Radi Dikici - Haçlı Seferleri Tarihi

HAÇLI SEFERLERİ TARİHİ

 

Radi Dikici

 

 

 

                      

     I.HAÇLI SEFERİ (1096-1099)

   

     Bizans İmparatorluğu’nun bu 76. hükümdarı I. Aleksius Komnenus (1081-1118) tahta geçtiğinde henüz 24 yaşındadır. Batıda önce Normanlarla, sonra Peçeneklerle mücadeleye giren imparator 1091 yılı geldiğinde her ikisinin de hakkından gelmiş ve onları tarih sahnesinden silmiştir.

Doğuda ise Anadolu’nun büyük bir kısmını ele geçirmiş olan Selçuklu Sultanlığı, Bizans’ın önemli insan ve beslenme kaynağını tehlikeye atmıştır.

 

Diğer taraftan 7 yıldan beri papalık makamını işgal eden II. Urban Filistin ve Suriye’de bulunan kutsal toprakların, özellikle Kudüs’ün Müslüman Arapların elinde olmasından rahatsızdır. Ancak papalık makamı ile imparatorun arası, Konstantinople’da bazı Latin kiliselerinin kapatılması nedeniyle şeker renktir. Buna rağmen İtalya’da papanın topladığı konsile Bizans temsilcileri de davet edilir. Oradaki müzakereler sırasında Bizans temsilcilerinin istekleri farklıdır. Selçukluların Anadolu’nun önemli bir kısmına sahip oldukları için sürekli olarak Bizans’ı tehdit ettiğini, eğer Bizans düşerse Batı Hıristiyanlığı için büyük tehlike doğacağını, ancak şu anda Bizans’ın elinde yeterli insan gücü olmadığı için de batıdan, Bizans’ı, daha doğrusu Hıristiyanlık âlemini korumak için savaşacak birlikler isterler.

Papa ve konsil ikna olur ama amaçları farklıdır. Onların önceliği kutsal topraklardır. Sırf bu amaçla Fransa’nın Clermont şehrinde 18 Kasım 1095 Pazar günü ikinci bir konsil toplanır. Konsil toplantısı sırasında binlerce kişi Clermont’a akın eder. Toplantı sonrasında, Kudüs (1077’den beri Müslümanların elindedir) ve kutsal toprakları kurtarmak için yapılan çağrı, Avrupa’nın toprak sahibi olmak isteyen ve macera düşkünü feodal baronların yanında, ekonomik sıkıntılarla ezilmiş geniş halk kitlesi arasında da o derece heyecan uyandırır ki, adeta yer yerinden oynar, başlangıçta tümüyle karmakarışık ve ne idüğü belirsiz 30-40 bin kişilik bir topluluk oluşur. İçinde asillerden, maceraperestlere ve serserilere kadar kadın, erkek her türlü insan vardır. Kutsal topraklara varmak üzere yola çıkarlar.

Bizans’ın beklentisi ise tamamen farklıdır. O, batıdan derlenecek profesyonel askerlerden kurulu birlikler beklemektedir. İmparator, böyle başıbozuk bir alayın Bizans için çok daha tehlike teşkil ettiğini fark etmiş, ancak iş işten geçmiştir. 15 yıllık bir mücadele sonrası belirli bir istikrarı yakalamış olan Bizans, bu defa daha büyük güçlükler doğuracak bir güruhun tehdidi altındadır. Yani I. Haçlı Seferi tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Büyük bir taktik ustası olan imparator hemen tüm tedbirleri yürürlüğe koyar. Başta belirli gruplar halinde gelen bu insanlar, etrafa verecekleri zararı asgariye indirmek için, Arnavutluk’tan başlayarak askeri birlikler tarafından karşılanarak, onların refakatinde yola çıkarlar. Felaket ise daha sonra belirir. Cerbezer bir keşiş olan Amienli Peter Hermit de Fransa’dan etrafına topladığı 40 bin kişiyle yola çıkar. Ama tam anlamıyla karmakarışık, disiplinsiz, önemli miktarda kadının da bulunduğu ve tam anlamıyla serserilerden oluşan bu grup Macaristan ve Balkanlar’dan geçerken her tarafı yağmalarlar. Niş yakınlarına geldiklerinde yağmalamaya devam etmek isterler ama o sırada Bulgaristan’daki Bizans valisi silahlı müdahalede bulunur. Konstantinople’a varana kadar, bu grubun dörtte biri Bizans askerleri tarafından yok edilir. 1 Ağustos 1096 Cuma günü Konstantinople’a varan Haçlılar, imparatorun yaptığı düzenlemeyle altı gün içinde karşı sahile aktarılır. Aynı gün Peter Hermit’i kabul eden hükümdar, bu seferin çok tehlikeli olacağı konusunda onu uyarırsa da, ikna edemez. İmparator bu belayı defetmek için hiçbir şanslarının olmadığını bile bile onları kendi hallerine bırakır.

Önce İzmit’e, daha sonra o sırada Selçuklu başkenti olan İznik surları önüne varan Haçlılar, çevrede daha çok Hıristiyan Bizanslıların oturdukları bütün yerleri yağmalayıp insanları öldürür, kadınlara tecavüz ederler. 21 Kasım Cuma günü artık mevcudu 20 bin kişiye inen bu güruh, Selçuklu Sultanı I. Kılıçaslan’ın Yalova yakınlarında hazırladığı tuzağa doğru ilerlerler. Önce ok yağmuruyla karşılaşırlar. Bu onların yarısını yok eder. Arkasından süvarilerin hücumuyla birkaç saat içinde ortada Haçlılar diye bir şey kalmaz. Böylece Bizans, I. Haçlı Seferi’nin ilk gelen grubundan kurtulmuş olur.

Ancak I. Haçlı Seferi’nin profesyonel güçleri ise geridedir.

 

 

 KUTSAL TOPRAKLAR KURTARILIYOR..

 

    I. Haçlı Seferi’nin ilk sonuçlarına baktığımızda ortada garip bir durum vardır. Bizans İmparatoru I.Aleksius Komnenus, papadan ve Batı Hıristiyan aleminden Anadolu’nun önemli bir kısmını ele geçiren Selçuklulardan kurtulmak için askeri yardım istemiş, buna karşılık papa kutsal toprakları kurtarmak için çağrı yapmıştır. Bu çağrıya uyan neredeyse tümü maceraperest ve serserilerden oluşan yaklaşık 80 bin kişilik ilk Haçlı grubunun Anadolu’ya geçebilen 40 bin kişisini yok eden Selçuklular, Bizans’a en büyük yardımı yapmışlardır.

   Ancak I.Haçlı Seferi’nin daha profesyonel olan güçleri ise geridedir. Kasım 1096’da ilk gelen Fransa kralının küçük kardeşi Hugh Vermadois’dır. Sonra sırayla Loren Dükü Godfrey ve kardeşi Baldwin gelirler. Onlar karılarını ve çocuklarını da birlikte getirmişlerdir ve amaçları doğuda bir krallık kurmaktır. İmparator, her üçünü de Selçuklulardan ele geçirecekleri bütün toprakları Bizans’a bırakacakları konusunda bağlılık yemini ettirir. Ertesi günden başlayarak imparatorluk donanması bunlara ait birlikleri, Anadolu tarafına geçirir.

Çok geçmez Taranto Prensi Bohemund ise Nisan 1097’de ordusu ve torunlarıyla Konstantinople’a varır. İmparatorun kızı Anna Komnena; ertesi gün imparator tarafından kabul edilen Bohemund’la karşılaştığında onun mavi gözleri, sarı saçları, ince beli ve geniş omuzlarıyla yakışıklı bir erkek olduğunu yazar. Bağlılık yemininden sonra onun  birlikleri de Anadolu yakasına taşınır.

Daha sonra ise Avrupa’nın en asil ve en zengin üyelerinden biri olan Toulouse Kontu IV. Raymond gelir. Geriye dönmeyi asla düşünmediği için bütün ailesi onunla birliktedir. 10 bin kişilik ordusu ise, çok iyi organize ve teçhiz edilmiştir. Son olarak Nisan 1096’da yola çıkan ve çeşitli badirelerden sonra Mayıs 1097’de Konstantinople’a varan Fatih William’ın büyük oğlu Normandiya Dükü Robert’tir.

Son parti de Anadolu’ya geçince I. Aleksius Komnenus rahat bir nefes alır. İmparator mevcut haberleşme ağını genişletir ve Haçlılarla ilgili bilgiler günlük olarak özel ulaklarla imparatora ulaştırılır. İmparatorun merakı ise, Haçlı ordusunu teşkil eden güçlerin, hiç bilmedikleri bir coğrafyada ve nasıl savaştığını hiç bilmedikleri bir düşman karşısında ne yapacaklarıdır. İmparator bir şeyi kesin olarak bilmektedir; eğer başarısızlığa uğrarlarsa, geriye kalacaklar o kadar az sayıda olacaktır ki, bu da imparator için o kadar baş ağrısı olmayacaktır.

Çok geçmez Haçlı ordusunun başarı haberleri birbiri ardına gelir. Yeni başkent olarak seçtiği İznik yakınlarında yaptığı savaşı kaybeden Selçuklu Sultanı I. Kılıçaslan, kuşatma başladığında birliklerini geri çekerek şehri terk eder. İznik savunması zayıftır. Çok kısa bir kuşatmadan sonra 21 Mayıs günü 1097 Haçlıların eline geçer. Sultan hızla şehri terk ederken arkasında hazinesini, karısını ve çocuklarını da bırakmak mecburiyetinde kalır. Haçlılar, İznik’te Bizans hâkimiyetinin tesis edildiğinin nişanesi olarak Kılıçaslan’ın karısı ve çocuklarını Konstantinople’a gönderirler. Misafir muamelesi gören Sultan Hanım ve çocuklar, daha sonra özel bir birliğin refakatinde  imparator tarafından Kılıçaslana geri gönderilir.

Bu fırsattan istifade eden Bizans güçleri de sırayla İzmir, Efes ve Sardes’ı ele geçirirler. Böylece Anadolu’nun batısında Bizans hâkimiyeti tekrar kurulur.

Daha sonra sırayla Kütahya, 3 Haziran 1098’de Antakya ve nihayet 15 Temmuz 1099 Cuma günü de Kudüs Haçlılar tarafından ele geçirilir. Ancak Haçlılar, Kudüs’ün çok farklı davranırlar. Müs­lümanlar çocuk, genç ve yaşlı ayırımına bakılmaksızın katledilir. Bütün Yahudiler ise sinagoglarda canlı olarak yakılır.

Bu arada Baldwin kendini Urfa Kontu, Bohemund da Antakya Prensi ilan eder. En önemlisi Kudüs’e kimin hükmedeceğidir. Tabii aday, en yaşlı ve en zenginleri olan Raymond’dur. Ancak onu atlatırlar ve yeni kurulan Kudüs Krallığı’nın başına Loren Dükü Godfrey geçer.

Böylece I.Haçlı Seferi başarı ile tamamlanmış ve sonunda kutsal topraklar kurtarılmış ve Avrupa derebeyleri çeşitli unvanlarla Anadolu, Suriye ve Filistin topraklarını paylaşmışlardır.

Ama burası Orta-Doğu’dur. Tarihin hiçbir döneminde orada, hiçbir şey istenildiği gibi gitmemiştir.

 

 

 

  

                  Kudüs’un Latinler tarafından fethi (1099)

                Emil Signol (1804-1892)

 

 

 

 II.HAÇLI SEFERİ..

 

 

1099 yılında Kudüs ve Antakya, Urfa dahil tüm kutsal topraklar Latinler tarafından ele geçirildikten sonra her şey güllük gülistanlık olmamıştır. Önce kendi aralarında iktidar mücadelesine başlamışlardır. Zaman zaman Bizans’a, Danişmentlere ve Selçuklulara sataşmaları onlara çok kere pahalıya mal olmuştur. Özellikle Bizans’la olan ilişkilerinde, kendilerini güçlü hissettiklerinde bağlılık yeminini bir tarafa bırakmayı hep denemişlerdir. Ancak zorda kaldıklarında da Bizans’a sığınarak canlarını kurtarmışlardır.

Geçen 45 yıl içinde yani 1144 yılına gelene kadar geçen bu süre içinde her şeye rağmen Latin hakimiyeti bölgeye yerleşmiş gibidir.

Tarihte çok sık görülen şeydir. Biri çıkar, en anlamsız bir zamanda öyle bir hata yapar ki, bütün dengeleri alt üst eder.

O sıralar Latin hakimiyetinin en zayıf noktası (Edassa) Urfa’dır. İyi yönetilmediği gibi şehri savunmayı sağlayacak kadar yeterli güçleri yoktur. Bunu fark eden Musul ve Halep Emiri İmaddettin Zengi, 1144 Aralık ayı başında Urfa’yı (Edassa) kuşatır. Şehir kısa bir kuşatmadan sonra 1144 yılının Noel gecesi düşer. Savunma yapan güçlerin dışında tüm Urfa’lı Latin’ler kiliselerde Noel ayinine katılmışlardır. Ama İmadettin Zengi  ayrım yapılmadan herkesin kılıçtan geçirilmesi emrini verir.

 Urfa’nın Müslümanların eline düşüşü ve Noel gecesi kiliselerin kan gölüne dönüşü ile ilgili haberler batıya ulaştığında müthiş bir infiale sebep olur. Adeta yer yerinden oynar. Bunun üzerine Papa III. Eugenius hemen yeni bir haçlı seferi için çağrıda bulunur. Ayrıca geçen 50 yıla yakın süre içinde I. Haçlı Seferi’yle kazanılan başarı unutulmamıştır.

Ancak ne yazık ki, Avrupa’da şartlar o ölçüde değişmiştir ki, artık eskisi gibi heves de kalmamıştır. Ama Fransa Kralı VII. Louis papanın çağrısına kendisine has nedenlerle olumlu bakanlardan biri olur. Henüz 24 yaşında ve fevkalade dindar bir kişi olan VII. Louis, daha önce verdiği bir emirle binlerce kişinin diri diri yakılarak ölümüne neden olduğu için vicdan azabı çekmektedir. Ancak kurtuluşunun Kudüs’e giderek Holy Sepulchre Kilisesi’nde günah çıkararak, günahlarından arınmanın mümkün olacağına inanmasıdır. 1146 yazında İmparator I. Manuel Komnenus’a bir mektup yazarak Haçlı Seferi’ne çıkacağını duyurur.

Aynen I. Haçlı Seferi’nde olduğu gibi, başka bir papaz bu kez Almanya’da ortaya çıkar. Papaz Bernard o derece heyecan uyandırır ki, o heyecanın dalgasına kapılan Alman hükümdarı III. Konrad Mayıs 1147’de 20 bin kişiyle ilk yola çıkan olur. Almanlar, ne yazık ki, disiplinin zor kurulabileceği bir kısmı hapis kaçkını serserilerden oluşan karma bir gruptur. Daha başlangıçta Bizans topraklarına giren bu grup, talan ve yağmaya başlarlar. Duruma Bizans birlikleri müdahale eder ve çıkan çatışmada belirli kısım serseri yok edilirse de iş işten geçmiştir. Yola devam eden Alman Haçlı grubu Eylül ortalarında Konstantinople surları önlerine varır.

Çok geçmez, Fransızlar daha az sayıda, çok daha disiplinli askeri bir birlikle yola çıkarlar. Kral VII. Louis ve Avrupa’nın en güzel kadını olan eşi Eleanor Aquitaine de onunla birliktedir. Büyük güçlüklerle geçen yolculuktan sonra 4 Ekim günü onlar da Konstantinople surları önündedir. Ancak imparator Konstantinople surları dışında bulunan disiplinli yaklaşık 25 bin kişilik bir gücün tahtı için tehlike olduğunu da bilmektedir. Bunda haksız da değildir.

Önce III. Konrad ve birlikleri hızla karşıya geçirilir. Hemen peşinden, imparatorun gayet sıcak karşıladığı VII. Louis ve Eleanor  ve Fransız birlikleri Bizans gemileri onları Anadolu yakasına taşınır. İmparator I. Manuel Komnenus, VII. Louis’nin amacının Kudüs’e öğrendiği için, ona Bizans bölgesini kullanarak yoluna devam etmesini, aksi halde Selçuklu süvari birlikleri karşısında ağır kayıplar vereceği konusunda ikaz eder.

                                   

 

 

 

Kral VII Louis ve III. Conrad Constantinople giriyorlar

Jean Fouget (1421-1481)

 

 

TARİHİN PÜF NOKTASI..

 

Fransız Haçlılarının ayrılmalarından sadece üç gün sonra ilk haber Konstantinople’a ulaşır.

 Alman birlikleri Eskişehir (Dorylaean) yakınlarında Selçukluların taarruzuna uğramış ve neredeyse 20 bin kişinin tamamı yok edilmiştir. Çok az miktarda kurtulanlar arasında III. Konrad ve yeğeni Frederik Barbarossa da vardır. Onlar sağ olarak, o sırada İznik civarına varmış bulunan Fransız ordusuna ulaşmışlardır.

Arkasında ordusu kalmayan III. Konrad, Efes’e ulaşır ama orada hastalanır. Hastalanınca Konstantinople’a döner ve imparator da onu sıcak bir şekilde karşılar. Sağlık konusunda son derece tecrübeli olan I. Manuel Komnenus ve eşi Bertha Sulzbach bizzat Konrad’ın tedavisiyle meşgul olurlar. Konstantinople’da Mart 1148’e kadar kalan III. Konrad bir Bizans gemisine bindirilerek, Kudüs’e gitmek üzere uğurlanır.

Anadolu’da yola devam eden Fransızlar ise, imparatorun daha önce verdiği bilgilere itibar etmezler ve Bizanslılardan nefret eden VII. Louis, sahil şeridini, yani Bizans hâkimiyetindeki bölge yerine, burnunun doğrultusunda Selçuklu bölgesine dalınca tam bir felaketle karşı karşıya kalır. Kendisi ve karısı Eleanor Aquitaine canlarını zor kurtararak Antalya’ya varırlar. Bizans gemileri onları Eleanor’un amcası Raymond’un prensliğini yaptığı Antakya’ya salimen götürür.

 İşte tarihin püf noktası Antakya’da yaşanır.

 Fransa’nın güneyindeki Aguitaine bölgesinde genç kızlığından beri cinselliği muhtemelen dolu dolu yaşıyan Elenor’un o dönem en büyük aşkı da babasından oldukça genç olan amcası Raymond’dur. Kader ve siyaset onu, cinselliği günah sayan VII. Louis ile evlenmeye mecbur eder.

Antakya’da tekrar karşılaştıklarında aşkı depreşir, kocasından boşanmaya ve Antakya’da kalmaya karar verir. Durumu  Louis’e açıklayarak kocası ile bütün ilgisini keser ve Raymond’un hazırladığı özel bir daireye taşınır.

VII. Louis’nin ise bir an evvel Kudüs’e varıp Kutsal Sepulchre Kilisesi’nde günah çıkarmak saplantısı içindedir. Yola çıkmadan önce bir defa daha karısına kendisi ile gelmesini rica eder. Eleanor ret eder. Ertesi sabah gün doğmadan Eleanor’un kapısı çalınır. Kendisini Raymond’un beklediği haberini verirler. Hızla giyinip sevgilisine koştuğunu zanneden Eleanor, birden karşısında kocasını bulur ve eli ayağı bağlanarak bir arabaya konur. Yola çıkıp salimen Kudüs’e varırlar.

Aradan iki ay geçer.  Halep Emiri Nurettin Antakya’yı ele geçirir. Raymond’un kellesini kestirerek gümüş bir tepsiye koyarak Bağdat’ta bulunan halifeye gönderir.

Kocası Elenor’un hayatını kurtarmıştır. Ancak devamı farklıdır.

 Birkaç ay sonra Fransa Kralı VII. Louis ile artık aralarında hiçbir ilişki kalmayan Eleanor ayrı gemilerle, Sicilya’ya varırlar ve oradan da 1149 yılında ülkelerine dönerler.  III. Konrad ise bir Bizans gemisiyle önce  Selanik’e varınca bizzat imparator tarafından karşılanır, beraber Konstantinople’a dönerler. Batı gelenek ve yaşam tarzına büyük hayranlık duyan imparator ile kral artık iyi dostturlar. Şubat 1149’da III. Konrad Almanya’ya döner.

Louis ile Eleanor evliliklerini sürdürmeleri mümkün değildir. 1152 yılında papanın izni ile resmen boşanırlar. Eleanor tam sekiz hafta sonra Normandiya Dükü Henry ile evlenir. Bir yıl sonra ise Henry İngiliz Kralı olur, Eleanor, muhtemelen Nurettin’in hareminde bir cariye olacağına artık İngiliz Kraliçesi’dir.

Ama o tarih yazmaya devam eder. Henry’e doğurduğu 9 çocuktan biri ise Aslan Yürekli Rişar’dır. O ise, daha sonra göreceğimiz gibi, III. Haçlı Seferi’nin yıldızıdır.

 II. Haçlı Seferi tam bir fiyasko ile sonuçlanır. Ancak mutlu olan bir kişi vardır. O da Bizans İmparatoru I. Manuel Komnenus’tur.

 

 

    Eleanor Aquitaine Antakya’da

    Edmund Blair Leighton (1852-1922)

 

 

TARİHİN PÜF NOKTASI..

 

Fransız Haçlılarının ayrılmalarından sadece üç gün sonra ilk haber Konstantinople’a ulaşır.

 Alman birlikleri Eskişehir (Dorylaean) yakınlarında Selçukluların taarruzuna uğramış ve neredeyse 20 bin kişinin tamamı yok edilmiştir. Çok az miktarda kurtulanlar arasında III. Konrad ve yeğeni Frederik Barbarossa da vardır. Onlar sağ olarak, o sırada İznik civarına varmış bulunan Fransız ordusuna ulaşmışlardır.

Arkasında ordusu kalmayan III. Konrad, Efes’e ulaşır ama orada hastalanır. Hastalanınca Konstantinople’a döner ve imparator da onu sıcak bir şekilde karşılar. Sağlık konusunda son derece tecrübeli olan I. Manuel Komnenus ve eşi Bertha Sulzbach bizzat Konrad’ın tedavisiyle meşgul olurlar. Konstantinople’da Mart 1148’e kadar kalan III. Konrad bir Bizans gemisine bindirilerek, Kudüs’e gitmek üzere uğurlanır.

Anadolu’da yola devam eden Fransızlar ise, imparatorun daha önce verdiği bilgilere itibar etmezler ve Bizanslılardan nefret eden VII. Louis, sahil şeridini, yani Bizans hâkimiyetindeki bölge yerine, burnunun doğrultusunda Selçuklu bölgesine dalınca tam bir felaketle karşı karşıya kalır. Kendisi ve karısı Eleanor Aquitaine canlarını zor kurtararak Antalya’ya varırlar. Bizans gemileri onları Eleanor’un amcası Raymond’un prensliğini yaptığı Antakya’ya salimen götürür.

 İşte tarihin püf noktası Antakya’da yaşanır.

 Fransa’nın güneyindeki Aguitaine bölgesinde genç kızlığından beri cinselliği muhtemelen dolu dolu yaşıyan Elenor’un o dönem en büyük aşkı da babasından oldukça genç olan amcası Raymond’dur. Kader ve siyaset onu, cinselliği günah sayan VII. Louis ile evlenmeye mecbur eder.

Antakya’da tekrar karşılaştıklarında aşkı depreşir, kocasından boşanmaya ve Antakya’da kalmaya karar verir. Durumu  Louis’e açıklayarak kocası ile bütün ilgisini keser ve Raymond’un hazırladığı özel bir daireye taşınır.

VII. Louis’nin ise bir an evvel Kudüs’e varıp Kutsal Sepulchre Kilisesi’nde günah çıkarmak saplantısı içindedir. Yola çıkmadan önce bir defa daha karısına kendisi ile gelmesini rica eder. Eleanor ret eder. Ertesi sabah gün doğmadan Eleanor’un kapısı çalınır. Kendisini Raymond’un beklediği haberini verirler. Hızla giyinip sevgilisine koştuğunu zanneden Eleanor, birden karşısında kocasını bulur ve eli ayağı bağlanarak bir arabaya konur. Yola çıkıp salimen Kudüs’e varırlar.

Aradan iki ay geçer.  Halep Emiri Nurettin Antakya’yı ele geçirir. Raymond’un kellesini kestirerek gümüş bir tepsiye koyarak Bağdat’ta bulunan halifeye gönderir.

Kocası Elenor’un hayatını kurtarmıştır. Ancak devamı farklıdır.

 Birkaç ay sonra Fransa Kralı VII. Louis ile artık aralarında hiçbir ilişki kalmayan Eleanor ayrı gemilerle, Sicilya’ya varırlar ve oradan da 1149 yılında ülkelerine dönerler.  III. Konrad ise bir Bizans gemisiyle önce  Selanik’e varınca bizzat imparator tarafından karşılanır, beraber Konstantinople’a dönerler. Batı gelenek ve yaşam tarzına büyük hayranlık duyan imparator ile kral artık iyi dostturlar. Şubat 1149’da III. Konrad Almanya’ya döner.

Louis ile Eleanor evliliklerini sürdürmeleri mümkün değildir. 1152 yılında papanın izni ile resmen boşanırlar. Elenanor tam sekiz hafta sonra Normandiya Dükü Henry ile evlenir. Bir yıl sonra ise Henry İngiliz Kralı olur, Eleanor, muhtemelen Nurettin’in hareminde bir cariye olacağına artık İngiliz Kraliçesi’dir.

Ama o tarih yazmaya devam eder. Henry’e doğurduğu 9 çocuktan biri ise Aslan Yürekli Rişar’dır. O ise, daha sonra göreceğimiz gibi, III. Haçlı Seferi’nin yıldızıdır.

 II. Haçlı Seferi tam bir fiyasko ile sonuçlanır. Ancak mutlu olan bir kişi vardır. O da Bizans İmparatoru I. Manuel Komnenus’tur.

 

 

SELAHADDİN EYYUBİ : KUDÜS DÜŞTÜ

 

   Kudüs’ün Haçlıların eline geçişinden sonra neredeyse 90 yıl geçmiştir. Ortadoğu’da dengeler ile sürekli değişmesine rağmen Kudüs hep Latinlerin elinde kalmıştır. 1174 yılında Kudüs Krallığı tahtında henüz 13 yaşında olmasına rağmen IV. Baldwin vardır. İleride Selahattin Eyyubi’ye ilk mağlubiyeti tattıracak olan, basiretli ve akıllı biri olan yeni Kudüs Kralı ne yazık ki cüzzama yakalandığı için ömrü pek uzun olmayacak ve bir daha karşılaşmayacaklardır.

    Ortadoğu’nun yeni parlayan bu yeni yıldızı  Selahaddin Eyyubi 1138’de Tikrit’te doğar.  Arap-Kürt aileden gelmektedir. Başlangıçta Musul ve Halep Emiri  Nureddin Mahmud Zengi’nin hizmetine girer. 1164 yılındaki Mısır seferine katılır. 1169 yılında ise kah Haçlılarla, kah diğer Müslümanlar arası yapılan savaşlar sırasında Suriye birliklerine komuta eder. Başarıları üzerine Emir onu melik sıfatıyla Mısır vezirliğine atanır. 1174 yılında Emir ölünce artık Mısır’ın tek güçlü kişisi olarak ortada sadece Selahaddin Eyyubi vardır. O da gereğini yapar. Fatimi Hanedanı ve Halifeliğini ortadan kaldırarak Mısır’ın tek hakimi ve Eyyubi hanedanının kurucusu olur. 1181’de  Suriye de Eyyubi hanedanının bir parçası haline gelince artık Bağdat’ta tek halife ve Müslümanların da tek hükümdarları vardır. Arap-Müslümanlar arasında parçalanmayı sona erdiren Selahaddin Eyyubi, Ortadoğu’nun artık tek güçlü hükümdarıdır.

    Ama hüküm sürdüğü bu toprakların içinde adacıklar şeklinde hüküm süren Latin hükümdarlıkları veya çeşitli isimlerle şehirleri yöneten Latin yöneticiler vardır. Ona göre bunun devam etmesi mümkün değildir. Artık sıra onların ortadan kaldırılmasına gelmiştir.

    O da bilmektedir ki, esas merkez Kudüs’tür. İlk olarak oranın ele geçirilmesi şarttır. Orası düşerse Ortadoğu’daki tüm Latin hakimiyetini bitirmek kolay olacaktır.

    Hükümdarlığının ilk yıllarında 1777 yılında IV. Baldwin’e karşı Mongisard savaşını kaybetmek onun için daha iyi hazırlık yapmadan savaşa girmemek konusunda önemli bir ikaz olmuştur. Tam on yıl süreyle hazırlıklarını sürdürür. Önce orduda tam bir disiplin sağlanır. En modern silah ve araçlarla donatılır.

    Artık hazırdır. 1887 yılında Kudüs için yola çıktığında Haçlı ordusuyla ilk olarak Hittin’de karşılaşır. Savaşı kazanınca sırayla Haçlıların hakim oldukları, Akka, Beyrut, Sayda, Nasıra, Caesarea, Nablus, Yafa’yı ele geçirir.

    Artık sıra Kudüs’e gelmiştir.

Şehri savunanlar gerçekten kahramanca savaşırlar ama sadece 12 gün dayanırlar. Şehrin yöneticisi  Balian daha fazla dayanmalarının mümkün olmadığını bildiği için Selahaddin Eyyubi ile yüz yüze görüşme talebinde bulunur. Şehrin teslimi için yapılan görüşme sonunda, esasında Balian’ı çok önceden tanıyan ve ondan çok da hoşlanan Eyyubi, oldukça yumuşak olan teslim şartlarını kabul eder. Kudüs halkından sadece 7 bin kişi için fidye ödenecek, 20 bin kişi fakir oldukları için onlar için herhangi bir ödeme yapılmayacaktır.

Bu anlaşmadan sonra Selahaddin Eyyubi, 2 Ekim 1187 Cuma günü ordusunun başında Kudüs’e girerken Batı’nın 88 yıllık hakimiyetine son verdiği gibi en büyük rüyasını gerçekleştirmiş olur. Şehir teslim alındığında ne bir kişinin burnu kanar ve ne de en ufak bir yağma olayı olur. Fidye ödensin ödenmesin Kudüs halkının çok önemli bir kısmı serbest bırakılır. Bunlardan 13 bini şehirde kalır.

Böylece Kudüs’te Latinlerin hakimiyeti sona erer ama papalığın ve Avrupa’nın bunu kabullenmesini beklememek gerekir.   

  

    III. HAÇLI SEFERİ

 

 

ASLAN YÜREKLİ RİŞAR...

 

    Kudüs’ün 1187 yılında Müslümanların eline düştüğü haberi Avrupa’da şaşkınlıkla karşılanır. Papa VIII. Gregory hemen III. Haçlı Seferi çağrısında bulunur. Avrupa bu haber üzerine şoke olmuştur ama, zamanın şartlarına göre bu konu ile ilgilenebilecek ortada sadece üç hükümdar vardır. Onlar da o kadar hevesli değillerdir. Buna rağmen İngiliz Kralı II.Henri, Fransa Kralı II. Philip Augustus ve Alman İmparatoru Frederick Barbarossa olumlu cevap verirler ve yeni bir sefer için hazırlıklara başlarlar.

      Aradan iki yıl geçmiştir. Hazırlıklar neredeyse bitmek üzeredir. Tam o sırada 1189 yılında II. Henri ölüverir. II. Henry, Eleanor  Aquitaine’le evlendikten sonra, bu evlilikten 5 oğlu 3 kızı olmuştur. Tahta  oğullarından  üçüncüsü olan ve hakkında kitaplar, romanlar yazılan ve filmler çekilen Rişar, yani Aslan Yürekli Rişar geçer. O da babasının izinden yürümeye kararlıdır.

   Akıllıdır. Böyle bir sefer için büyük paraya ihtiyaç vardır. Eğer gerekli imkanları sağlayamazsa başarı kazamayacağını iyi bilmektedir. Bu nedenle tam bir yıl finansal sorunları çözmek için çalışır. Tüm hazırlıklarını tamamlayınca Rişar, yanında nişanlısı Berengaria olduğu halde Temmuz 1190’da yola çıkar. Tüm yolculuğunu gemilerle yapacağı için Bizans için problem yoktur. Önce Sicilya’ya uğrar, kız kardeşi Sicilya Kraliçesi Joan’la ilgili sorunu çözer. Onu da yanına alır. Donanmanın en güçlü gemilerini önceden yola çıkarır. Bunlar içinde nişanlısını, kız kardeşini ve sefer için gerekli hazineyi taşıyan gemiler de vardır.

     Kıbrıs önlerine gelen öncü gemiler müthiş bir fırtınaya yakalanır. Büyük bir güçlükle dost bildikleri Kıbrıs’ın Limasol Limanı’na sığınırlar.

     Kıbrıs Kralı İsaak Komnenus’un onları karşılama şekli tam bir sürpriz olur. Kral tüm gemilere, hazineye el koyar. Binlerce altını taşıyan sandıkları özellikle Limasol’daki kalenin altında bulunan hazine dairesine taşıtır. Gemicileri zindana atar. Joan’la Berengeria’yı kendi sarayının bir kulesine hapseder.

Aradan tam altı gün geçer. 6 Mayıs 1191 Perşembe günü Rişar Limasol’a varınca şaşırır. Limana bağlı gemileri bomboştur ve kendisini karşılayan kimse de yoktur. Çok kısa bir süre içinde durumu anlar. Gemileri ve gemicilerinin başına gelen durumu öğrenen Rişar, çok kızar ve birliklerini sahile çıkararak hücum emri verir. Zaten onlara göre çok az sayıda olan Kıbrıs birlikleri ve İsaak Komnenus teslim olur ve kralın ayaklarına kapanarak özür diler. Rişar’ın bu konuda müsamahası yoktur. İlk emri, “Alın bu adamı zindana atın,” olur. Böylece İngilizler, hiç akıllarından geçirmedikleri halde Kıbrıs’ın yeni sahibi olurlar. Bizans’a ihanet ederek bağımsızlığını ilan eden İsaak Komnenus, zincirlere bağlanıp Tripoli’ye gönderilerek orada bir zindana atılır. Ondan bir daha haber alan olmaz.

11 Mayıs 1191 günü Limasol St Geroge Kilisesi’nde yapılan törenle Rişar ile Berengeria evlenirler ve aynı zamanda Rişar kendini Kıbrıs Kralı ilan eder. Böylece İngiltere haçlı yolunda önemli bir durak olan Kıbrıs’ı ele geçirmiş olur.

Fransız Kralı Philip Augustus ise çok kere deniz yolunu tercih eder. O  Mayıs ayı içinde Akka’ya varır. Ancak getirebildiği bütün güç 2.000 kişi kadardır. Bu da Eyyubilerin elinde olan Akka’yı ele geçirmek için yeterli değildir. O nedenle 8.000 kişiyle yola çıkan Rişar’ı beklemek durumundadır.

21 Mayıs’ta Kıbrıs’tan ayrılan Rişar, 8 Haziran günü Akka Limanı’na varır ve böylece kutsal topraklara adımını atmış olur.

Ancak Rişar’ın taze güçlerine karşı pek direnç pek uzun sürmez ve 12 Temmuz 1191 günü Akka teslim olur. Böylece Rişar, Selahaddin Eyyubi’ye karşı ilk başarısını sağlamış olur.  

 

 

Aslan Yürekli Rişar

Merry-Joseph Blondel (1781-1853)

 

 

GERÇEK Mİ YOKSA MASAL MI?...

 

Tarihi kayıtlarda bazen garip, garip olduğu kadar ilginç, ilginç olduğu kadar şaşırtıcı ve şaşırtıcı olduğu kadar inanılmaz olaylarla karşılaşırız. Hatta o zaman, ”Bu kadarı olmaz,” diye düşündüğümüz anlar olur.

İşte Selahattin Eyyubi ile Aslan Yürekli Rişar aralarında geçen olaylara baktığımızda, hiçbir zaman yüz yüze gelmemelerine rağmen, aralarında sanki aralarında saygıya dayalı büyük bir yakınlık var gibidir. Hatta zaman zaman şaşkınlığa düşmemek mümkün değil. Zaten tüm Haçlı seferlerinin belki 200 yıla yakın tarihi içinde benzeri de yaşanmamıştır. Galiba yaşanması da mümkün değildir.

Aslan Yürekli Rişar  8 Haziran 1191 günü kutsal topraklara ayak basar ve Fransa Kralı Philip Augustus ile birlikte kısa bir kuşatmadan sonra Akka’yı ele geçirirler. Hedef Kudüs’ün geri alınmasıdır. Bunun için yola çıkarlar Eyyubi ordusu ile haçlı ordusu 7 Eylül günü Yafa’ya 50 km uzaklıktaki Arsuf’ta  karşı karşıya gelirler. Selahattin Eyyubi’nin sayıca üstünlüğü var ama savaş sanki öğleye doğru Rişar lehine dönmüş gibidir. Selahattin Eyyubi bulunduğu mevkiden savaşı çok iyi izlemektedir. Rişar’ın, gerçekten aslanlar gibi savaşın tam ortasında elinde kılıcı ile savaşmasını hayranlıkla izlemektedir. Birden fark eder ki, altındaki at yara alır ve Rişar yere düşer. Selahattin Eyyubi hemen yanındaki adamına işaret eder. O  elinde tuttuğu atla  savaşın içine dalar ve atı Rişar’a teslim eder. Ata atlayan Rişar savaşa devam eder. Hatta bu olay bir kez daha tekrar eder.

Peki ama nasıl ve ne şekilde? Hiç bilmiyoruz. Ama bu olayın olduğu tarihi kayıtlarda yer aldığı için inanmak mecburiyetindeyiz. Savaş Batılı kaynaklara göre Rişar’ın zaferi ile sonuçlanır.  Çünkü bir süre sonra Selahattin Eyyubi bütün birliklerini geri çekmiştir. Kayıpları ise çok azdır. Sanki savaşı durdurmak istemiştir. Neden? Nedeni bilinmemektedir. Üstelik Haçlı ordusundan çok daha güçlü olduğunu bildiği halde.

Kasım 1191’de Yafa Haçlıların eline  geçer. Sıra artık Kudüs’e gelmiştir. Kudüs’e 12 km yaklaştıklarında hava şartları çok kötüleşir ve lojistik destek yeterli değildir. Geri dönerler.

Ama tam o sırada bu kadar değişken havaya çok alışkın olmayan Rişar hastalanır. Tüm doktorların çabalarına rağmen bir türlü iyileşemez. Onun hastalık haberi Selahattin Eyyubi’ye ulaşır. O da aralarında kendi özel doktorunun da bulunduğu bir elçilik heyetini gönderir.  Rişar elçilik heyetini kabul eder. Elçi, sultanın geçmiş olsun dileklerini iletir. Ayrıca sultanın iki doktorunu  gönderdiğini, eğer müsaade ederse kendisini muayene etmeleri dileğini iletir.

Rişar’ın doktorları şiddetle karşı çıkarlar. Rişar onların tümünü çadırından dışarı gönderir ve doktorların yaklaşmasını ister. Muayeneye müsaade edecektir.

Doktorlar Rişarı soyarak  muayene ederler. Henüz 34 yaşında olan kralda çok şiddetli soğuk algınlığı dışında bir bulguya rastlamazlar ama hekimlerinin tedavisi yeterli değildir. Ayrıca iyi de beslenmemektedir. Hemen ilaçlarını değiştirirler. Yanlarında, Mısır’dan taze mevsim meyveleri getirmişlerdir. Krala yemek sonrası verilmesini tavsiye ederler. Tam üç gün yine de kendi hekimlerinin gözetiminde Rişar onların hazırladıkları ilaçları içer. Dördüncü gün ayaktadır. Heyet geri döner.

Bir hafta kadar sonra bu sefer Rişar’ın elçisi Eyyubi’nin huzurundadır.

“Majesteleri kralımız size teşekkürlerini sunmam için beni görevlendirdiler. Gönderdikleri mütevazı hediyenin kabulünü dilemektedirler,” der

  Birlikte dışarı çıkarlar. Hediye, üstlerinde Rişar’ın dünyaca ünlü armasının işlenmiş olduğu kenarları altın simlerle işlenmiş bir örtü ile kaplı olağanüstü güzellikte iki beyaz attır. Eyyubi tabii ki iki at olmasındaki manayı hemen anlar ve elçiye teşekkür eder.

Kudüs’ün ele geçirilmeyeceği artık belli olmuştur. Selahattin Eyyubi ile Arslan Yürekli Rişar Kudüs’ün bütün dini inançlara sahip kişilerce serbestçe ziyaret edilmesine izin verilmesi konusunda anlaşırlar. Artık yapacak bir şey kalmamıştır. Rişar 2 Eylül 1192’de ülkesine doğru yola çıkar.

 

Frederich Barbarossa...

 

   Alman İmparatoru III. Haçlı Seferine katılan hükümdarların en yaşlısıdır. 67 yaşındadır. 11 Mayıs 1189 günü o zamana kadar önceki iki haçlı seferinde görülmedik bir güçle, yanında oğlu Frederich olduğu halde çoğunluğu asker olmak üzere 100 bin kişiyle yola çıkar. O kara yolunu tercih eder. Önceden Bizans imparatoru II. Isaak Angelus’u haberdar etmiş ve yol boyunca lojistik destek için bir anlaşmaya varmışlardır.

   Ancak Barbarossa iliklerine kadar Bizans İmparatorluğu’ndan nefret etmektedir. Çünkü o zamanın kurallarına göre bir kral veya imparatorun unvanını kullanması için Roma-Bizans imparatorunun izni gerekmektedir. Barbarossa’nın bir unvanı daha vardır: “Kutsal Roma İmparatoru” Ancak bu unvanını Alman sınırları içinde kullanabilmektedir.  Çünkü İmparator Şarlmayn’a, 812 yılında Bizans, daha doğrusu Roma İmparatoru I.Mikail Rangabe tarafından bu şartla verilmiştir. Kendini çok üstün gören Barbarossa’yı çılgına çeviren dünyada hala tek bir Roma imparatorunun oluşu ve onun da Konstantinople’da  ikamet etmesi ve ondan izin almak mecburiyetidir.

    Zaten kara yolunu seçmesindeki amaç muhtemelen elinden geldiğince Roma-Bizans İmparatorluğu’na zarar vermektir. Büyük bir ihtimalle kafasının arkasında, fırsat çıkarsa, belki Konstantinople’u da ele geçirme fikri de vardır. Hatta seferin ortasında bir kızgınlık anında bunu uygulamak ister ama başarılı olamaz.

   Bizans bölgesine girdiklerinde oğlu ve diğer prensler tarafından yönetilen Alman Haçlı ordusu Bizans arazilerinden disiplinli bir şekilde merhale merhale geçişe başlar. Özellikle Balkanlardan geçiş sırasında daha önce yapılan anlaşmaya genellikle uyulur. Ta ki Filipe’ye (Plovdiv) gelene kadar. Şehri işgal ederler. İmparator şehri geri alabilmek için Trakya ordusundan 3.000 kişilik bir birlik gönderir. Esasında savaşmaktan çok şehri teslim almak için gönderilen bu birliği Almanlar yok ederler. Ayrıca  Edirne’ye (Adrianopolis) varınca işgal etmenin dışında, ayrılırken şehri yakarlar.

     İmparator II. Isaak Angelus durumun çok tehlikeli bir hal aldığını fark eder. Onları Konstantinople’dan uzak tutmak için, daha çok yardım vaadiyle, Barbarossa ile anlaşarak Çanakkale’den karşıya geçmeye ikna eder.

    Neredeyse aradan bir yıla yakın zaman geçmiştir. İmparatora gelen istihbarat raporuna göre çoğu asker olmak üzere yaklaşık 60 bin kişi karşıya geçirilir. Ayrıca kutsal topraklardaki savaşlarda baş rolü oynayacak olan zırhlı birliğin çok az kayıp verdiğini de öğrenmiş olur.

    Alman İmparatoru’nun yolu üzerinde Selçuklu Devleti vardır. Sultan II. Kılıçaslan’la yapılan anlaşma gereği, sultan Almanlara topraklarından geçiş hakkı verir. Para karşılığında da lojistik destek sağlayacaktır.

    O sırada Anadolu’da hakimiyet kurmuş olan birkaç Türkmen Beyliği vardır. Selçuklu topraklarına girene kadar bu beyliklere ait birlikler geceleri Almanlara sürpriz saldırı yapmakta ve onları soymaktadırlar. Ayrıca asker kaybı da olmaktadır.

     Mayıs 1190 başlarında Selçuklu topraklarına girince, bu saldırıları Selçukluların yaptığına inanan Barbarossa onlara bir ders vermek ister ve 18 Mayıs Cuma günü Konya’ya saldırır. Karşı koymak mümkün olmadığı için aynı gün şehri ele geçirirler. Bütün gıda maddelerine ve binek hayvanlara el koyarlar. Ancak fazla kalmaları mümkün değildir. 5 gün sonra kutsal topraklara varmak için yola çıkarlar.

   Barborassa Haziran ayı başlarında güneydeki Ermeni Prensliği bölgesine gelince yeterli yiyecek desteği alacağından emindir. 10 Haziran günü hava olağanüstü sıcaktır. İki gün sonra da yani 12 Haziran 1190 Salı günü Prens, onu Silifke’de törenle karşılayacaktır.

 

 

 

Frederich Barbarossa’nın sonu

Evren Oğuzbalaban (1989)

 

 

      Barbarossa Yolcu..   

 

     10 Haziran günü hava olağanüstü sıcaktır. İki gün sonra da yani 12 Haziran 1190 Salı günü bölgeyi yöneten Prens, Barbarossa’yı Silifke’de törenle karşılayacaktır.

    Oğlu Frederich babasını çadırında ziyaret ettiği zaman, Barbarossa sıcaktan şikayet eder. Üzerinde sadece bir tunik olmasına rağmen terlemektedir. Öğleden sonra olduğu için oğluna, “Üzerime bir şeyler giyip biraz dolaşmak ve hava almak istiyorum,” der.

    Oğlu ne kadar karşı çıksa da babasının kararını değiştirmeyeceğini bilmektedir. “Bölgeyi iyi tanımıyoruz. Yanınıza birkaç muhafız almanız doğru olur,” der.

   İmparator yola çıkar. On dakika bile gitmemişlerdir ki, karşılarına bir nehir çıkar. Göksü. Pırıl pırıl su onu tahrik eder. Etrafta bir tehlike sezmediği için muhafızlara dönmeleri için işaret eder.

   Atından iner. Nehrin kenarına gelince, nehrin bir kıvrımla tabii bir havuz oluşturduğunu görür. Sığdır, en çok 50-60 cm kadar derinliği olduğunu görür. Havuz içinde minik balıkların birbirlerini kovalamalarını büyük bir keyifle seyreder. Alt giysisinin paçalarını da yukarı çeker. Yavaş yavaş suya girer. Serindir. Çok hoşuna gider. Çocukluğunda hocalarının onu çok soğuk Alman nehirlerinde yüzmeye götürdüklerini hatırlar ve kendi kendine gülümser. Su derinliği dizlerine kadar gelince, eğilir, avuçları ile aldığı suyla yüzünü yıkar. Islak ellerini boynuna sürer. Bir adım daha atar.

    İşte ne olduysa o an olur. Başının döndüğünü ve şimşek gibi bir ağrının göğsüne saplandığını hisseder. Daha önce birkaç kez yaşadığı için telaş etmez ama bu ağrı diğerlerine benzememektedir. Elini göğsünün üzerine koyarak ağrının geçmesini kımıldamadan bekler. Ancak birden başı döner ve yüzün koyun suya düşer. Birkaç saniye çırpınarak nefes almak için dönmeye çalışır. Bu ağrısını şiddetlendirir. Gözü kararır ve o an her şey yok olur. Tarihin yazdığı Alman imparatorlarının  en büyüklerinden biri olan Frederich Barbarossa, nefret ettiği Roma-Bizans topraklarında kalp krizine bağlı olarak 50 cm’lik suda boğularak can verir.

    Aradan birkaç saat geçip dönmeyince oğlu merak eder. İmparatorla giden muhafızlardan biri, “Majesteleri çok yakında efendim. Bir nehrin kenarında durunca bizi geri gönderdi,” der. Babasının bu tarz davranışlarına alışkın olan Frederich bir süre daha babasının dönmesini bekler. Sonunda dayanamaz, muhafızı alarak yola çıkar. Göksü Nehri’ne varınca atı görürler ama imparator ortada yoktur. Nehre doğru gittiklerinde, havuzun için yüzün koyun yatan Barbarossa’yı görünce oğlu, “Baba... Baba...” diye bağırarak koşar.  Suya dalarak babasının cansız bedenine ulaşır. Muhafızla birlikte hemen ters çevirirler ama yapacakları bir şey kalmamıştır. Atın üzerine yatırırlar ve karargaha geri dönerler.

    İmparator çadırında doktorları tarafından muayene edilir. Üzerindekiler değiştirip  yatağına yatırırlar. Başta oğlu Frederich olmak üzere, tüm orduya asker vererek katılmış Alman prens ve lordları çadıra girerek saygı duruşunda bulunurlar. Sonra Frederich’in çadırında toplanırlar.

    Yapılan müzakereler sonunda, üçüncü oğul olduğu için imparator olması söz konusu olmayan Frederich’in bütün ricalarına rağmen birliklerini alarak geri dönmeye karar verirler. Zaten o sırada 50 bin kişiye yakındırlar ve bu zırhlı birlikler dahil 40 bininin geri dönmesi demektir. Prens ve lordların temel düşüncesi, başlarında artık imparator olmadığına göre bu maceraya devam gereksizdir. Üstelik artık Almanya’da yeni bir imparator vardır. Çıkarları gereği onun yanında olmak ön plana çıkmaktadır. Geri dönerler.

    Frederich her ne pahasına olursa olsun babasını kutsal topraklarda gömmeye kararlıdır. Barbarossa’nın cesedi ordu cerrahları tarafından o günün şartlarına göre (sirkeye batırılarak) tahnit edilir. Frederich komutasında geride kalan, sayıları oldukça azalmış haçlı birlikleri Barbarossa’nın cesediyle yola devam ederler. Bilmedikleri yol boyunca çeşitli tuzaklarla karşılaşan bu birlikler sonunda Antakya’ya vardıklarında, Antakya Prensi III. Bohemund tarafından karşılanır. Hemen ertesi gün yapılan törenle Antakya Katedrali’ne gömülür. Barbarossa’nın  Bizans topraklarındaki misafirliği ancak 78 yıl  sürer. 1268’de Antakya’yı ele geçiren Mısır Sultanı Baybars, katedrali yakınca Barbarossa’nun mezarı da yok olur.

Böylece III. Haçlı Seferi’nin Alman macerası tam bir fiyasko ile sonuçlanır.

 

    Radi Dikici

30 Mart 2015 İstanbul

 

 

 

 

Yorum Yaz | Makaleyi Yazdır