Radi Dikici - İstanbul'un Dört Kuruluşu

 

İSTANBUL’UN DÖRT KURULUŞU

                                       Radi Dikici

 

 

 

  BYZAS !.. 

 

    Megara Kralı Byzas bir haftadır hayatının en sıkıntılı günlerini yaşamaktadır. Yüz yıl kadar önce ataları İtalya’da gördükleri baskı üzerine kaçarak Yunanistan’a gelmişler ve kıyıda Salamis ismini verdikleri küçük bir şehir kurmuşlardır. Ancak bu küçük şehir dışarıdan gelecek saldırılara açık olduğu için daha içeride, Atina şehrinin yaklaşık 30 km batısında bir yer seçerek başkent olarak inşa edip yerleşmişler ve ona Megara adını vermişlerdir. Bazı küçük çatışmalar dışında M.Ö 660 yılına kadar barış içinde yaşamışlar ve zenginleşmişlerdir. Her iki şehrin toplam nüfusu yaklaşık 25 bini bulmuştur.

   İki hafta önce Atina şehrinin elçileri Byzas’ı ziyarete gelmişler ve bu bölgede birlik sağlamak için altı ay içinde Megara’nın Atina Şehir Devletine katılmasını istemişlerdir. Özellikle Atina Şehir Devleti son on yıl içinde çok zenginleşmiş ve güçlü bir orduya sahip olmuştur. Byzas, Atina’ya karşı koyma şansının olmadığını çok iyi bilmektedir.

    Mütevazı sayılabilecek minik sarayın salonunda çoğu yaşlıların teşkil ettiği 30 kişilik meclisi toplantıya çağırır. Toplantıda durumu açık açık anlatır. Ancak böyle bir talebi içine sindiremediği sözlerinden anlaşılmaktadır. Yapılan müzakereler sonunda meclis üyelerini çoğunluğu Atina ile birlikte yaşama fikrini uygun görürler.

      Ondan sonraki bir hafta boyunca geçmişi düşünen Byzas için geceleri uyku diye bir şey kalmamıştır. Yine uykusuz bir gecenin sabahında 30 yıllık eşi Eirene, kocasına, “Lütfen derdini benimle paylaş,” der.

   “Atina bizim kendisine katılmamızı istiyor. Bunu bir türlü hazmedemiyorum. Üç tane yetişkin oğlumuz var. Böyle bir şey yaparsam onların yüzüne nasıl bakarım.”

   “Zor bir durum içinde olduğunu anlıyorum. Ama benim aklıma başka bir şey geliyor. Neden Delfi’deki Apollon Tapınağı’nın kâhinine gidip durumu anlatmıyorsun. O akil ve yol göstericidir.”

    Byzas oturduğu yerden fırlayarak karısına sarılır, “Sen olmasaydın acaba ben ne yapardım,” der.

      O gün hazırlıklarını tamamlar. Üstüne sade bir kıyafet giyer ve yola düşer. Delfi’deki Apollon Tapınağı üç günlük yoldadır. İlk iki gün kolaydır. Atıyla gidebilecektir. Ancak son gün atını bırakıp tapınağın bulunduğu dağa tırmanması gerekmektedir.

       Üçüncü gün ancak karanlık basınca tapınağa varabilir. Ancak tapınağın merdivenlerini tırmanırken, binanın sütunlar üzerine yükseltilmiş giriş bölümünün alnındaki “Kendini Bil” (GNOTHİ S’EAFTON) yazısı dikkatini çeker.   Onu kapıda karşılayan bir görevli hemen içeri alır. Yiyecek bir şeyler ikram edip yatacak yer gösterirler. Ona hiç kimse, “Kimsin, nereden geldin?” diye bile sormaz.

     Ertesi sabah erkenden kalkar, oradaki görevliye ismini verir ve baş kâhin ile görüşme isteğini iletir. Görevli kalkar gider. Yarım saat kadar sonra dönünce, “Beni takip edin,” der. Uzun koridorlardan geçerler. Bir kapıyı açar ve içeri girmesini işaret eder.

    Küçük pencerelerinden içeriye ışık sızan büyük bir salondadır. Gözleri güçlükle en az yirmi basamakla çıkılabilen bir platform üzerinde bir koltukta oturan uzun beyaz sakallı kâhini seçer.  Diz çökerek onu selamlar.

    Derinden gelen bir ses duyar.

    “Sizi dinliyorum,” der.

   O da başından geçenleri anlatır.

   Kâhin,” Yarın aynı saatte gel,” der. Sonra sanki birden her taraf kararır ve kâhini göremez olur. Görevli kapıyı açarak onu dışarı alır.

   Ertesi sabah huzura varınca kâhin boğuk bir sesle şöyle der:

  “Tanrı senin alnına başka şeyler yazmış. Onu yerine getirmelisin. Halkını alıp uzun bir yolculuğa çık...” Bir an susar. Sanki bir önceki ses değişmiştir. Byzas onun ağladığını düşünür. Hıçkırır gibi bir hali vardır. “Zor günler görüyorum, çok zor günler...  Ama sakın yılma. Cesur ol.  Kuzeye doğru git...”  “Kuzeye doğru git, unutma... Bir boğazdan içeri gir. Sonra Körler Ülkesinin karşısına yerleş... Körler Ülkesi... Unutma Körler Ülkesi. İşte orası senin dünyan... İşte orası senin evin...” Tekrar susar. Tekrar boğuk bir sesle devam eder. “Dünya seni binlerce yıl anacak.”

 

 

 

BYZAS’IN İmparator Marcus Aurelius (161-180)

zamanında basılan parası

        

 

 

    ŞEHİRLERİN KRALİÇESİNİN DOĞUMU !..

  

   Byzas kâhinin söylediklerini hiç unutmamıştır ama ne dediğini ve nereye gitmesi gerektiğini de pek anlamamıştır. Megara’ya doğru yola çıktığında bütün söylenenleri kafasından geçirir, durur. Hiçbir şeyi çözememiştir. Kuzeye gidecektir. O tamamdır. Peki, körler ülkesi neredeydi? Sonunda, ”Herhalde körler ülkesi nerede olduğunu bilen vardır, sorar öğreniriz,” diye düşünür.

   Megara’ya varınca araştırır, soruşturur ama hiç kimse körler ülkesi diye bir yer duymamıştır. Ama kâhin ona yönü göstermiştir. Ertesi gün bir emirname yayınlar ve altı ay içinde kuzeye doğru yola çıkacaklardır. Bu seyahate gönüllü olarak katılacak ailelerin resmen başvurmasını ister. 15 gün sonra anlaşılır ki Salamis ve Megara’dan yaklaşık 5 bin kişi onunla birlikte gelecektir.

    Hummalı bir faaliyete girişirler. Mevcut 500 gemi yarısını alacaklardır. Bu nedenle gemiler elden geçirilir. Ayrıca biraz daha büyükçe 50 kadar yeni geminin inşasına başlanır. Bunlarla hayvanlar ve yol boyunca ihtiyaç duyulacak yiyecek ve içecekler taşınacaktır.

     659 yılının Haziran ayı geldiğinde her şey hazırdır. Bir hafta süreyle yükleme işlemleri bir düzen içinde yapılır. Hazinenin bir kısmı kaptanlık gemisine yüklenir. Karısı ile birlikte kalmak istediğini belirten ikinci oğluna yönetimi bırakır. 6 Haziran Perşembe günü geride bıraktıkları ile vedalaşarak rota kuzey olmak üzere yola çıkarlar.

     Ancak ilk 4 ay sonunda kışı geçirmek üzere Ege Denizindeki büyükçe bir adanın doğal limanına sığınırlar. Ertesi yıl bahar ayları yaklaşırken tekrar yola çıkarlar. Sürekli kuzeye doğru giderler ve çeşitli yerlere uğrayarak hep körler ülkesini sorarlar. Ama bir cevap alamazlar. Ertesi kış yine tedbirli olurlar ama iyi denizci olmalarına rağmen beklenmedik şekilde ve zamanda yakalandıkları fırtınalar gemilerden bir kısmını  batırır. Yol boyunca beslenmelerini genellikle balıkla sağlarlar. Uğradıkları yerlerden altın karşılığı et, meyve ve su temin ederler.

    İkinci yılın ilkbaharında bir sabah uyandıklarında bir boğazın kenarındadırlar. Byzas, kâhinin dediklerini hatırlar ve gemisini doğrudan boğazdan içeri sokar. Diğer gemiler onu takip ederler. Marmara Denizi’ne (Propontis)  gelmişlerdir. Hava değişmiştir. Özellikle bol balık vardır. Ayrıca yanaştıkları sahillerde bol su kaynaklarına rastlamışlardır. Özellikle meyve bakımından çevre çok zengindir. Moralleri iyice düzelir.

    Ne yazık ki, ne kadar dikkatli ve tedbirli olsalar bile yaklaşık iki yıl süren yolculuk boyunca gemilerinin ve insanların üçte birini, çoğu çocuk ve kadın olmak üzere kaybetmişlerdir.

    M.Ö 657 yılının Mayıs ayında bir sabah uyandıklarında gördükleri manzara onları şaşkınlığa uğratır. Sağ taraftaki kara parçasında yerleşim olduğu bellidir. Sol taraf ise (Sarayburnu’ndan başlayan) hafif sisler içindeki yarım ada tümüyle bakirdir. Biraz sonra güneş yükselip sis dağılınca her tarafın ormanlarla kaplı olduğunu görürler. Şırıl şırıl akan suların ve öten kuşların sesleri gemilere bile ulaşmaktadır. Manzaranın güzelliği tarif edilir gibi değildir.

     Byzas karısına döner:

     “Şimdi kâhinin söylediklerini anladım. Böylesine dünyanın en güzel yerini bırakıp karşıya yerleşmek için kör olmak lazım. Orası “Körler Ülkesi”dir (Khalkedon-Kadıköy). Biz ise onun karşısına yerleşiyoruz,” der.

     Sahile çıkarlar ve böylece ilk yerleşim başlamış olur. Aradan on yıl kadar geçince bugünkü Eminönü, Sirkeci, Topkapı ve Ayasofya’nın bulunduğu yerlere içine alacak şekilde bir şehir kurarlar. Bu yeni kurulan minik şehir, Byzas isminden esinlenerek Byzantion olarak anılmaya başlar. Böylece tarih, tüm dünya uluslarının içini çekerek baktığı, ele geçirmek için savaştığı “Şehirlerin Kraliçesi”nin doğumuna şahit olur. Daha sonra Roma İmparatoru Vespesian (M.S 69-79) şehrin ismi Byzantion’dan Byzantium’a çevirir.

    Tarihte hiçbir zaman Bizans İmparatorluğu diye bir devlet olmamıştır. 1453’te İstanbul’un fethine kadar onlar kendilerini hep Romalı olarak bilmişlerdir. Ancak 16. yüzyılda bir Alman tarihçi Hieronymus Wolf “Corpus Historiae Byzantinae” adlı eserinde Roma İmparatorluğu yerine Bizans İmparatorluğu tabirini kullanınca, bu isim süreklilik kazanmıştır. Yani Roma İmparatorluğu’nun 330-1453 yılları arasındaki 1123 yıllık dönemi tarihçiler Bizans İmparatorluğu olarak ifade etmekte ve kullanmaktadırlar.

     Böylece kâhinin dediği doğru çıkar ve Byzas ismi bugüne kadar yaşamaya devam eder.

 

 

 

 

 

 

 

 

 AUGUSTA ANTONİNA VEYA İSTANBUL’UN İKİNCİ KURULUŞU

 

 

Byzantion kurulduğu tarihten sonra yüzyıllar boyunca hep aynı talihsizliği yaşar. Yol üzerindedir. Harika bir konumu vardır. Görenin iştahını kabartır. Gelen bir şey alır götürür, giden bir şey. Bu nedenle bir türlü gelişme imkânı bulamaz. Bunun için Roma İmparatorluğu dönemini beklemesi gerecektir.

Roma İmparatorluğu’nun bir şehri haline gelmesiyle ilgili tarih kesin olarak bilinmemektedir. Ancak şehrin adını Latinleştiren, yani Byzantion’dan Byzantium’a çeviren MS 69-79 yılları arasında hüküm süren İmparator Vespasian’dır. Özellikle Vespesiandan sonra şehir yüz yıl içinde, konumunun elverişliliği nedeniyle hızla zenginleşmeye başlar. Ancak 177 yılında tahta geçen İmparator Commodus (MS 177-192)  tüm ülkeye olduğu gibi Byzantium’a da ağır vergiler koyar. Kazançlarının önemli kısmı ellerinde giden Byzantium zenginleri 193 yılında tahta geçen İmparator Septimus Severus (MS 193-211) zamanında Suriye Lejyonları tarafından komutanları Pecennius Niger’ı imparator ilan edince onun tarafını tutarlar. Çünkü Niger onlara vergi indirimi vaat etmiş ve hatta kendisine harekat merkezi olarak da Byzantium’u seçmiştir.

     İlk ve son Afrika doğumlu Roma imparatoru olan Septimus Severus gerçekten hızlı karar verebilen başarılı bir hükümdardır. Meşru hükümdara karşı isyan onun açısından kabul edilmez bir durumdur. Hızla Byzantium’a doğru yola çıkar. İmparatorun çok güçlü bir ordu ile geldiğini öğrenen Niger şehri terk ederek geri çekilir. 194 yılında Nikomedia’da (İzmit) yapılan savaşı kaybedip, kaçar. Ama Septimus Severus onun peşini bırakmaz. Sonunda onu Antioch (Antakya) yakınlarında yakalar. Çok kısa süren savaşı kaybeden Niger yakalanır ve idam edilir.

      Dönüş yolunda Byzantium’a yaklaştığında şehrin ileri gelenlerinden kalabalık bir heyet, imparator Khalkedon’a (Kadıköy) yaklaştığında değerli hediyelerle karşılamak için hazırlık yaparlar. Af dileyeceklerdir. İmparator hiçbirini kabul etmediği gibi hepsini idam ettirir. Byzantium’a girdiğinde ihanetle suçladığı en az 100 ailenin bütün mallarına el koyar ve aile fertlerini de Kapadokya’ya sürgüne gönderir.

O kadar kızgındır ki, şehri baştan aşağı yıkmaya karar verir. Bir sabah erken uyanmıştır. Tek başına deniz kenarına kadar yürür. Gördüğü manzaradan adeta büyülenmiştir. O an kararını değiştirir. Evet şehri neredeyse baştan aşağı yine yıkacaktır ama onun yerine yeni bir şehir inşa ettirecektir.

İlk olarak şehri dar kalıplar içinde şıkıştıran eski Roma surlarının yıkılmasını onun hemen iki km kadar gerisine yeni surların yapılması emrini verir. Bunlar  tarihte “ Septimus Severus Surları” diye anılmaktadır

Bir plan yaptırır. Buna plana göre bugünkü Sultanahmet Meydanı’nda Sultanahmet Camii’nin olduğu yere, gelip geçerken rahatça kalabilmesi için bir saray inşa ettirir. Ancak saraydan denize kadar olan bölgede yerleşime izin vermez. O bölüm sarayın bir parçası olarak ayrılır. Ayrıca bugünkü Ayasofya’nın yerine zamanın çok tanrılı (pagan) inancına uygun olarak yeni bir tapınak yaptırır. Hepsinden önemlisi, bugün Sultanahmet Meydanı’nı da içine alan o zamanın ölçülerine göre çok büyük bir hipodrom yapımını planlar. Ne yazık ki ne kendisi, ne de oğullarının imparatorluk döneminde inşaat tamamlanamaz. Bu şeref, ileride söz konusu edeceğimiz gibi, Büyük Konstantin’e ait olacaktır. Halkın oturması ve ticaretin yapılması için tapınakla Haliç arasındaki bölüm ayrılır. Hipodrom hariç, üç yıl gibi kısa bir süre sonra tüm inşaat işleri biter.

İmparator için Byzantium adı kötü çağrışım yapmaktadır. Şehrin adını değiştirmeye karar verir. Çok sevdiği büyük oğlunun ismi olan Caracalla Antonius’tan esinlenerek, 198’de şehrin adını değiştirir ve Byzantium’dan, “Augusta Antonina”ya çevirir.

Septimus Severus 211 yılında ölünce Caracalla, kardeşi Geta ile birlikte Marcus Aurelius Antoninus adıyla tahta geçer. Ertesi yıl kardeşini öldürttükten sonra 217 yılında da kendisi bir suikasta kurban gider. Bir yıl geçmez, zaten halkın da pek alışamadığı Augusta Antonina ismi kısa zamanda unutulur ve tekrar Byzantium’a dönülür.

 

 

İmparator Septimus Severus ve oğlu Caracalla

Jean-Baptisse Greuze(1725-1805)

 

 

 

 

BÜYÜK KONSTANTİN VE YENİ ROMA

 

İmparator oğluyla yaptığı tespitler sonunda kararını vermişti. Burayı Roma İmparatorluğu’nun başkenti yapacaktı. Onun için ilk önce mabeyinciyi çağırdı.

“Yarın sabah gün doğarken tüm yöneticiler beni sarayın kapısında beklesinler,” dedi.

Sabah kalktığında üzerine hafif bir kıyafet giymişti ve elinde de bir asa vardı.

“Beni takip edin,” dedi. Hep birlikte yola çıktılar. Batıya doğru yürüyüşünü sürdürdüler. Geçtikleri bütün yerler bomboştu. Daha çok ormanlarla kaplıydı. O yoluna devam etti.

  “… Hıristiyan inanışına göre, imparator şehrin sınırını tespit ederken bazı güçler tarafından yönlendirilmişti. Bu inanışa göre, Konstantin elinde bir asa olduğu halde, yardımcılarıyla birlikte yürürken, sanki önü sıra yol gösteren biri varmış gibi hareket etmekteydi. Etrafındakiler, bu kadar geniş bir alanın seçilmesi karşısında şaşkınlığa düşmüş, ve imparatora, ‘Efendim, ne zaman duracaksınız?’ diye sormuşlardı. İmparator ise, ‘Önümde yürüyen durduğu zaman,’ diyerek onlara cevap vermişti…

 Yaklaşık bir saat kadar yürüdükten sonra imparator birden durdu. Arkasında gelen askerlerin birinin elinden mızrağı aldı ve yere sapladı.

 Arkasındakilere döndü, “Bu nokta esas alınarak yeni surlar (Konstantin Surları) Propontis’ten (Marmara Denizi) Golden Horn’a (Haliç) kadar uzanacak,” dedi. Böylece şehrin büyüklüğünü tespit etmişti.

Ertesi gün teknik ekibi topladı ve onlar tarafından önceden hazırlanan planı gözden geçirmeye başladılar:

“Buna göre şehir önce, yedi bölgeye ayrılacaktı. Yedi bölge tek tek ele alınarak imar planı yapılacaktı. Birinci bölgede Septimus Severus tarafından yaptırılan saray büyütülerek  Büyük Saray adıyla imparatorluk sarayı haline getirilecekti. Halk için Zeuxippos isimli büyük bir banyo yapılacaktı.

 Daha önce başlanan ve bir türlü tamamlanamayan Hipodromu mimarlar yeniden şekillendirdiler. Karkeres’dan (at arabalarının girdiği kapılar) başlayarak uzunluğunu 470 m, enini 120 m olarak tespit ettiler. Seyirci kapasitesi 33 bin kişi olarak planlandı. Hipodromun hemen batısında gösteri dünyası için yerler ayrılacak ve bir tiyatrolar sokağı inşa edilecekti.

Daha önce Jüpiter Tapınağı’nın kalıntıları temizlenecek ama yeri boş bırakılacaktı. İmparator tarafından verilecek  bir tarihte burada iki kilisenin inşaatına birden başlanacaktı. Bunlardan birisi Hagia Sophia (Ayasofya) diğeri ise  Hagia Eirene’dir (Aya İrini). İmparator Byzantium’u tam bir Hıristiyan şehri yapmaya kararlıydı. 

Saray ve hipodromun olduğu yerden denize kadar uzanan bölgede yerleşime izin verilmeyecek ve bahçelerle süslenecekti. Saray ve kilisenin hemen batısından başlamak üzere Mesē adıyla geniş bir cadde açılacaktı. Bu cadde meydanlarla süslenecekti. İlk olarak Konstantin Forumu (Çemberlitaş) yapılacak, ikinci forum üçüncü bölgede yapılacak ve anne Helena’nın anısına Augustesium adı verilecekti. Konstantin Forumunun hemen yanına senato  binası inşa edilecekti. Buradan Mesē ikiye ayrılacak biri daha kuzeye yönelerek beşinci ve altıncı bölgeleri aşarak bugünkü Fatih semtinin bulunduğu yerden geçip surların tam ortasından Lycus Irmağı üzerine inşa edilecek bir köprü ile şehir dışına çıkacaktı. Bu yolun çok önemli özelliği vardı. Bu yolun üzerinde yeni bir kilise daha inşa edilecekti. (Bugün Fatih Camii’nin olduğu yer.) Kilisenin ismini bizzat imparator koydu. Kutsal Havariler Kilisesi. Kilise bir ibadethane olma dışında ölen imparator ve imparatoriçelerin gömülecekleri bir mekân olması bakımından da önem taşıyacaktı.

Şehrin su ihtiyacını karşılamak üzere bir yeraltı sarnıcı ve su kemerleri yapılacaktı.

Yine hazırlanan plana göre, Konstantin Surlarından şehre giriş 5 kapıdan olacaktı. Bu kapılardan Marmara Denizi’ne en yakın kapının  iki kanadı altın varakla kaplanacaktı. Bu nedenle bu kapıya “Altın Kapı” veya “Zafer Kapısı” denecekti. Çünkü seferden zaferle dönen imparatorlar ve komutanlar için hipodromda yapılacak törenlerin başlangıç noktası olacaktı.

Konstantin saatlerce mimarları dinledi ve her bölüm anlatılırken çizimlere yaklaşıp onlarca soru sordu. Bazı beğenmediği noktalarda değişiklik yapılmasını istedi. En sonunda fikir birliğine vardılar.

  Byzantium’da yeni bir başkent yaratmak için 326 yılında başlayan inşaat faaliyeti için 10 bin kişilik bir ekip kuruldu ve dört yıl boyunca sürdü. 330 yılı geldiğinde nereyse bütün yapılmak istenenler, Ayasofya hariç, tamamlanmıştı.

 Bahar ayları geldiğinde ise kesin program belli oldu. Gün de tespit edildi. 11 Mayıs 330 Pazartesi. Bunun için özel bir program hazırlandı.

    O gün olağanüstü güzel bir hava vardı. Yeni binaları, sarayı, konakları, meydanları, yolları ve hipodromu ile Byzantium sanki bir inciydi. İmparator da yaratılan eserden dolayı mutlu ve gururluydu.

        Sabah Aya İrini’de yapılan ayin hem çok duygusal, hem de muhteşemdi. İmparator, imparatorluk ailesi üyeleri ve katılanlar özel kıyafetler içindeydiler.

İmparator senatoyu açarken uzun bir konuşma yaptı ve sözlerini şöyle bağladı:

  “Değerli senatörler, bugünden itibaren Byzantium “Yeni Roma” adıyla ülkemizin başkenti olacaktır ve bundan böyle de öyle kalacaktır... “

 Sonra dışarı çıkarak halka seslendi:

   “Değerli Yeni Roma halkı,

   Bugünden itibaren şehrimiz “Yeni Roma” adıyla imparatorluğumuzun başkenti olmuştur. Biraz evvel senatomuz da bunu onaylayarak resmileştirmiştir. Yüzyıllar boyu imparatorluğumuz buradan yönetilecektir...”

  Tarihin hiçbir döneminde ne İskender, ne Şarlmayn, ne Çariçe  Katerina ve ne Frederik Barbarossa  asla ‘Büyük’ unvanına onun kadar layık olmamışlardır. Çünkü o, 15 yıl gibi kısa bir süre içinde iki karar alarak bütün dünyanın kaderini (ve tarihin akışını) değiştirmiştir. Bunlardan ilki, Hıristiyanlığı kabul etmesi, ve Hıristiyanlığı Roma İmparatorluğu’nun resmi dini haline getirmesidir. İkincisi, imparatorluğun başkentini Roma’dan, yeniden inşa edilen bir şehre, Byzantium’a taşıması ve sonraki 16 yüz yıl boyunca şehrin onun ismiyle, Konstantinople olarak anılmasıdır. Bu iki karar, onun tarihin en etkili kişisi olduğunu göstermektedir…

 

 

                           Büyük Konstantin

                 Tancredi Scarpelli (1866-1937)

Byzantium’dan Konstantinople’a

 

 

     M.S 300’lü yıllarda  bir dünya devleti olan Roma İmparatorluğu çok geniş bir alan yayıldığı için, her bir bölümü (Prefekture) bir imparator tarafından yönetilmekteydi. Ancak imparatorlar arasında en kidemli olan ve daima en son kararı veren imparatorluğun yeni başkenti İzmit’te oturan Diocletian’dı.

      Diocletian o sırada Fransa, İspanya ve Britanya’yı yöneten İmparator Konstantius Chlorus’u, 296 yılında oğlu Konstantin’i alarak İzmit’e gelmesini istedi..

     Baba oğul başkent Trier’den aynı yıl yola çıkartılar. Uzun yolculuktan sonra, İzmit’ten önceki son durakları olan Byzantium’a vardıklarında vaktiyle İmparator Septimus Severeus tarafından yapılan sarayda kaldılar.

      İşte ileride Byzantium’un veya Konstantinople’un (veya İstanbul’un) kaderini belirleyecek olay, o sırada yaşandı.

 

  “Sabah erkenden kalktığında baba Konstantius Chlorus Konstantin’in ortalıkta olmadığın gördü ve mabeyinciyi çağırarak oğlunun nerede olduğunu sordu.

“Çok erken kalktı ve kahvaltı edip atına binip gitti efendimiz. Giderken, ‘Beni soran olursa, iki saat kadar sonra döneceğim dedi.” 

 İmparator hazırlanan mükellef kahvaltı sofrasına oturdu. Çok geçmeden Konstantin içeri girdi. Gözleri parlamaktaydı.

 “Baba, burası adeta dünya cenneti. Surların dışına çıktım. Ormanlık bölgeleri dolaştım. Daha sonra deniz kenarına indim. Her yerde ayrı bir güzellik gördüm. Burası tam bir merkez olmaya layık bir konumda. Çok heyecanlandım.”

 ”Oğlum burası minik bir yer. Ne Trier, ne Milano ve hatta ne de Selanik’e benziyor. Söylediklerinden hiçbir şey anlamadım.”

 “Baba burası o kadar muhteşem ki, işlenirse Roma bile buranın eline su dökemez.”

   

     Daha sonra onlar için hazırlanan bir gemiye binerek karşıya geçtiler.

 

Babası 306 yılında ölünce tahta geçen Konstantin, 325 yılında yani 19 yıl içinde tüm rakiplerini ortdadan kaldırarak Büyük Roma İmparatorluğu’nun tek hakimi haline geldi.

 Kendisinden önce hüküm sürmüş tüm imparatorlar gibi, o da bürokrasinin  bulunduğu İzmit’e yerleşti. Bir süre İzmit’te kalan imparator şehrin konumu nedeniyle, imparatorluk başkenti olarak kalmasını pek uygun bulmuyordu. Önce şehir çok küçüktü. Geniş bir aileye sahip olduğu için, imparatorluk sarayına sığmaları mümkün değildi. Roma’yı zaten istemiyordu. Bunun da iki nedeni vardı. Bunlardan ilki, Roma’dan tüm imparatorluğu kontrol altında tutmak zordu. İkincisi, Roma halen çok tanrılı din döneminden kalma bina, heykel ve tapınaklarla doluydu. Onları olduğu gibi korumanın insanlığa borcu olduğunu bilmekteydi. Ama Hıristiyan inancına aykırı olduğu için, muhtemelen kendisini Roma’da pek rahat hissetmeyecekti. Aklında ise hiç, ama hiç unutmadığı Byzantium vardır.

  Konstantin kafasındaki ideali gerçekleştirmek için harekete geçmeye karar verdi. O sırada Byzantium’da bulunan ve donanma komutanı da olan oğlu Krispus’a imparatoru beklemesi haberi gönderildi.

Oğul Krispus babasını törenle karşıldı. Ertesi gün baba oğul şehre göz attıklarında ikinci yüzyılın sonlarında İmparator Septimus Severus tarafından yapımına başlanan hipodromun yarım kaldığını gördüler. Yine onun tarafından yapımına başlanan ancak tamamlanamayan tapınağın ise sadece kalıntıları vardı. O dönemde yapılan Septimus Severus Surları ise olduğu gibi durmaktaydı.

 Konstantin daha sonra Haliç girişindeki küçük limandan Krispus ile bir gemiye binerek Byzantium’u denizden görmek istedi. Önce Boğaziçi’nden geçerek Euxine (Karadeniz) doğru yola çıktılar. Boğazın her iki tarafı ormanlarla kaplıydı. Ancak denizin dalgalı olması nedeniyle geri döndüler. Ertesi gün Pronpontis’i (Marmara Denizi) gezdiler. Sahili takip ederek yaptıkları yolculukta ilk gördükleri küçük tabii liman oldu. Ondan beş mil ileride daha büyük tabii limana (Theodosius) ulaştılar.

Konstantin yaptığı bütün incelemelerden sonra gördü ki, Byzantium merkez olarak alındığında Karadeniz’den Marmara’ya uzanan yol üzerinde her türlü ticareti kontrol etmek mümkün olabilecekti. Ayrıca Afrika’dan gelecek yiyecek maddelerinin stoklanıp dağıtımı için ise en ideal merkezdi.

Sonunda Byzantium’u Roma İmparatorluğu’nun başkenti yapma kararı kesinleşti. Bunun üzerine Roma’ya  özel bir ulak gönderildi. Dönemin en ünlü iki mimarı çok acele Byzantium’a çağrıldı. Onlar gelene kadar Konstantin şehrin büyüklüğü hakkında bir karar vermek mecburiyetinde olduğunu bilmekteydi. Bu konuda ilk emri şehri dar bir alana sıkıştıran Septimus Severus surlarının yıkılması oldu.

 

 

 

 

 

BÜYÜK KONSTANTİN VE YENİ ROMA

 

İmparator oğluyla yaptığı tespitler sonunda kararını vermişti. Burayı Roma İmparatorluğu’nun başkenti yapacaktı. Onun için ilk önce mabeyinciyi çağırdı.

“Yarın sabah gün doğarken tüm yöneticiler beni sarayın kapısında beklesinler,” dedi.

Sabah kalktığında üzerine hafif bir kıyafet giymişti ve elinde de bir asa vardı.

“Beni takip edin,” dedi. Hep birlikte yola çıktılar. Batıya doğru yürüyüşünü sürdürdüler. Geçtikleri bütün yerler bomboştu. Daha çok ormanlarla kaplıydı. O yoluna devam etti.

  “… Hıristiyan inanışına göre, imparator şehrin sınırını tespit ederken bazı güçler tarafından yönlendirilmişti. Bu inanışa göre, Konstantin elinde bir asa olduğu halde, yardımcılarıyla birlikte yürürken, sanki önü sıra yol gösteren biri varmış gibi hareket etmekteydi. Etrafındakiler, bu kadar geniş bir alanın seçilmesi karşısında şaşkınlığa düşmüş, ve imparatora, ‘Efendim, ne zaman duracaksınız?’ diye sormuşlardı. İmparator ise, ‘Önümde yürüyen durduğu zaman,’ diyerek onlara cevap vermişti…

 Yaklaşık bir saat kadar yürüdükten sonra imparator birden durdu. Arkasında gelen askerlerin birinin elinden mızrağı aldı ve yere sapladı.

 Arkasındakilere döndü, “Bu nokta esas alınarak yeni surlar (Konstantin Surları) Propontis’ten (Marmara Denizi) Golden Horn’a (Haliç) kadar uzanacak,” dedi. Böylece şehrin büyüklüğünü tespit etmişti.

Ertesi gün teknik ekibi topladı ve onlar tarafından önceden hazırlanan planı gözden geçirmeye başladılar:

“Buna göre şehir önce, yedi bölgeye ayrılacaktı. Yedi bölge tek tek ele alınarak imar planı yapılacaktı. Birinci bölgede Septimus Severus tarafından yaptırılan saray büyütülerek  Büyük Saray adıyla imparatorluk sarayı haline getirilecekti. Halk için Zeuxippos isimli büyük bir banyo yapılacaktı.

 Daha önce başlanan ve bir türlü tamamlanamayan Hipodromu mimarlar yeniden şekillendirdiler. Karkeres’dan (at arabalarının girdiği kapılar) başlayarak uzunluğunu 470 m, enini 120 m olarak tespit ettiler. Seyirci kapasitesi 33 bin kişi olarak planlandı. Hipodromun hemen batısında gösteri dünyası için yerler ayrılacak ve bir tiyatrolar sokağı inşa edilecekti.

Daha önce Jüpiter Tapınağı’nın kalıntıları temizlenecek ama yeri boş bırakılacaktı. İmparator tarafından verilecek  bir tarihte burada iki kilisenin inşaatına birden başlanacaktı. Bunlardan birisi Hagia Sophia (Ayasofya) diğeri ise  Hagia Eirene’dir (Aya İrini). İmparator Byzantium’u tam bir Hıristiyan şehri yapmaya kararlıydı. 

Saray ve hipodromun olduğu yerden denize kadar uzanan bölgede yerleşime izin verilmeyecek ve bahçelerle süslenecekti. Saray ve kilisenin hemen batısından başlamak üzere Mesē adıyla geniş bir cadde açılacaktı. Bu cadde meydanlarla süslenecekti. İlk olarak Konstantin Forumu (Çemberlitaş) yapılacak, ikinci forum üçüncü bölgede yapılacak ve anne Helena’nın anısına Augustesium adı verilecekti. Konstantin Forumunun hemen yanına senato  binası inşa edilecekti. Buradan Mesē ikiye ayrılacak biri daha kuzeye yönelerek beşinci ve altıncı bölgeleri aşarak bugünkü Fatih semtinin bulunduğu yerden geçip surların tam ortasından Lycus Irmağı üzerine inşa edilecek bir köprü ile şehir dışına çıkacaktı. Bu yolun çok önemli özelliği vardı. Bu yolun üzerinde yeni bir kilise daha inşa edilecekti. (Bugün Fatih Camii’nin olduğu yer.) Kilisenin ismini bizzat imparator koydu. Kutsal Havariler Kilisesi. Kilise bir ibadethane olma dışında ölen imparator ve imparatoriçelerin gömülecekleri bir mekân olması bakımından da önem taşıyacaktı.

Şehrin su ihtiyacını karşılamak üzere bir yeraltı sarnıcı ve su kemerleri yapılacaktı.

Yine hazırlanan plana göre, Konstantin Surlarından şehre giriş 5 kapıdan olacaktı. Bu kapılardan Marmara Denizi’ne en yakın kapının  iki kanadı altın varakla kaplanacaktı. Bu nedenle bu kapıya “Altın Kapı” veya “Zafer Kapısı” denecekti. Çünkü seferden zaferle dönen imparatorlar ve komutanlar için hipodromda yapılacak törenlerin başlangıç noktası olacaktı.

Konstantin saatlerce mimarları dinledi ve her bölüm anlatılırken çizimlere yaklaşıp onlarca soru sordu. Bazı beğenmediği noktalarda değişiklik yapılmasını istedi. En sonunda fikir birliğine vardılar.

  Byzantium’da yeni bir başkent yaratmak için 326 yılında başlayan inşaat faaliyeti için 10 bin kişilik bir ekip kuruldu ve dört yıl boyunca sürdü. 330 yılı geldiğinde nereyse bütün yapılmak istenenler, Ayasofya hariç, tamamlanmıştı.

 Bahar ayları geldiğinde ise kesin program belli oldu. Gün de tespit edildi. 11 Mayıs 330 Pazartesi. Bunun için özel bir program hazırlandı.

    O gün olağanüstü güzel bir hava vardı. Yeni binaları, sarayı, konakları, meydanları, yolları ve hipodromu ile Byzantium sanki bir inciydi. İmparator da yaratılan eserden dolayı mutlu ve gururluydu.

        Sabah Aya İrini’de yapılan ayin hem çok duygusal, hem de muhteşemdi. İmparator, imparatorluk ailesi üyeleri ve katılanlar özel kıyafetler içindeydiler.

İmparator senatoyu açarken uzun bir konuşma yaptı ve sözlerini şöyle bağladı:

  “Değerli senatörler, bugünden itibaren Byzantium “Yeni Roma” adıyla ülkemizin başkenti olacaktır ve bundan böyle de öyle kalacaktır... “

 Sonra dışarı çıkarak halka seslendi:

   “Değerli Yeni Roma halkı,

   Bugünden itibaren şehrimiz “Yeni Roma” adıyla imparatorluğumuzun başkenti olmuştur. Biraz evvel senatomuz da bunu onaylayarak resmileştirmiştir. Yüzyıllar boyu imparatorluğumuz buradan yönetilecektir...”

  Tarihin hiçbir döneminde ne İskender, ne Şarlmayn, ne Çariçe  Katerina ve ne Frederik Barbarossa  asla ‘Büyük’ unvanına onun kadar layık olmamışlardır. Çünkü o, 15 yıl gibi kısa bir süre içinde iki karar alarak bütün dünyanın kaderini (ve tarihin akışını) değiştirmiştir. Bunlardan ilki, Hıristiyanlığı kabul etmesi, ve Hıristiyanlığı Roma İmparatorluğu’nun resmi dini haline getirmesidir. İkincisi, imparatorluğun başkentini Roma’dan, yeniden inşa edilen bir şehre, Byzantium’a taşıması ve sonraki 16 yüz yıl boyunca şehrin onun ismiyle, Konstantinople olarak anılmasıdır. Bu iki karar, onun tarihin en etkili kişisi olduğunu göstermektedir…

 

 

 

 

 

NİKA İSYANI VE İMPARATORİÇE THEODORA

 

     527 yılında tahta geçen Jüstinyen’in, imparator olduğu zamandan beri düşündüğü ve daha sonra kafasında şekillendirdiği iki önemli proje vardı.  Projelerden ilki, doğusuyla batısıyla büyük Roma İmparatorluğu’nu yeniden kurmak, ikincisi ise Konstantinople’un eşi ve benzeri olmayacak şekilde yeni baştan inşa etmekti. Çünkü son 200 yüzyıl içinde şehrin nüfusu 500 bini aşmıştı. İmparatorluk Sarayı ve Hipodromu geçtikten sonra Theodosius Surları (bugünkü İstanbul Surları) içindeki bölgede devamlı göçler nedeniyle yerleşim, tümüyle bir felaketti. Bunun tabii bir sonucu olarak, Konstantinople’da türeyen çeteler haraç almakta, kadınların ırzlarına geçmekte ve soygunlar yapmaktaydılar. Valilik çok şiddetli önlemler almasına, suçluların çoğu idam edilmesine rağmen, kontrolü sağlayamamaktaydı.

   532 yılı Ocak ayı başında Mavilerle Yeşiller arasında beklenmedik bir kavga çıktı. Kavganın şehirde karışıklık çıkartma tehlikesine karşı vali olaya karışan yedi kişiyi imparatorun emriyle 10 Ocak 532 Cumartesi günü idam edilmek üzere Galata’ya götürdü. Dördünün kafası kesildi. Üçü de darağacında asıldı. Ancak garip bir olay oldu, biri Mavilerden, diğeri Yeşillerden olmak üzere iki mahkûmun ipi koptu.  Durum gören dört keşiş bu iki mahkumu alıp en yakın manastıra götürdüler ve resmi makamlara teslim etmediler.

    Bu olaydan birkaç gün sonra, yani 13 Ocak Salı günü hipodromdaki yarışmaları yönetmek üzere gelen imparatordan, Mavilerin ve Yeşillerin temsilcileri bu iki kişiyi affetmelerini istediler. İmparator onlara cevap bile vermedi. Yirmi ikinci yarışa kadar her şey normal gitti. Ancak yirmi ikinci yarış başladığı anda hipodromda bir tezahürat yükseldi:

    “Yaşasın Yeşiller… Yaşasın Maviler!...“

    Bu, hipodromda veya başka bir yerde ilk defa duyulan bir tezahürattı. Yüzyıllardır sürekli birbirlerinin rakibi olan bu iki grup, şimdi imparatora karşı birleşmiş gibiydiler.

     Ancak tezahürat bitmeyince imparator hipodromu terk ederek Büyük Saray’a döndü. Arkasından tezahüratın şekli değişti. Bütün halk tek ses olup, hep bir ağızdan bağırmaya başladılar: 

    Nika!...  Nika!... Nika!...”

    Bunun tam kelime anlamı “Belki kazanırsın,”dı. Ancak burada mecaz vardı, belki daha doğru bir ifadeyle imparatora,  “Hiç şansın yok!...” denmekteydi.

    Hipodromun kapılarından çıkan kızgın kalabalık ilk önce valiliğe gidip orayı ateşe verdiler. Peşinden de hapishanenin kapılarını açarak mahkûmları serbest bıraktılar. Sonra her tarafı yakıp yıkmaya, özellikle askerleri öldürmeye başladılar. Ayasofya’yı Aya İrini’yi, Sampson Hastanesinin bir kısmını yaktıktan sonra bu sefer doğruca Büyük Saray’a yöneldiler. Saray koruma altında olduğu için bir miktar  ana giriş kapısına  zarar verdiler ama senato binasının önemli bir bölümünü yaktılar.

    Hızları kesilmedi. Oradan Pornai Sokağı’na dalarak tiyatro binalarını yakmaya başladılar. Çoğu ahşap olan binalarda başlayan yangın, rüzgârın da etkisiyle hızla yayıldı, gecekonduları da sararak batıya doğru ilerledi. Jüstinyen’in yıkıp yeni baştan inşa etmeyi planladığı bölgelerin tamamı yanıp kül oldu. En büyük hasar ise isyancıların oturduğu bölgedeydi. Neredeyse başlarını sokacak evleri kalmadı.

    Ama umurlarında değildi. Ok yaydan çıkıp çılgınlık yayılarak devam ediyordu. Ertesi gün tekrar hipodromda  toplanarak kendilerine bir imparator seçtiler.

   Göründüğü kadarıyla mevcut güçlerin sarayı koruma imkanı da kalmamış gibiydi. Sonunda Jüstinyen hazineyi de yüklediği gemilere binerek kaçmaya karar verdi.

   Tam o sırada toplantı salonunun kapısı açıldı, İmparatoriçe Theodora başında tacı, üzerinde erguvan rengi imparatoriçe peleriniyle içeri girdi ve onu biraz da hayretle seyreden imparator ve müşavirlerinin karşısına dikildi.

  “Buraya gelmeden önce çok düşündüm,”  dedi orada bulunan herkesin gözlerinin içine bakarak. “Biliyorum, bu ölçüde tehlikeli bir durum erkeklerin kendi aralarında konuşup karara varacakları bir husustur. İtiraf etmeliyim ki, olayların bu duruma gelmesi bize şu veya bu şekilde hareket edebilmemiz için fazla alternatif de bırakmamaktadır. Mevcut durum bize, hayatımızı kurtarmak için kaçmaktan başka bir alternatif bırakmasa da bunun düşünülmesi gereken en son husus olduğu kanısındayım.

   “Soğukkanlı ve aklıselim ile düşünürsek, bir adamın ölümden kurtulmak için gördüğü tek ışık bu olsa bile, bir suçlu gibi kaçmak, bir imparator için katlanılamaz bir durumdur.

   Bana gelince, ben bu erguvan rengi giysim olmadan hiçbir zaman var olmak istemediğim gibi benimle karşılaşan kişilerin bana imparatoriçem diye hitap etmedikleri günü görmek bile istemiyorum.”

    Theodora, Jüstinyen’e doğru döndü ve konuşmasına devam etti.

    “Bir insan dünyaya geldikten sonra elbet bir gün ölecektir. İmparatorum, kendinizi kurtarmayı düşünüyorsanız, zaten bu zor değil. İşte deniz orada, geminiz orada, hazineniz orada. Ama kaçışınız size ölüm kadar şeref getirmeyecektir… Eskilerin deyimiyle son olarak ben derim ki; ‘Erguvan rengi pelerinim, bana en iyi kefen olacaktır…’”

   Konuşma bitmişti. Bu müthiş kadının, bu gerçek imparatoriçenin karşısında herkes donup kalmıştı. Jüstinyen, Theodora’nın kendisiyle gelmeyeceğini anlamıştı. Müşavirlerine döndü: “Bundan böyle ne yapılacağına imparatoriçe karar verecek. Onun emirlerine uyulsun,” dedi.

   

 

Empress Theodora

Jean-Joseph Benjamin Constant (1845-1902)

 

 

 

 

   DÖRDÜNCÜ KURULUŞ VE AYASOFYA

 

    Theodora duruma derhal el koydu ve etrafındakilere emretti.

    “Bana Belisarius ile Mundus’u komutanları çağırın.”

     Belisarius ve Mundus içeri girer girmez Theodora onlara döndü,  “Daha önce bana emrinizde toplam yedi bin kişi olduğunu söylemiştiniz. Yarın dünya tarihinde yeni bir sayfa yazılacak. İsyancılara öyle bir ders verilecek ki hiç kimse bundan böyle meşru hükümdarına isyan etmek gücünü kendinde bulamayacaktır. Sizlere emrediyorum. Yarın Hipodrom’un kapılarını kapatarak birlikleriniz içeri sokacaksınız.  Bir tek kişi, ama bir tek kişi sağ kalmayacak, isyancıların tümünü yok edilecek.,” diye emir verdi.

    İmparator dahil hiç kimsenin Theodora’nın verdiği emre itirazı olmadı.

     Ertesi sabah, 19 Ocak 532 Pazartesi günü asiler Jüstinyen ve Theodora’yı teslim alacaklarına emin olarak  yavaş yavaş Hipodrom’da toplanmaya başladılar. Çünkü onlar artık şehrin tek hâkimiydiler ve istedikleri şartları kabul ettireceklerini biliyorlardı.

    O sırada yavaşça Hipodrom’a yaklaşan askeri birlikler, önce yarış arabalarının girdiği kapıları, sonra bütün diğer kapıları kapatarak sadece iki kapıyı açık bıraktılar. Belisarius’un yaklaşık yüz kişilik birliği içeri girince önce bir şaşkınlık oldu. Sonra son birkaç gündür saldıkları korkunun güveni ve sarhoşluğu içinde bir uğultu kopararak ellerindeki silahlarla birliğe doğru yöneldikleri anda diğer kapıdan Mundus’un zırhlı birlikleri içeri girdi ve aralarında kıyasıya bir mücadele başladı. İlk saldırgan grup kılıçtan geçirilerek yere serildi. İçeri giren zırhlı birlikler çoğaldıkça müthiş bir korku ve panik hızla bütün kütleye yayıldı. Bu sefer canını kurtarmak için elindeki silahı atan, kapılara doğru koşmaya başladı ama tüm kapılar kapalıydı. Tam bir can pazarı yaşandı. Askeri birlikler hiçbir ayırım yapmaksızın yaşlı, genç, kadın, erkek demeden tam otuz bin kişiyi kılıçtan geçirdiler. Hipodrom tam bir kan gölüne dönüştü. O akşamdan başlayarak önceden hazırlanan ekipler hipodromdan topladıkları cesetleri St Sergius ve Bachuss Kilisesi’nin (bugünkü Küçük Ayasofya Camii) yanındaki küçük iskeleden denize attılar.

   Bir hafta sonra durumu gözlemek için Jüstinyen dışarı çıkıp yanan yerleri dolaşınca asilerin onun en önemli sorununu çözdüklerini görünce içinden acı acı güldü. Konstantinople’u yeniden inşa etmek artık sorun olmaktan çıkmıştı . Garip bir şekilde Jüstinyen’in yıkacağı bölgeleri yakarak yok eden ve Konstantinople’u yeniden inşa fırsatı veren asiler olmuştu.

Önce yanan bölgeler temizlendi. Sonra geçici kurulan çadırlarla ev­ siz kalanlara kış şartları içinde barınak ve beslenme imkânı sağlandı. Ama esas şehrin imarı için dönemin iki büyük mimarı görevlendirdi. Tralles’li (Aydın) Anthemius ile Milet’li İsidor. İkisi yanındaki ekiple muhteşem bir Konstantinople projesi hazırladı. Şehrin yeni baştan inşası başladı. İlk olarak Büyük Saray’da, Sampson Hastanesi’nde ve Zeuxippus Banyosu’ndaki hasarlar giderildi ve hemen Aya İrini ve Ayasofya’nın yapımına başlandı. Tiyatrolar sokağından başlanarak Theodosius Limanı’na kadar olan bölgede düzgün sokaklarla ayrılan daha çok taştan binalar yapıldı. İnşaat tamamlandıkça da yerleşim devam etti.

Jüstinyen artık elli yaşındaydı. Yaşlandığını düşündüğünden, Aya­ sofya’nın bir an önce dünyada benzeri olmayan bir eser olarak ortaya çıkmasını istemekteydi. Bunun için her türlü kaynağı ve imkânı  Ayasofya’ya verdi. Dünyanın her tarafından ustalar, inşaat işinde çalışmış yetişkin kişiler Konstantinople’da toplandı. Gece gündüz, yirmi dört saat ve her vardiyada beş bin kişi olmak üzere, çalışma devam etti. Yine imparatorluğun her tarafından en kaliteli inşaat malzemesi ve mermer, başkente gönderildi. Bunlar arasında yedi adet mermer yeşil kolon  Artemis Tapınağı’ndan, döşeme ve duvarlar için beyaz mermerler Marmara Adası’ndan, pembe mermerler Afyon yakınlarından, sarı mermerler Mısır Ba’albek’ten, yeşil somakiler Thesalya ve Mora Yarımadası’ndan getirildi.

Yapımı tam beş yıl, on ay ve dört gün süren Ayasofya 27 Aralık 537 Pazar günü büyük bir törenle ibadete açıldı. Ayasofya’ya giriş için iki büyük ana kapı vardı. Jüstinyen ve Theodora imparatorlar kapısından içeri girdiler. Yandaki büyük kapıdan ise Anthemius ve genç İsidor onları takip etti.

Jüstinyen ve Theodora, içeri girince diz çöküp dualarını yaptılar. Jüstinyen’in ağzından kendiliğinden şu sözler döküldü: Süleyman Peygamberi kastederek, “Süleyman işte şimdi seni geçtim!...” Diğer bir tarihi kayıt da şöyledir: “Süleyman, şimdi seni yendim. (Solomon, eni kêsa se.)” 

Ayasofya’sı ile birlikte beş yıl içinde ortaya muhteşem bir şehir çıktı ve bu Konstantinople’un (İstanbul) dördüncü kuruluşuydu.

 

Ayasofya, Gaspare Fossati (1809-1883)

                                     

Not: "İstanbul'un daha doğrusu Byzantium'un ve Konstantinople'un dört kuruluşu burada bitti. Osmanlı'nın İstanbul'u ise başka bir yazı serimizin konusu olacak. onu da siz değerli okuyuculara sunacağız.

 

Radi  Dikici

17 Nisan 2015

 

Yorum Yaz | Makaleyi Yazdır