kitabınızda ok önemli eleştiriler var, korkmuyor musunuz?
Hayır korkmuyorum, çünkü ben askerim. Benim içeriye atılmam öldürülmem vız gelir tırıs gider. Ben silah ve bayrağa el basarak canımı vereceğim bu ülkeye diye yemin ettim. Ben yeminime sadığım. Benim bugünkü silahlarım kalemimdir, kitabımdır, konuşmamdır. Onun için silahımı sonuna kadar kullanırım…
-Sizin durduğunuz yerden Türk halkı nasıl görünüyor?
Benim bugünkü ortamda görebildiğim şu: Türk halkı batmak istiyor. Tarih böyle toplumlarla dolu.
-Türkiye’yi neler bekliyor?
Çok kötü. Üç taraflı bir iç harp görüyorum. Kürtler, yobazlar ve modernler olarak. Türkiye parçalanacak. Ümit ediyorum kültür zenginliklerimiz bir şekilde korunur. Sonunda da elimizden gelip alacaklar buraları. Fetih gününü kutladılar, ben bir yazı yazdım onun hakkında. Bunu kutlarken Fatih’in hatırasını rencide etmeyin dedim, ettiler. Fatih niye büyük adamdır hiçbirisi bilmiyor. Bunlar Atatürk’ün Çankaya Köşkü’nü ne hale getirdiler. Oysa ki ülke olarak doğduğun yer orası.
XXX
Aslında Profesör Şengör’ün düşüncelerindeki önemli olgu İmam hatiplerin yaygınlaştırılması ve çocuk nüfusunun “brain wash” denilen zihninde akla dayalı olmayan “NAS” unsurları yerleştirilmesinin ima edilerek hatırlatılmasıdır. Şengör’ün AKP’nin yaptığı imam hatip olgusunun önemini yanında ileri sürdüğü hem önemli hem çok tehlikeli unsur olan “Üç taraflı bir iç harp görüyorum” demesidir.
XXX
Bu mülakatta bir bilim insanının görüşlerini belirttikleri fertler Türkiye seçmenleri değil 2015 yılındaki seçmenlerin seçtikleri vekillerin oluşturacakları siyasal iktidarın dayanacağı ilkelerin Kemalist ilkeler mi yoksa laik Türkiye Cumhuriyetinin Misakı Milli Sınırlarının kaldırılarak “Kavimler Birliği”ne dönüşmeyi sağlamak amacıyla İslam bayrağı altında Halifelik/Başkanlık sistemine doğru yol açma ittifakı anlayışı temelinde bir siyasal iktidar mı teşekkül edecektir endişesini taşımakta olduğu dikkat çekmektedir. Zira “üç taraflı bir iç harp” için çalışacak bir iktidarı mı yoksa bunu engellemek azmi ile bir Kemalist çağdaş ülke oluşumunun tahrip edici hücrelerin ana bedene zarar verememesi için bir yeni kök hücre bu bedene enjekte mi edilecektir sorusu şu güne kadar karanlıkta kalmıştır.
XXX
Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk milleti denir” anlayışı daha düşünce durumunda iken hem din ögesiyle kışkırtılan hem de İngiliz emperyalizminin Halife-Padişah sisteminin yani kavimler birliği ve bu birliğin tek hakimi mutlak olan Halife yönetiminin devam ettirilmesi için ayaklanmalar başlatılmıştır. Kemalist “Millet” anlayışına karşı gelmeleri için yani “İslam Bayragı altında Kavimler Birliği” basübadelmevt (resurrection) oluşumu ile tek hakim-i mutlak olan Halifenin iktidarının devam ettirilmesi ve millet anlayışının engellenmesi için bu ayaklanmalar uzun süre devam etmiştir. Bu ayaklanmaların temelinde milli mücadeleye karşı gelmeleri ve Padişah/halife yanlısı olmalarıdır. Bunlardan bazıları şunlardır: Ahmet Anzavur İsyanı: Kuva-yı İnzibatiye (Halifelik Ordusu) Bozkır-Zeynelabidin İsyanı gibi isyanlar Milli mücadeleye karşı çıkan isyanlardır:
Bu isyanların dayandığı temel olgu halifeliğin temsil ettiği “İslam Bayrağı Altında” kavimler birliğinin tekrar canlandırılması ve bu din unsurunun genel anlamından daha ileri gidilerek özel bir unsura yani belli bir “mezhep” anlayışına dayanarak millet yaratılmasının engellenmesi çabaları Mustafa Kemal’in dirayeti sayesinde yok edilmiştir. Kısaca bu isyanların temel nedeni hemen hemen her başkaldırışta aynıdır; yani , kısaca Atatürk’ün millet anlayışını yıkarak “İslam Bayrağı Altında” kavimler birliğinin mutlak Başkan’ı olan Din lideri halifenin tek adam anlayışı ile devam ettirilmesi sürdürülmüştür.
Bu ısrar zaman zaman tekrarlanmıştır. Hatta “din birliği sistemi içinde tek adam idaresi ” fikrini Atatürk’ün en yakınları olan Refet Bele, Rauf Orbay, Kazım Karabekir gibi dava arkadaşlarının bile kalplerinde Mustafa Kemal’in 1908 yılında söylediği laik ve demokratik Osmanlı “millet” i düşüncesinden çok uzaktadırlar. Onlara göre, Padişahın İstanbul’da esir olarak yaşadığı ve “Anadolu mücadelesinin Müslüman Osmanlı halkı ile saltanatının kurtarılmasına yönelik bir mücadele” olduğuna inanmaktadırlar. Bknz: http://www.urunlu.com.tr/83-ummetten-millete
Hiç unutulmamalıdır ki Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasındaki ikinci “öz” yapı halifeliğin ortadan kaldırılmasıdır. Halifeliğin ortadan kaldırılmasının iki sonucu olmuştur. Birincisi Osmanlıda olduğu gibi İstanbul’da oturan halifelik makamı dünyadaki tüm Müslümanların din anlayış ve kuralları açısından Papa gibi İslam’ın temsilcisiydi. Ne var ki bu temsilcilik Arapların Birinci Dünya Savaşı’nda ve Sevr’in imzalanmasında yer alan Hicaz Krallığı’nın (Suudi Arabistan) Osmanlıya karşı gelmeleri açısından önemi kalmamıştı. Hatta Mekke ve Medine’yi yöneten Hicaz Krallığı Sevr Antlaşmasını Hristiyan devletler ile birlikte imzalayan halifeliğe bağlı(!) Müslüman bir krallıktı.
XXX
TC’ yi yönetme arzusu ile çırpınan bazı saygıdeğer siyasetçiler kişisel otoritelerini Osmanlı devletinde olduğu gibi ön planda tutmakta ve Anayasa değişikliğiyle Türkiye’yi ABD sistemine benzer olarak yeni bir tek adamlı kongre sistemi ile yönetimini sürdürmek istemektedir.
Avrupa’da kuvvetler ayrılığı sistemi yürürlükte iken kadim (ancient) dönemden kalma kavimler birliğine dönmek demek yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin tekleştirilmesi anlamına gelecektir. Bunun yanı sıra İslam Dininin belli bir mezhebinin yürütücüsü olana Halifelik makamının yeniden yaratılması gündeme monte edilmiş olacaktır.
Günümüzde ki Hristiyan devletlerin eski Osmanlı halifesi gibi bir makamın Türkiye’de yeniden tesis edilmesini destekleyecekleri aşikardır. Eğer Türkiye Cumhuriyetindeki Fransız parlamento sisteminin Atatürk tarafından TBMM’ne monte edilmesi yerine 1908 Osmanlı Meclis-i Mebusan’a benzer bir parlamento ve Devlet Başkanlığı sistemi tesis edilmesini bazı çevreler düşünülebilirler. Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanlığı makamının Amerikan başkanlık sisteminin yozlaştırılmış şekliyle (yani Amerikan kongre sistemi dışında) monte edilmesi yani zayıf bir parlamento yapısı yanında güçlü bir devlet başkanlığı sisteminin ilan edilmesinin Batılı sömürgeciler tarafından kesinlikle kabul edileceği aşikardır.
Böylelikle bu tür başkanlık sisteminin halifeliğe dönüştürülmesi için hiçbir engel kalmamış olacaktır . Aslında Başkanlık sisteminin günümüzde alenen ortaya sergilenmesi ve özellikle siyasal iktidar kanalıyla sıcak gündem maddesi olarak her an tartışmaya konu edilmesi 2015 seçim sonuçlarının Anayasa’mızın değiştirilmesine yol açacak şekilde sonuçlanmamasından ötürü şimdilik engellenmiş olmaktadır. Ne var ki yeni bir parlamento yapısı sağlamak için yeniden bir genel seçim yaptırılacak olursa siyasal iktidar Anayasa’mızı değiştirerek Başkanlık sisteminin yaratılmasını sağlamış olacağını değerli bir yazarımız 7 temmuz 2015 tarihindeki köşesinde şöyle ifade etmektedir. :http://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/bekir-coskun/geri-vitesi-yok-879070/
Çünkü; Türkiye’nin derdi bir koalisyonun kurulması ve ülkenin yönetilmesi ise… Bunun derdi koalisyonun kurulamaması ve ülkenin yönetilememesidir…Kürsüye çıkıp bu sefer “Ben size koalisyonla olmaz dedim” diyerek yeniden ülkeyi seçime götürmesi…Böylece hâlâ 400 milletvekilini yakalamayı umuyor… Tabii ki “başkan” olmayı…Türkiye’nin en büyük sorunudur; partiler arası uzlaşmayı sağlaması gereken Cumhurbaşkanı’nın bizzat kendisi…Orada oturduğu sürece demokrasinin işlemesi olanaksızdır…“Cumhurbaşkanı’nın sınırları içine geri çekilmesi” diye bir şey olamaz…Geri gitmez…Şarampole ittireceksiniz dursun orada…Geri vitesi yok…
XXX
Burada üç hususu hatırlatmak gerekmektedir. Birincisi Türk milletinin çoğunluğunun Batının çağdaş bilgi düzeyine göre her ne kadar düzeyi düşük olsa da onun olguları kavramada bin yıllık bir aklıselime dayalı sağduyu sahibi olduğu bilinmektedir. Türk milletinin tarihten gelen bu önemli özelliğini Atasözlerimizi tekrar ele alacak olursak bu tezimizi ispat etmekte olduğu aşikar hale gelmektedir. Dolayısıyla bin yıllık sağduyunun gereği olarak bir kez otoritesini kaybetmiş bir siyaset önderi tekrar eski düzeydeki görüntüsünü elde etmesi son derece zordur; yani tek başına iktidar olma olasılığı artık düşmüştür.
İkincisi ister kapalı ortamlarda ister açık toplantılarda ileri sürülen oy almak için ifadeler arasına kutsal kitabımızın oy toplama anahtarı olarak kullanılması olgusu da seçmenleri etkilememiştir; yani kutsal kitabımızla istenilen sonuç alınamamıştır. Bunun nedeni dünyevi durumların dinselleştirilerek farklılaştırılamayacağı seçmen tarafından gösterilen davranış ile ispat edilmiş olmaktadır.
Üçüncüsü ise halkımız, İstiklal savaşımızda Dinin temsilcisi ve Devletin Başkanı olan Halife ordularına değil Mustafa Kemal Atatürk’ün ordularına katılmış olması hatırlanmalıdır. 2015 yılındaki milletvekili seçiminde bu o kadar açıktır ki halkımız muhalefet partilerinin zayıf olduğu bir ortamda dahi oylarını iktidar partisinden başka partilere çevirmiştir.
Muhalefet partilerinden biri ekonomik sistemlerden Atatürk’ün sistemini idrak edememiş (devlet kapitalizmi) ‘’yeni bir ekonomik model arıyoruz’’ derken, diğer bir muhalefet partisi ise ‘’6 Ok’u yeniden yorumlayacağız’’ demektedir. Yani iki muhalefet partisi de çok zayıf söylemlerde bulunmalarına rağmen siyasal iktidar gene de oy kaybetmiştir.
XXX
Atatürk, milli mücadelenin kahramanı ve Türk Devleti’nin önderi olarak yeni Türkiye’nin benimsemiş olduğu ekonomik sistemi dünyaya duyurmak amacıyla İzmir İktisat Kongresi’ni toplamıştır.
Bu toplantının temelinde 23 Nisan 1920 de kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi toplantı salonun duvarındaki “Milli Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” cümlesinde yer alan "millet” kavramının ihtiva ettiği unsurların özünün kimlere öğretilmesi ile bu unsurlara karşı gelen ya da yok etmek amacıyla düşünce ya da eylem bazında hareketlere tevessül edenlere ders olarak 18 Şubat 1923 tarihinde İzmir iktisat Kongresini açmıştır.
Bu Kongrede Dünya emperyalizminin korsanlık ve köle ticaretiyle zenginleşen İngiltere Krallığı 1922 yılında İngiliz halkının emperyalist yaşantısının dayandığı 458 milyon insanın yani o yıldaki dünya nüfusunun beşte birinin mutlak hakimi idi. Dünyanın toplam toprak alanı olan 33,700,000 km2 toprağa yani dünyanın toplam toprak alanının dörtte birine sahipti. Emperyalist İngiltere’nin bu duruma gelmesinin nedenleri kullandığı savaş gücü ve askeri zorlamaları vasıtasıyla dünya pazarlarını ele geçirmiş olması ve Osmanlı gibi feodal ya da yarı feodal alt yapılı ülkelerin pazarlarına endüstriyel mallarını satarak, bu kavimler birliği halinde yaşayan geri kalmış ülkeleri sömürmesidir.
İngiliz emperyalizmi silah gücüyle Osmanlı Devletini parçalamıştır. Bu parçalanmayı Sevr Antlaşmasıyla hukuki duruma getirmek istemiştir. Bu antlaşmayı Osmanlı Kavimler Birliğinin üyesi olan Hicaz Krallığı (Suudi Arabistan) dahi imzalamış ve Atatürk’ün NUTUK’ta belirttiği gibi Halife Vahdettin de onaylamıştır.
Sevr antlaşmasını Atatürk ret ettiği için Emperyalist İngiltere, Yunan ordusunu İzmir’e çıkartmış ama Atatürk Yunan ordusunu 9 Eylülde Ege Denizi’ne dökünce kesintiye uğramış olan Lozan Konferansı ikinci kez toplama süreci içine girmiştir. Kısaca bu ikinci toplantıdan önce Atatürk;
1- "Millet" in yaratılmasının dayandığı ilke ve kurallarını saptamak amacıyla,
2- Sevr Antlaşmasını neden ret ettiğini emperyalist ülkelerin başında yer alan İngiliz Krallığına,
3- Bu krallığın yerli muhiplerine, ve
4- Halife Vahdettin'e
5- İttihat Terakki yobazlarının "halife efendimizin kursaklarımızda ekmeği var “diyen çağdaş dünyanın laiklik ilkesini ret eden zadeganlara bir ders vermek için Lozan Konferansı kesintiye uğradığında İktisat Kongresini toplamıştır.
Bu kongrede Türkiye'nin dayanacağı sistemin özünü belirtmiştir. Bu sistemin ana temelini şöyle ifade etmiştir:
"Programlarımızın ilkesi şu iki esastır:
1- Tam Bağımsızlık
2- Kayıtsız Şartsız Ulusal Egemenlik
Birinci ilkenin ifadesi Misak-ı Millidir.
İkinci ve hayati olan ilkenin beyanı, Anayasa’dır."
XXX
Gerçekten de ülkemiz, Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan günümüze kadar geçen sürede “Kemalizmin Aydınlığı” nın temelini korumuştur.Bu korunan durum zaman zaman sarsılsa da aydınlanmayı kesintiye uğratan kişi veya olgular sahneden ayrılırken bu ayrılışın temelini oluşturan öz Atatürk’ün Kurduğu Yeni Türkiyenin özü olarak uyguladığı çağdaş uygarlığın ögelerinin yani batının çağdaş değerlerinin, cumhuriyetin yapısına bir kök hücre olarak yerleştirilmesinden ileri gelmektedir. Bu kök hücre günümüzde de etkinliğini göstermiş olmaktadır. Diğer bir deyişle bu kök hücrenin sistemden kaldırılmasının yeni keşif ve icatlarla Türkiye Cumhuriyetini eski kavimler birliğine döndürme çabaları mümkün değildir.
Bu olgu Mustafa Kemal Atatürk’ün İzmir İktisat Kongresinin açılış konuşmasındaki şu hüküm cümlesinde açıkça beyan edilmiştir:
‘’ Yüce heyetinizin bugün yapmış olduğu Türkiye İktisat Kongresi çok önemlidir. Çok tarihidir. Nasıl ki, Erzurum Kongresi felaket noktasına gelmiş olan bu milleti kurtarmak kadar önemlidir. Misak-ı Milli Teşkilat-ı Esasiye kanununun temel taşlarının atılması kadar önemlidir. Buna sebep olan, etkili olan, teşebbüste bulunmuş olan bundan dolayı milli tarihimizde en kıymetli yüksek hatırayı kazanmış olanlar kadar önemlidir…” (2)
Coşkun Ürünlü
28 Eylül 2015
===================================
(1) Hilafet veya Halifelik; İslami siyâsî ve hukukî yönetim makamına ve yönetime verilen isimdir… İslam peygamberi Muhammed’in ölümünden sonra makam bir süre daha bir yönetim biçimi olarak varlığını sürdürmüş olsa da zamanla daha çok İslami bir toplum veya İslam Devleti` ni vurgulamak için kullanılan bir terim olmuştur. Bknz: http://www.sozcu.com.tr/2014/genel/hilafet-nedir-halife-nedir-isid-hilafet-ilan-etti-544803/
(2) Bu konuşmanın tam orijinal metni için bknz:
http://www.urunlu.com.tr/146-1923-turkiye-iktisat-kongresi-acis-konusmasi-mustafa-kemal-ataturk
Konuşma metninin günümüz Türkçesine çevrilen aşağıdaki bölümleri için Edebiyat emekli öğretmeni Sayın Çetin Akçay hocamıza hem kendim hem de genç okuyucularım adına teşekkür ediyorum.
===================================
“Efendiler;
Uzun gaflet ve derin ilgisizlikle geçen yüzyılların ekonomik yapımızda açtığı yaraları tedavi etmek ve çarelerini aramak, memleketi(vatanı) imar edilmiş(işlenmiş), milleti bolluk içinde, mutlu olmaya ulaşma yollarını bulmak için yapılacak çalışmalarımızın başarıyla sonuçlanmasını temenni ederim…
Bir milletin, doğrudan doğruya hayatıyla alakadar olan, o milletin ekonomik durumudur. Tarihin ve tecrübenin çoğalttığı bu gerçek, bizim milli hayatımızda ve milli tarihimizde tamamen meydana çıkandır. Hakikaten Türk tarihi incelenirse yıkılma sebeplerinin iktisadi meselelerden başka bir şey olmadığı derhal anlaşılır…
Bir milletin yaşama gücünün sebebi, bolluk, varlık ve rahatlık içinde yaşanmasıdır. Mutluluğunu var edecek olan iktisatla meşgul olmaması, iktisadın dikkatini çekmemesi, rahatını bozmak istememesidir. Söylemek zorundayız ki iktisadi yaşantımıza gerektiği kadar önem vermemiş bulunuyoruz. Bir milletin hayatını devam ettireceği sebeplerle meşgul olmaması ve meşgul ettirilmemesi, o milletin yaşadığı asırlar ile o yılları, şüpheye meydan vermeyecek şekilde inceleyen tarih ile ilgilidir. Bunun sebeplerini, geçtiğimiz yıllarda, özellikle tarihimizde arayabiliriz. Şimdiye kadar gerçek manasıyla, milli bir devir yaşamadık. Dolayısıyla milli bir tarihe sahip olamadık…
Biliyorsunuz ki Osmanlı Devleti, şahsi hükümdarlık ve en son beş on sene zarfında da miras olarak kalmış gayri menkul esasına dayanılarak hükümet ediliyordu. Şahsi hükümdarlık, her hususta, yalnız tüccarların arzu, emel ve iradeleri altındadır…
Son anlattığım durumda, artık Osmanlı Devleti istiklalden yoksun bir hale getirilmişti. Bir devlet ki kendi milletine koyduğu vergileri yabancılara koyamaz; bir devlet ki gümrükleri için vergi düzenlemesinden ve diğer haklarının tanziminden men edilir, bir devlet ki yabancılar üzerindeki haklarının uygulanmasından mahrumdur. O devlete bağımsız denilemez…
Osmanlı ülkesi yabancıların sömürgesinden başka bir şey değildir…
Tam bağımsızlık için şu kural var: Milli egemenlik iktisada hakim olmakla sağlamlaştırılır. Bu kadar büyük gayretler, bu kadar kutsal, büyük hedefler kağıt üzerinde kurallarla, arzu ve hırslarla sonuçlandırılamaz. Bunların eksiksiz meydana gelmesi için tek kuvvet, en kuvvetli temel iktisadi bağımsızlıktır. Siyasi ve askeri zaferleri ne kadar büyük olursa olsun isktisadi zaferle sonuçlandırılmamış semere, sonuç kalıcı olamaz...
Konferanstaki muhataplarımız bizimle 3-4 yıllık değil, 300-400 yıllık hesabı görmek istiyorlar. Hala muhataplarımız Osmanlı devletinin tarihe karıştığını ve bugün yeni Türkiye’nin varlığını, bunu kuran milletin çok azimkar, imanlı ve yiğit mizaçlı olduğunu, tam bağımsızlığından ve milli egemenliğinden en ufak bir fedakarlık yapmayacağını, hala anlayamamışlardır. Bu yüzden itilaf devletleri tereddüt içindedirler.
Ben hakimiyet-i milliyeyi, milli hakimiyet-i iktisadiye olarak anlarım. Böyle olmazsa hakimiyet-i milliye bir serap olur…
Efendiler;
Görülüyor ki, bu kadar kesin ve yüksek bir askeri zaferden sonra bile bizi, barışa ulaşmaktan men eden sebepler, doğrudan doğruya iktisadi sebeplerdir, iktisadi düşüncelerdir. Çünkü bu devlet, iktisadi hakimiyetini elde ederse o kadar kudretli temel üzerine yerleşmiş ve yükselmeye başlamış olacaktır. Artık bunu yerinden kımıldatmak mümkün olamayacaktır. İşte düşmanlarımızın, gerçek düşmanlarımızın uygun görmedikleri, bir türlü razı olmadıkları gerçek budur…
Bu geniş, bol ve verimli toprakları işleyebilmek, işletebilmek için eksik olan el emeğinin yanına mutlaka fenni aletleri temin etmek zorundayız. Memleketimizi bundan başka demiryolları ile üzerinde otomobiller çalışan şose yollar ile şebeke haline getirmek zorundayız. Çünkü batının ve cihanın vasıtaları bunlar oldukça, trenler oldukça; bunlara karşı merkepler ve kağnı ile ve imar edilmemiş yollar üzerinde onlarla yarışmamız imkansızdır. Memleketimiz ziraat memleketidir. Bu itibarla halkımızın çoğu çiftçidir, çobandır. Dolayısıyla en büyük kudreti, kuvveti bu sahada gösterebiliriz. Bu sahada önemli yarışma meydanlarına atılabiliriz. Fakat aynı zamanda sanayimizi de artırmak, geliştirmek, genişletmek zorundayız. Eğer sanat hususunda yine müsamahakar olursak, o halde sanayi çalışmalarımızda da yine yabancıların haraca bağladıklarından oluruz…
Yüce heyetinizin bugün yapmış olduğu Türkiye İktisat Kongresi çok önemlidir. Çok tarihidir. Nasıl ki, Erzurum Kongresi felaket noktasına gelmiş olan bu milleti kurtarmak kadar önemlidir. Misak-ı Milli Teşkilat-ı Esasiye kanununun temel taşlarının atılması kadar önemlidir. Buna sebep olan, etkili olan, teşebbüste bulunmuş olan bundan dolayı milli tarihimizde en kıymetli yüksek hatırayı kazanmış olanlar kadar önemlidir…”