Marksizm ve 17. Türk Devletinin Kuruluş İlkeleri

Marksizm ve 17. Türk Devletinin Kuruluş İlkeleri
 

Wise men speak because they have something to say; Fools because they have to say something.
                                              Plato


Türkiye Cumhurbaşkanlığı Forsu, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanının ikametgahında, ziyareti süresince bulunduğu yerde, bayrak direğine çekilir, gece ve gündüz çekili kalır, makam odasında çalışma masasının sol gerisine konur, içinde bulunduğu arabanın sol önünde, tepesinde ay yıldız bulunan kromajlı direğe çekilir. Cumhurbaşkanının konuşma yaptığı kürsünün ön yüzünde yer alır. Forsun sol üst köşesinde yer alan güneş ve yıldızlar sarı renktedir.

                                                
 Resmî kaynaklar 16 yıldız için tarihteki 16 büyük Türk imparatorluğunu, ortadaki güneş için ise Türkiye Cumhuriyeti'ni simgelediğini belirtmektedir. Bu Türk imparatorlukları şunlardır:

• Büyük Hun İmparatorluğu
• Batı Hun İmparatorluğu
• Avrupa Hun İmparatorluğu
• Ak Hun İmparatorluğu
• Göktürk İmparatorluğu
• Avar İmparatorluğu
• Hazar İmparatorluğu
• Uygur Devleti
• Karahanlılar
• Gazneliler
• Büyük Selçuklu İmparatorluğu
• Harzemşahlar
• Altınordu Devleti
• Büyük Timur İmparatorluğu
• Babür İmparatorluğu
• Osmanlı İmparatorluğu

29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğunun ilan edilmesiyle  17. Türk Devleti tarih sahnesine çıkmıştır.  Bu yeni Türk Devleti   20. Yüzyılın Batı dünyasında geçerli olan iki temel ilke üzerine tesis edilmiştir.  Birinci ilke sosyo-kültürel  yapıya temel olan Laiklik  ve ikinci ilke ekonomi sisteminin yapısına  temel olan  Devlet Kapitalizmi sistemidir. Bu makalemdeki amacım  bu iki temel ilkelerin günümüzdeki durumlarını irdelemektir. 

 XXX


Türkiye  Cumhuriyet tarihindeki ilk büyük olay Atatürk’e  planlanan  suikast tertipçilerinin İstiklal Mahkemelerinde yargılanmalarıdır. Bunların  yargılanması sonucunda  Dünya  tarihinde ilk kez bir İslam ülkesinde akla dayalı  Rönesans ve Reform düşüncesinin   yani Laiklik ilkesinin  yok edilmesi engellenmiştir. Laiklik ilkesini yok edecek olan İttihat Terakkici “elit” in Atatürk’ü öldürerek siyasal  iktidarı   ele geçirmeleri olasılığını  ortadan kaldırılmış olması sonucunda
 
1-Cumhuriyet ‘in “Laiklik”  ilkesi  kurtarılmış,
2-  Şeriat kurallarının koruyucusu  olan Halife-Padişah  “siyasal iktidar” yapısı  tarihe gömülmüş ,
3- Osmanlı devletinin özü olan Kavimler  Birliği anlayışı “Millet” kavramı   alternatifi karşısında AKP’nin siyasal  iktidara gelinceye kadar gündemden düşürülmüş ve 
4- Türkiye dünya tarihinde  Devlet Kapitalizm (Karma Ekonomi) anlayışını  kendi  “İktisadi Sistem” i olarak tesis eden ikinci ülke olmuştur.

İttihat Terakkicilerin Cumhuriyet rejimini kabul etmeyerek Halife/padişah sisteminden yana olmaları ve Mustafa Kemal’i öldürerek eski Halifelik rejimine dönmeyi sağlamayı elde etmek istemeleri yani Kemalist gerçekler bir yana itilerek bilim ve akla dayalı sonuçlar yerine İttihat ve Terakki ‘nin takipçisi olan örneğin  Rauf Orbay   “Halifelik kaldırılamaz. Çünkü halifenin ekmeği hala kursağımdadır" (1) derken Enver Paşa da “Bana gelince, ben yalnız bir ideal takip edeceğim. O da, İslam’ı ezen Avrupa canavarları ile pençeleşmek için Müslümanları harekete geçirmek...dışarıda kalmamızın genel maksadımız olan kurtarmaya çalıştığımız İslam alemi için”(2)…

İttihatçı liderlerin bu söylemlerine ek olarak diğer İttihatçılar  Cumhuriyet kurulduktan sonra yani 1926 İzmir Suikastı davası mahkemesinde yargılanırken, Rauf Orbay dahil hiç biri, Cumhuriyet rejiminin  “iktisadi  sisteminin” temellerine itiraz etmemişlerdir. 1923 İzmir İktisat Kongresinde ilan edilen  “İktisadi Misak” kurallarına itiraz eden ya da muhalefet eden hiçbir  İttihatçı yoktur.

Dünya tarihinde özellikle ABD, Avrupa ve Rusya’da ekonomik nedenlere dayanarak iç savaşlar, ihtilaller , ayaklanmalar  toplu katliamlara dayalı halk hareketleri hakkında bilgi ve tecrübeleri olan bu  Osmanlı ittihatçı entelektüelleri  İzmir İktisadi Misak kararlarını alkışlarla onaylamışlardır. Bu karşı çıkılmayan Karma Ekonomi  (Devlet Kapitalizmi )sistemin temelinde  Ziya Gökalp’in  Lozan Antlaşmasının imzalanmasından önce yazdığı makalelerinde  Modern Türkiye  için  ileri sürdüğü yollar ve amaçlar daha önceden  belirgin hale    gelmiştir.

Diğer bir deyişle , Osmanlı İmparatorluğundan  kalan dış borç batağı ile 1838 Ticaret Sözleşmelerinin İngiltere emperyalizmi tarafından  koydurulan maddelerinden dolayı gümrüklerde bile bağımsızlığını kaybetmiş Osmanlı Kavimler  Birliğinin Halifesi  Sevr anlaşmasını imzalamış ve Osmanlıdan kalan sefalet ve toplumdaki  ümitsiz durum  karşısında  ülkede  ümit ışıklarını gözler önüne seren düşünür Ziya Gökalp olmuştur.

Ziya Gökalp’in hareket noktası Karl Marx’ın ekonomik unsurlar dışındaki tüm sosyal unsurlar epi-fenomen niteliğindedir… sadece ekonomik unsurlar hakiki gerçeklerdir. Bunun dışındaki unsurlar ne gerçek ne de fenomen olamazlar; yalnızca ekonomik unsurların birer gölgesi ya da bu unsurların birer ürünü olacaklardır(3) anlayışını kendine şiar edinmiş olmasıdır. Karl Marx  “1844 Economic  and Philosophical Manuscripts” adlı eserinde (4)  “insan”ın  zaman  içinde bir commodity haline dönüşmesinin  “ nedeni”ni  sınıflar arası mücadele temelinde  “ekonomi” nin sonucu olarak görmüş ve     bu  ekonomi  “nedeni”nin  “nasıl” oluştuğunun izahını   Das Kapitalde yapmıştır.

Bu anlayışa dayanarak  Gökalp ,ekonomi ve ekonomi sistemine  ilişkin yazılarını çeşitli dergilerde yazıyor ve Türkiye Cumhuriyetini kuran entelektüel ve  vatanseverlere realist  olan  bir çok öneriyi  Lozan Antlaşması imzalanmadan önce dile getiriyordu:

1-“Eğer Türkiye Büyük Millet Meclisi ulusal bir ekonomi planı çizerek ona uygun  bir politika izlerse, barış sağlandıktan sonra (yani Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra-C.Ü.) ekonomik bir mucize görme ihtimali mümkündür”(5)
2-Eğer biz devlet kapitalizmi sistemini kabul edersek, ülkemizdeki doyumsuz ve yağmacı kapitalistlerin yükselmesinden artışından kendimizi koruyabiliriz.”(6)

Burada  görülen ilk  önemli husus  Ziya Gökalp’in  kapitalizmi iki farklı tanımlamaya ayırmış olmasıdır.  Birinci tanımlama  “private capitalism”  ikinci tanımlama ise  ‘’state capitalism’’ yani =Devlet kapitalizm= adını  kullanmakta oluşudur.  Aslında Gökalp’teki diğer önemli  husus  “barış sağlandıktan sonra” tümcesinin ifade ettiği risk taşıyan İngiliz  emperyalizminin çok ağır zorlamalarının gündemde oluşu idi. Gerçekten de  Lozan Barışı imzalanmayabilirdi. Kurtuluş Savaşımızdaki düşmanlarımızın önderi İngiliz Emperyalizminin delegesi olan Lord Curzon

1- Osmanlı Meclis-i Mebusanı  tarafından  çizilen  Misak-ı Milli sınırlarını  tanımak istemiyor ve
2- Kapitülasyonlara adeta temas dahi edilmesine tahammül edemiyordu; yani bağımsız bir ülke olmanın simgesi olan gümrüklerdeki ithalat rejimimizde kendilerinin söz sahibi olmalarının devamını istiyordu. Bu istek  o dönemde İngiltere  Başbakanı olan  ve Sevr Antlaşmasının bir numaralı  tertipleyicisi  ve Türklerin  can düşmanı olan  Lloyd George'un isteği idi.

XXX


Lozan müzakereleri 20 Kasım 1922 tarihinde başlamış ve 4 Şubat 1923 tarihinde Lord Curzon’un  müzakereleri terk etmesiyle  kesilmiştir. Ama Atatürk’ün öngörü sahibi olması sayesinde Ocak 1923 tarihinde  İzmir de Misak-ı  Milli deklarasyonu gibi bir Misak-ı  İktisadi  deklarasyonu  çıkarmak amacıyla toplantı yapılacağı ilan edilmiştir. Atatürk’ün İngilizlerin Milli Misak ile Kapitülasyonlar hakkında  direteceklerini  algıladığı için İzmir İktisat Kongresini  17 Şubat 1923 te başlatmış  ve  4 Mart 1923 tarihinde  Misak-ı İktisadi  kararlarının ilan edilmesini bir bakıma İngiltere’ye rest çekme anlamında sağlamıştır.

Lozan Konferansının ikinci açılışı 23 Nisan 1923 te yapılmıştır.  Müzakerelerde İngiliz  emperyalistlerinden   beklendiği gibi Milli Misaktaki sınırları ve 1838 Ticaret Sözleşmelerini imzalayan İngiliz sevdalısı Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nin verdiği kapitülasyonlara dokunulmamasına ait konular tekrar masaya getirilmiştir.  Bu görüşmelerde Kapitülasyonlar İktisadi Misak kurallarına uygun şekilde ” yani “Türkiye’de  yabancı sermayeye aleyhtar olunmayacak “ anlayışıyla  ve  gümrüklerde vergi ve sair hususlarda bağımsızlığın  Lozan’in imzalanmasında  6  sene sonra 1929 da başlayacağının kabul ettirilmesi  ve Milli Misak sınırlarından  Musul-Kerkük bölgesi hakkında kararın Cemiyeti Akvam’ a bırakılmasının onayı ile imzalandı. Ama İngilizler daha sonra 1930 da burada bir oyun oynayarak Irak diye yapay bir devlet kurarak kendilerine Manda sistemiyle bağladılar. Buraya  Kral yaptıkları  kişi de  Sevr Antlaşmasını imzalayan Kutsal Kabe’nin koruyucusu Osmanlıya ihanet eden Hicaz Kralının oğlu Faysal idi.

XXX


Lozanda kabul edilen Gümrüklerdeki kısıtlamaların kaldırılmasına kadar  beklenilmeden Devlet Kapitalizminin temel dört unsuru sistemin ismi  konulmadan uygulanmaya başlamıştır. Bunlar:

1- Bölgesel değil ulusal kapsamlı Merkezi planlar yapılacak,
2- Piyasadaki fiyatların oluşmasındaki esas ilke “ tüketici tercihleri” olarak korunacak ve kaynakların  üretim, yatırım ve dağılım kararlarının dayanağı  serbest  piyasada teşekkül edecek fiyatlar olacak,
3- Piyasada hem özel hem de kamu sektörlerinin yan yana çalışması yürürlükte kalacak  ve
4- Devlet kamu teşebbüsleri için emredici özel sektör için ise teşvik edici olacaktır.
 
Bu dördüncü  madde gerçekten Devlet Kapitalizminin ruhu denilecek kadar önemli bir anlayışın tezahürüdür. Bu maddeye  göre kamu teşebbüslerini, kamu üretim birimlerini özel sektöre satmak, devretmek ya da buraları   bedel karşılığı özel kişi ve kuruluşlara kiralamak  ya da kamu ya ait  birimlerde  özel kişi ya da kuruluşlarla ortaklık tesis etmek  Devlet Kapitalizmini  yok etmek anlamına gelir. Bu duruma en iyi örnek Soma işçilerinin “bizim madenimizi kamulaştırın” diye  seslenmelerinde  görülmektedir. İşçilerin itirazı  Gökalp’in 1920 li yıllarda söylediği  Devlet Kapitalizm sistemi ile “ülkemizdeki  doyumsuz ve yağmacı kapitalistlerin yükselmesinden kendimizi  koruyabiliriz dediği “private capitalizm yerine  state capitalizmi  önermesini ve buna benzer  eylemler  örneğin kamu teşebbüs kuruluşları özel sektöre devir edilmesi satılması, kiralanması  taşeronlaştırılması  ve “milli” emlaka “ ait gayrı menkulleri özel ya da tüzel kişilere satmak ,devlete ait arazileri arsalara çevirmek için kamulaştırıp özel sektöre devredilmesi  gibi haller Karma Ekonomi sisteminin tahrip edilmesi anlamına gelir.

Günümüzdeki bazı köşe yazarları 1920 lerden beri uygulanan Karma Ekonomi sistemini “günümüzde hemen uygulamanın tam zamanı “ diyerek  geçmişi görememek ve Karma Ekonomiyi sistem olarak değil bir “üçüncü yol” olarak telakki etmek doğru değildir; yani, kamu ve özel kuruluşları bölgesel  ya da sektörel  olarak birbirlerini tamamlayıcı birliktelikler  olarak telaffuz etmek  hem bilimsel hem tarihsel hem de Türkiye’nin  ekonomi sisteminin bazı  çevrelerce  değiştirilmesine yol açacak yanlış anlamaların sonucu olduğu aşikardır. Aslında bu yanlış anlamaların Turgut Özal döneminde başladığını görmeyip şimdi algılanmış olması biraz da düşündürücü  olmaktadır.

XXX

Karma ekonomide temel anlayışın özü özel sektörde çalışan müteşebbislerin kendi  öz kaynaklarını kullanarak faaliyette bulunmalarıdır. Bu faaliyetlere Devlet tarafından bilimsel ve teknik açılardan destek verilmesinden ibarettir. Karma Ekonomide temel nokta, ülkenin Batı Uygarlığının düzeyine erişmek için Merkezi Plan dahilinde  ülkenin kamu ve özel sektörlerindeki yan yana faaliyetlerinde bulunmaları ile Devlet ,Kamu  birimleri ve  üretim  tesisleri için emredici özel kişiler ya da özel kurum ve kuruluşlar için yol göstericidir.

Kısaca karma ekonomi ,devlet kamu kaynaklarını  özel kişi ve kuruluşlara devretmek ya da kiralamak , satmak ya da  Devlete ait varlıklarda nitelik değiştirerek onları satarak kamunun emval ve emlak hazinesini zayıflatmak  demek değildir.

XXX

Günümüzde bazı köşe yazarlarının “karma ekonomi sisteminin  getireceği  sosyal  politikalar “ demesi Devlet Kapitalizmi anlayışını  yanlış yollara sevk edici tanımlamalar olduğu açıktır. Kapitalizm , sosyalizm , komünizm  ya da feodalizm gibi sistem nitelemeleri  kendi başına “ sui generis” kabul etmek gereklidir. Yoksa  günümüzdeki diğer bir yazarın  bir iktisadi sistemi örneğin kapitalizmi,  “vicdansız kapitalizm” diye etiketlendirmesi de  bilimsel değildir. Bu anlayış bir itfaiye aracının yangın mahalline giderken yolu kaybetmesi ya da itfaiye erinin yangın söndürme hortumunu  kullanmayı  becerememesi  durumunda itfaiye arabasını  (yani sistemi) suçlu görmesi doğru değildir. Bu tür yanlış kavramları  “doğru”  kavramlarmış gibi algılatanların yaptıkları son derece üzücü ve ürkütücüdür.

XXX

Yukarda tanımlanan Karma Ekonomi anlayışı ( ayrıntı için bknz: DPT: İkinci  Beş Yıllık Kalkınma  Planı,1967) ile Kemalist Türkiye’de  kamu kurum  ve kuruluşları  harekete geçirilmiş ve Kapitülasyonlardan dolayı gümrük vergileri kısıtlanması kalkınca   bu  vergiler %45 oranında arttırılmıştır. Fabrikalar ve Devlet kurumları kurulmuştur. Örneğin  Malatya, Kayseri, Bursa ve Merzifon dokuma fabrikaları– Uşak ve Alpullu Şeker Fabrikaları– Paşabahçe Cam Fabrikası ile Beykoz Deri Fabrikaları, İzmit Kağıt Fabrikası– Karabük Demirçelik Fabrikası– Madenlerin tespiti ve işletilmesi için "Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü ile Etibank kurulmuş ve yabancıların işlettiği demiryolları satın alınarak millileştirilmiştir.  1930 yılında  devletin iktisadi sisteminin  uygulaması hızlanmış  ve 1931 yılında Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı uygulamaya konulmuştur. Merkezi Plan anlamında  bu uygulama  Ziya Gökalp’in  Devlet Kapitalizmi sisteminin  tabanı olarak temel gördüğü Plan olgusu uygulama sürecine girmiştir. Diğer yandan  Sümerbank ve İş Bankası'nın desteği ile özellikle dokuma sanayiinde önemli gelişme sağlanmış  İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı 1937 yılında hazırlanmış ve uygulamasına  1938 de  geçilmiştir. İkinci dünya  savaşı devam ederken  1944 Sanayi Planı ilan edilmiştir.(7)

Ne var ki belli bir süre sonunda  Gökalp Türkiye Cumhuriyetinin  toplumsal yapısının çağdaşlaşması için  Türk Rönesansının sanatta, dilde ve ahlakta  uygulanmasını  arzu ediyordu (8); İttihatçılar ne var ki İslami kültürün Arap anlayışının Türkiye Cumhuriyetine olan etkisinin silinmesine karşı geliyorlardı. 

Batı uygarlığının bilim ve teknolojisinin gelişmesinin temellerini atmak isteyen Kemalistlere  günümüz Bakanlarından birinin  “biz keşif ve  icat yapamayız; biz Müslümanız”  demesinin benzeri  davranışlar ile  Cumhuriyeti kuran ecdadımız  gerçek bir ihtilal anlamına gelen Arap harflerinin yerine Latin harflerinin alınması kararını vermişlerdi. Buna karşı gelenlerin en önemli  kişisi Kazım Karabekir  Paşa İzmir İktisat Kongresinde aynen şöyle diyordu  : “Bizim İslam hurufatımız(harflerimiz) kafi değilmiş binaenaleyh (bundan dolayı) Latin hurufatı alınmalı imiş. …Biz bunun vahametini (korkunçluğunu) ve bu harflerin değiştirilmesinin bugün kürre-i  arz (dünya) üzerinde  yaşayan üçyüzellimilyon  ehl-i İslama (Müslüman dünyası)  ait  olduğunu söyledik ise  de  onlar anlaşılmaz bir şekl-i huruf (harflerin şekli) kabulü noktasına doğru yürüdüler… Bu kabul edildiği gün memleket herc-ü merce (allak bullak)  girer. …bizim kütüphanelerimizi dolduran  mukaddes (kutsal)  kitaplarımız, yazılarımız…  ve bütün alem-i İslam’ı (İslam dünyası) üzerimize hücum ettirir ve kendi aramızda birbirimizi yeriz.(9)

Yani İttihatçılar ülkenin ekonomik sisteminin  Devlet Kapitalizmi (Karma Ekonomi ) olarak  kabulünü alkışlarken  Arap  harfleri  noktasında  sert karşı  koymalarda  bulunmuşlardır. Gelişen bu durum gerçekten çok ilginçtir. Zira, Dünya tarihindeki  büyük olay ve oluşumların hemen hemen hepsinde temel neden ekonomi ile ilgili olgulardır; örneğin 1789-1848-1917 gibi dünyadaki büyük devrimsel hareketler hep ekonomi  ile  ilgili  temel sorunlardan  ileri gelmiştir. Hatta örneğin  1851-1865 ABD iç savaşı dahi ekonomi ile ilgili nedenlerden  ileri gelmişken  Osmanlıdan  devir alınan Türkiye Cumhuriyetindeki her toplumsal değişime mukavemet  akıldan değil “inanç” açısından ileri gelmiştir.

Din eksenli  bu reaksiyon ileriki yıllarda da devam etmiştir.  Toplumsal değişimlere,  örneğin ,1950-1960-1971-1980-2002 ile 2013 (Taksim Gezisi) olaylarına bakılacak olursa  bu değişimlerin temelinde ekonomik olgular olmadığını  hep  sosyal  nitelikli ileri seviyede insan hak ve özgürlüklerin örneğin inançtan kaynaklanan  içki yerine ayran içiniz mottosundaki geçerli öz olan içki içmenin günah olduğuna inanların  Laikliği benimseyen vatandaşlara engelleme yapmak istemiş olmalarıdır.Buradaki temel durum kişisel özgürlüklerini  çağdaş uygarlık seviyesinde  yaşamak isteyenlerin  isteklerine set  çekilmesi olgusudur. İçki içilmesini günah sayanların gösterdiği inanca dayalı reaksiyonun  akıl  ile zıtlaşma  olduğu görülmektedir. Batı uygarlığında kişinin özgür iradesinin  kullanılmasını siyasal iktidarı yürütenlerin  ya da din otoritelerinin akla zıt  müeyyidelerle engellenmesi kabul edilirse bu  insan’ın insan olarak yaşamasının men edilmesi anlamını taşır.
 
Böyle bir durumu ihdas edeceklerin temeldeki yanlışının kaynağı  Batıda 1400-1500 tarihlerinde gerçekleşen Rönesans  hareketinin  Osmanlı dahil hiçbir İslam ülkesinde yaşanamamış olmasıdır. İnsanlık tarihinde yepyeni bir çığır açan Rönesans ve Reform hareketlerinin ne yazık ki en küçük bir etkisi bile İslam dünyasında yer alamamıştır. Batı değişirken Osmanlı’nın sosyo-ekonomik sistemi ilkel ortaçağ feodal / yarı feodal düzende taşlaşmış yapıda kalmıştır. Bu üretim biçiminin  (mode of production) kendi yarattığı  mülkiyet ilişkilerinin (property relations) üst yapısının özü olan “akıl” yerine ayet fetva  ve benzeri inanç ögeleri kesinlikle akla aykırı da olsa uyulması  zorunluluğu ile devam ettirilmiştir.

XXX

Günümüzün değerli bir yazarı  Türkiye’nin  çözülemeyen ve   Osmanlıdan günümüze gelen  temel problemin “insan soyunun ve aklının özgürleşmesi mücadelesidir. AKP gericiliği, İslam’ın süren  Ortaçağı içinde sadece bir sonuçtur”  diyor ve şunları açıklıyor (10) “İslam dünyası uzayan bir Ortaçağ’ın içinden geçiyor. Bin yıla yayılan uzun, acılı ve kanlı bir çağ bu. İmam Gazali’nin … İslam’da içtihat kapısını kapatmasıyla başlayan karanlık bir bin yıl...İslam dünyasının yükselişini sonlandıran, bilimin …insan aklının teslim alındığı büyük gericilik dönemi… Aklın değil “naklin” esas alındığı yıllar…İçtihat (yorum, yeni kural koyma) kapısını kapatarak dinin akla ve bilime göre yorumlanmasının ve çağa uydurulmasının önünü kesiyor. Onu donduruyor ve böylece İslam dinini insanlığın tarihsel yürüyüşünün önünde gerici bir engele dönüştürüyor….felsefeci ve yorumcu İbni Rüşt  Gazeli’yi Endülüs’ten eleştiriyor ve onun görüşlerini mahkûm ediyor. …insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı görüşünü savunuyor. Çünkü diyor İbni Rüşt; “İnsan aklı da Allah vergisi bir yetenektir” ve bu nedenle akla uygun olan nakle (kutsal söz, vahiy) aykırı olamaz...İbni Rüşt bu tartışmayı entelektüel ve felsefi düzeyde kazanıyor ama siyasal planda kaybediyor. Çünkü İslam dünyasının sultanları, halifeleri, şeyhleri itaat ve teslimiyeti savunan Gazali’yi destekliyorlar….İslam dünyasında sadece bir yerde, Türkiye’de kazanıyor. Bu topraklarda gerçekleşen 1908 Jön Türk ve 1923 Cumhuriyet devrimlerinin tarihsel ve felsefi anlamı budur.

XXX

 

Osmanlı dahil hiç bir  İslam topluluğu Millet kavramının  niteliklerini kazanamamıştır.  Feodal sistemin  gelişememesi yüzünden  ekonomi sistemi  sadece ırgat ve  ağalık arasında  kalmış ve  daha önemlisi ülke içindeki ulusal kaynaklar harekete geçirilememiş ve ülkenin üretimi bölgesellikten kurtulamamıştır. Bu durum ise  emek =ücret ilişkisine yani kapitalizme ulaşılamadığından   yarı-feodal durumda kalınmış olmasıdır.  Bu durum yani feodal yapının gelişip Batı ülkeleri gibi kapitalist  aşamaya geçememiş olan İslam ülkeleri  ve özellikle   Osmanlı devleti  Batı emperyalizminin  Lozan Antlaşmasına varıncaya kadar emperyalizmin sömürüsü altında  İngiltere  başta  olmak üzere  Batılı ülkelerin  esiri olarak  yaşamıştır.  Aslında , Halife’nin dinsel kurallara dayanarak yönettiği İmparatorluk içinde İngilizlerin sömürdüğü toplumu oluşturan halk bilinçsiz, bilgisiz  ve günümüz de  her daim Batının sömürgesi altında kalmaya devam etme düşüncesini  bilinç-altı beyinsel idraklerinde  saklı tuttukları  yukarda  hatırlattığımız  “biz İslam toplumuyuz biz  icat  ve  keşif yapamayız” sözlerinin  ima ettiği durumdan  açıkça görülmektedir. 

Bütün bunlara rağmen Türkiye  Cumhuriyetinde  Kemalizm’in özü olan “akıl” tohumlarının ekilmesi  Lozan Antlaşmasıyla sağlanmış ve Türkiye Cumhuriyeti;

1- ekonomik sistemini yani Gökalp’in  Devlet Kapitalizmi (Karma Ekonomi) sistemini 1923 yılından bu yana  DP ve AKP dönemlerindeki  “önemli tahribatlar” dışında  uygulamakta   ve  ilerlemektedir.
2- ülkenin Batı uygarlığının “akıl”  kulübüne intisap etmesinin güzergahında ilerlemektedir.

XXX

 

Hem ekonomi sisteminin  işleyişinin önemli ölçüde tahribata uğraması  hem de yukarda bahsettiğimiz yazarın dediği gibi 1000 yıllık kavganın zaman zaman reinkarne edilmesinden dolayı Türkiye Cumhuriyeti zaman zaman  zorluklarla karşılaşmıştır ve karşılaşmaktadır. Bu zorlukların temelinde  iktisadi sistemimiz olan Devlet Kapitalizmimizi oluşturan ögeler yoktur; ama tam tersine  var olan olgu  Devlet Kapitalizminin siyasal iktidara sağladığı hukuksal  “eylem serbestliğinin”  sistemi dejenere ederek kullanılmasıdır.  Bu vesile  ile Gökalp’in dediği “private capitalism”i geliştirerek Devlet Kapitalizmini şeklen olmasa da  fiili olarak özünün  ortadan kaldırılmasının sağlanmasıdır.  Diğer bir deyişle burada ortaya  çıkan esas amaç  “devlet kapitalizminin”  olgularını değiştirmek ya da özünü yok etmek değil bu olguların Devlete verilen ve sınırsız olarak kullanılmaya müsait  özünü İslami kurallara dayalı  ve Rabia işaretinin ifade ettiği anlamının  fiiliyatta gerçekleştirmek için kullanılmasıdır. Geçmişte  DP döneminde kullanılan bir takım  sosyal ya da ekonomik yollar  bu kez AKP döneminde daha da  farklı  ve son derece  daha çarpıcı metotların varlığını göstermektedir. Bu dönemin en önemli ve  şaşırtıcı derecede başarılı olan anahtarı  Karma Ekonomi sisteminin temel niteliğinin şekilsel varlığının korunması ama bu varlığın özünün gerçek varlığının  seçim sandıklarına “ belli renk ve belli harfleri taşıyan” oy pusulası getiren  bir makine  duruma  getirilmiş olmasıdır.  Kısaca bu konuya günümüzde Soma kömür madeni olayında rastlamaktayız. Kömür işçilerinin AKP’ye oy vermemesi halinde işlerini kaybedecekleri tehdidini kullanılması o işletmeyi işleten müteşebbise bu “kuvveti” hediye etmiş olmak demektir. Şayet bu işletme kamuya ait olsaydı kamu otoriteleri “kamuya ait haklar” düzeninden dolayı işçileri işten atmakla tehdit edemeyeceklerdi.

Ama bu “oy getiren” olgu ne siyasal iktidara oy verenlerin çoğunluğu tarafından  ne  de Virane Köşk  olarak tanımladığımız  muhalefet tarafından hala idrak edilememektedir. Oy  getirmenin temelindeki esas bilimsel gerçek  Türkiye’nin   üretim modu  yani üretim biçiminde  Marx’ın dediği gibi  “bir ülkenin  ekonomi sistemi kendi ilerleme çizgisinde feodaliteden  geriye doğru değil ileriye kapitalizme doğru yol alır” olayının  ispatıdır. Bunun  gerçek göstergesi 2002 yılından Taksim Gezisi tarihine  kadar devam etmiş bir  durumun tanımlanmasıdır. Alt yapının yani üretim biçiminin (mode of production) hangi masraflar, hangi dış borç birikimleri,  hangi  milli varlıkların satılması  ve diğer politikaları  ve icraatları bir yana  bırakılacak olursa   AKP’nin ilk yıllar  döneminde Türkiye’’nin Dünya  Ekonomik buhranından  fazla etkilenmemesini  sağlamıştır.

Ama ne var ki bu başarı  by-product olarak da Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından  günümüze dek  İslam dünyasında liderlik  arzu eden İttihatçıların emellerinin kısmen  reinkarnasyonu olmaktır.  Türkiye’de AKP  tecrübesiyle  Marx’ın  tezinin haklı olduğu ispat edilmiştir ama bu ispat  diğer yandan  Türkiye’nin iktisadi  gelişmesi arttıkça yani feodaliteden  uzaklaşarak  ekonominin temeline emek= ücret  gerçekleştiğinde  bunun üst yapıda yaratacağı  mülkiyet ilişkileri –property relations-(sosyal ve kültürel olgular) çağdaşlaşacak ve  eninde sonunda  AKP tarafından ne yapılırsa yapılsın  tarihi determinizm gereği Türkiye’de Batı uygarlığının temeli olan “akıl” hakim olacaktır. Böylece ülkemizdeki  bütün üzücü gelişmelerin  üst yapıdaki   simgesi  olan  sağ elini Rabia işareti ile kaldırmak Laik Kemalist Türkiye için sadece “geçici”  bir zaman  parçası olarak kalacaktır.
 
Akıl’ın doğmaları yendiğini  gelecekteki Türkler göreceklerdir. Bu olgu İncil'in Latinceden halkın kendi dilinde okuyup anlayabileceği dile tercüme eden ilk çevirmen olan filozof John Wycliffe (1330-1384) olayının bir bakıma tekrarı gibi  olacaktır. John Wycliffe, ölümünden 44 yıl sonra o anda Vatikan'daki Papa Martin V tarafından onun hakkında bir karar alınmıştır. Bu karar  Wycliffe'in dogmalara karşı olan kimse   olduğunun  ilan edilmesidir. Bu karar üzerine  mezarı açılmış ve kemikleri çıkarılarak   “skolastik  anlayışa karşı geldi”   diye 1428 yılında yakılmıştır.

XXX

 

Konumuzla ilgili olarak Türkiye’deki Laikler ne yazık ki  halkı  aydınlatmakla  yükümlü  odak noktalarında zafiyet göstermektedirler. Parti içi mücadeleler,   kişisel davranışlar ve de  çoğunlukla  CHP nin 6 Ok’undaki her  bir ok’un ihtiva ettiği anlamı bir yana bırakmasıyla Virane Köşk haline dönmesi ve  MHP’nin arada sırada AKP’ye tam can alıcı anlarda destek vermesi yanında  yazar ve çizerlerin  akla dayalı  düşünce unsurları ve Batı dünyasındaki ilerlemelere  paralel olan değerler yerine kişisel olarak algıladıkları -pseudo gerçekleri ileri sürerek Laiklik anlayışını savunuyor görünmektedirler.

XXX

 

1970 li yıllara yaklaşılırken Türkiye’deki iç barış ve  bu özgürlük ortamının varlığından yararlanan bir çok düşünür  ve yazarlar  çok farklı tezlerle seslerini yükseltmeye başladılar.  Bunlar ülkede farklı teoriler kurarak ve bu teorilerin  doğruluğunu ve  olabilirliğini irdelemeksizin   sadece iddia ederek Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve kültürel yapısının  “çağdaşlaşması” için yeni bir slogan yarattılar. Düzenin “değiştirilmesi”  tezlerini  ileri sürmeye başladılar. Bazıları temellerindeki  genel çizgilerinin Marx ve Lenin’in  anlayışlarına uygun olduğu iddiasıyla ve gerçeklikle ilgili olup olmadığını bilimsel düşünce mekaniği ile irdelemeden  toplumsal önderliklerde,  entelektüel iletişim çevrelerinde ve   siyaset sahnesinde faaliyetlerde bulunmuşlardır. Hatta  bazıları Parlamentoda da yer almışlardır.  Bu düşünür/eylemcilerin hemen hemen hepsi yabancı dil bilen  ve akademik ünvanlı  kişilerdi. Kurdukları Siyasal Partiler  ve de özellikle yayınları yoluyla Türkiye’nin kurtuluşunu   devrimcilerin devrim yapmalarında olduğu ileri sürüyorlar ama bu kavramları oluşturan “kök” hücrelerin neler olduklarını  tanımlayamıyorlardı ve sadece  “farazi” önermeleri dile getiriyorlardı.
 
O dönemin öne çıkan düşünürlerinden  bir yazarını, Doğan Avcıoğlu'nu örnek olarak izlersek o günlerin atmosferini  de görmüş oluruz. “Türkiye politik bağımsızlığını, ekonomik bağımsızlık temeline oturtarak, tam bağımsızlığını gerçekleştirmiş, feodalizmin ülke çapında alt ve üstyapılardaki etkilerini kesinlikle silmiş, geniş kitleleri ekonomik özgürlüklerine kavuşturmuş ve kalkınmasını tamamlamış bulunsaydı, bu eleştiriler bir ölçüde geçerli sayılabilirdi. Oysa bağımsız, kalkınmış, uygar ve gerçekten  demokratik  bir Türkiye dün olduğu gibi  bugün de bütün halkçı  ve ulusçu  güçlerin ortak özlemini teşkil etmektedir. Kemalizm bu ortak özlemin  ifadesidir. O halde Kemalist devrim daha tamamlanmış değildir. Devrimcilerin baş görevi, ulusçu ve halkçı  güçlerin  bu ortak  özlemini  bir an önce hayata geçirmeye çalışmak olmalıdır…. Kemalist tez  kısaca şundan ibarettir: Bağımsızlık içinde, devrim yoluyla düzen değişikliğini gerçekleştirmek ve kısa  sürede  çağdaş uygarlığa ulaşmak.” (*)

Demek oluyor ki o günün  yazar ve/bilimsel unvanlı kişiler ile siyaset yapanların söylemlerinin  temelinde  “Devrimcilerin baş görevi  Devrim yoluyla  düzen değişikliğini gerçekleştirmek” tir. Ama ne yazık ki Düzen değiştirmenin  hangi  ekonomik  yapı içindeki “çağdaş düzen” e erişmek oluğunu ifade eden ne bir gerçek  bilimsel  öneri   ya da olabilirliği  mantık  düzenine  uygun  düşünce jimnastiği olacak değerde bile olmayan yarı gerçekçi ya da salt  hayali  istekler  geçerli söylemlermiş gibi günün modası olarak toplumun  gündemini oluşturuyordu. Örneğin Yazar Marks’ın  üretim biçiminin(yani alt yapının)  ve mülkiyet ilişkilerinin  (yani üst yapının) silinmesi hakkında şöyle söylemektedir: feodalizmin ülke çapında alt ve üstyapılardaki etkilerini kesinlikle silmiş…. Buradaki istek feodal üretim ilişkilerinin  ülke çapında etkisinin silinmesi demek, feodalitenin yerini kapitalizmin almış olması  demektir. Yani feodalizm ortadan kaldırılmadan etkisinin kaldırılması yani alt yapıyı  yani  “üretim ilişkilerini” silmek için  ABD’deki gibi 1851-1856 yılları arasındaki iç savaş yapılması gereklidir. Örneğin ABD’nin kuzey eyaletlerinin kapitalistleri ve onları koruyan Başkan Lincoln’un askeri gücün desteklemesiyle güneydeki toprak rejimini zorla değiştirmek gerekmiştir . Bu silah zoruyla  üretim ilişkilerinin (alt yapının) yok edilmesi ve bunun sonucunda etkilerinin  silinmesine örnektir. Bir bakıma alt yapı  değişmeden o alt yapının kendisinin ürettiği üst yapının silinmesinin etkilerini düşünmek kavramsal  hata  olmaktadır.

Böyle bir yaklaşımın genelleştiği dönemi tesis eden  ve bilimselmiş gibi takdim edilip savunulan  o günlerde  entelektüel  ya da  aydın ya da  siyasetçi  ya da yazar  unvanına sahip olanlar Marks’ın  üretim biçiminin(yani alt yapının)  ve mülkiyet ilişkilerinin  (yani üst yapının) silinmesi gibi var olmayan ve var olamayacak bir  kelimeler dizisini dillendirerek  gençleri etkiliyorlardı.  Bu tür anlatımlar sonunda  bir çok genç  anarşist, devrimci, komünist  gibi etiketlerle suçlanarak zarar  görmüşlerdir. Ne yazık ki bu kavramların  içerdiği  özü bilimsel mi uydurmamı olduğunu   ayırt edemeyen  bilimsel tanımlardan  habersiz  olan  ne eylemci gençler, ne düşünür ya da  eylemci yazarlar, ne siyasal partilerde  var olanlar, ne sözde bilim adamları , ne eylemcilerin  arkasında onları alkışlayan “eski tüfekler” ya da yeni bitme  bilimciler  ve “önemli zevat”, ne de  yok edici güce sahip olan  ister  sivil ister askeri nitelikte olsun iktidar sahipleri  Atatürk’ün ülkesinde  bu  “elit ”in yukarda tanımlanan cehalet kavramını ispat eder karakteristiklerinden dolayı bu zararlarının müsebbipleri  olmuşlardır. Bunların  en şaşırtıcı ve üzücü olan noktaları  Devrimi neyi,  hangi  ekonomik yapıyı elde etmek için önermekte oldukların söylememiş aslında söyleyememiş olmalarıdır.

Türkiye  Karma Ekonomi (Devlet Kapitalizmi ) sistemini kurarak, Merkezi plan yaparak, Anayasa Mahkemesine sahip ve “sandıklama demokrasi”  ile yönetilen bir ülke iken ne tür bir ülke istedikleri anlaşılamamıştır. Devrim kelimesine yükledikleri meçhul kalan  anlamı   bilinmeyen  devrim Batı uygarlık düzeyinde yaşayan  hangi Batılı ülke işbu  Devrim’i  yapmıştır ve eğer  bir örnek varsa bu örnek ne tür bir devrimle  ne  tür bir alt yapıyı (mode of production)  ihdas etmiştir. Acaba örnek olabilecek  hangi Batılı ülke  “çağdaş uygarlığa” nasıl bir devrim yoluyla varmıştır? Düşünürlerin istediği sistem  hangi ülkede,  hangi  yapıyla hangi devrimle çağdaş  uygarlığa ulaşmıştır? Ulaşılmak istenilen “çağdaş” dönem neyi ifade ediyordu?

Belki de sosyalizm denilen  bir sisteme geçmek için mi  devrim öneriliyordu?

Ziya Gökalp bu noktada çok açıktır ve şunu söylemektedir: “Türkler özgürlüğü ve bağımsızlığı severler, onlar komünist olamazlar. Fakat eşitliği sevdikleri ferdiyetçi olamazlar…Özel mülkiyeti ortadan kaldırmak için  Sosyalist ve komünist teşebbüsler haklı görülemezler. Bununla beraber sosyal dayanışmaya (solidariteye) hizmet etmeyen özel  zenginlik  meşru addedilemez…”(11). Diğer yandan Lenin   sosyalist devlet kurmayı ancak Rusya’nın feodal yapısının  bitmesinden sonra yani kapitalizm üretim biçimine varıldıktan sonra olabileceğini  vurguluyordu.  Zira  Marx’ın  yol haritasında feodal üretim biçimi bitmeden yani  emek= ücret eşitliği sağlanmadan önce sosyalizm kurulamaz  olgusunun bilincinde ve idrakindeydi.  Zaten bu yüzden  ana sorunun  sosyalizme ulaşmanın tek yolunun feodaliteden kapitalizme  ulaşmak olduğu için kendi geliştirdiği bir sistemin Devlet Kapitalizmi olduğunu şöyle açıklıyordu:  ” Tüm problem -gerek teoride, gerekse uygulamada - kapitalizmin kaçınılmaz  gelişimini  belirli bir ölçü ve belirli bir zaman içinde  devlet  kapitalizmi kanallarına  yönlendirilmesindeki doğru metotların bulunması; bunu çevreleyecek koşulların belirlenmesi ve devlet kapitalizminin sosyalizme dönüşümünün yakın gelecekte ne şekilde nasıl teminat altına alınacağı  sorunudur.(the whole problem - both theoretical and practical - is to find the correct methods of directing the inevitable (to a certain degree and for a certain time) development of capitalism into the channels of state capitalism; to determine what conditions to hedge it round with, how to ensure the transformation state capitalism into socialism in the near future" (V.I. Lenin, Selected Works 3. Cilt, Moskova, 1961 Sh: 648) (Mayıs 1921 "The tax in Kind" --) (12)

Demek ki Lenin bile sosyalist devlet kurmayı zamana terk etmiştir. Aslında  “zamana terk”  zorunda kalmıştır; zira Karl Marx’ta sosyalizmin nasıl kurulacağına  dair bir reçete  değil tek bir ifade yoktur.  Marx’da tek cümle vardır o  tek düşünce sistemi de şudur:  toplumlar feodaliteden kapitalizme, kapitalizmden sosyalizme geçerler ve sosyalizmde  herkes  üretime katkısı oranında pay alacaktır.

Belki bunlar  piyasada toplam arz ve talebin doğurduğu piyasa fiyatları yerine  Stalin’in yarattığı ve Yeltsin iktidarına kadar  geçerli kalan “Kumanda Ekonomisi”  sistemini  mi istiyorlardı ?  Kumanda Ekonomisinin dönemini  belki de sosyalizm-komünizm dönemi olarak ele alan kendilerine devrimci diyen zevat bilgisizlik içinde bıraktıkları düşünce tortularına  inandırdıkları  bir çok gencin ölümüne  düşünsel yem yaptıklarının farkında  olmadılar mı?

XXX

Şimdi günümüzde de bazı yazarlar 1970 li yılların yazarları gibi  AKP iktidarının Türkiye’nin içinde bulunduğu Karma Ekonomi sistemini  iğdiş ederek  ve halkın zaaf ve bilgisizliğini  kullanarak ve özellikle de dinsel inançlarına  müracaat ederek  bir zamanlar İttihatçıların emel edinmiş oldukları  İslami Türkiye Cumhuriyetinin  yaratılması çabalarını sanki göz ardı ediyorlar. Günümüzde de o zamanlarda  var olmayan ve  kurgulara   dayanan iddia,  tez ve sloganlaşmış cümlecikler devam ederek adeta   George Orwell’in “1984” adlı romanında  yarattığı  “Big Brother” rolünü kendi kendilerine  yakıştırarak örneğin 1 Mayıs 2014 tarihli Aydınlık Gazetesinin 2. sayfasında Murat İnce'nin yazdığı makalesinde şunları belirtiyor:  “…özellikle sol görünümlü kesimlerin akıl almaz yanlışlıklarını anlayışla karşılamak doğru olmadığı gibi , bilimsel sosyalist bir yaklaşım da olamaz . Marks’tan Mao Zedung’a kadar bilimsel sosyalizmin öğretmenlerinin milli simgelere bakışları konuyu aydınlatmaya fazlaca yetiyor …devrim ile karşıdevrim arasında nerede durduğunuzdur .Bilimsel sosyalistlerin eylem kılavuzu bilimdir. Doğu Perinçek'in deyimiyle, 'Bilimsel Sosyalizm, bilimin doruğudur.' (Kaynak Yayınları, ikinci basım, Sayfa 93) O halde dogmalardan kurtulmak ve gerçeklerden  yola çıkarak mücadeleye  girmek en doğru olanıdır. Sol içinde bulunan sosyalistlere çağrımızdır, Türk bayrağı düşmanlığı emperyalizmle birleştirir, Türk bayrağını taşımak ise Türkiye halkıyla birleştirir ve devrim yoluna girmenizi sağlar. Türkiye’nin bilimsel sosyalistleri anti-emperyalist –demokratik  değerlerimizi sonuna kadar savunmada kararlıdır .Bunun aksini savunanlar tarihin kenarlarında sürünmekle yetineceklerdir.”
 
Lenin herhalde yukardaki yazarların bilgilerine sahip olmadığından  öyle  hareket etmemiş ve ayrıca  “bilimsel sosyalizm” etiketi altında gençleri “devrim ile karşı devrim arasında nerede durduklarını” sormayı düşünememiş olsa gerektir. Bu yazarların  belirttiğine göre Marx ve Mao  bilimsel sosyalizmin  öğretmenleri olduklarına göre bu yazarlar  Lenin’in   Devlet Kapitalizmi sistemini kendisi yaratarak uygulamasının  nedenini  açıklamamayı  tercih etmişlerdir. Türkiye’de uygulanan   State Kapitalizm -Karma Ekonomi adıyla kullanılan bu sistem Rusyada 1921-1926 yılları arasında  New Economic Policy(NEP)  adı altında  ve Stalinin ölmesinden sonra tekrar aynı sisteme geri dönülerek günümüze kadar kullanılıyor olması, ABD  de  1929-1942 yılları arasında New Deal  adı ile, 1931 de Türkiyede Etatizm adı altında  ve şimdi de Kasım 2013 tarihinde Çin Halk Cumhuriyeti tarafından State Kapitalizm  adı altında  8 Aralık 2013  tarihinde kullanılmasına geçildiği ilan edilmiştir.(13) Daha da önemlisi 2014 yılında ABD Başkanı Obama’nın  Rooswelt’in uyguladığı   modelin yani esasta Devlet Kapitalizmi’nin  tekrar kullanılması için yeni bir talebini kongreye iletmiş olması (14) ve  Obama’nın bu konuyu gündemde tutması ile  Çin’i n  Devlet Kapitalizmi  sistemini “Kumanda Ekonomisi” sistemi yerine kabul ettiğini ilan etmesi üzerine  geçen ay  ABD’nin  saygın  bilim çevrelerinde değerlendirme toplantıları yapılmaya  başlanmıştır. Örneğin ABD’de 30 Nisan 2014 tarihinde Brooking  üniversitesinde  The Future of State Capitalism in China  toplantısı yapılmıştır.(15)

Ama yukarıda bahsettiğimiz yazarlar bu noktaları değerlendirmelerine almamakta ısrar etmektedirler.  Tarihi determinizm  ferdi arzuların toplumsal yapının ilerlemesi karşısında başarılı olamayacağını söylemektedir.

Unutulmaması gereken önemli olgu Marx’ın söylediği her toplum  feodaliteden kapitalizme, kapitalizmden sosyalizme  ilerler söylemidir. Bu soylem  şekilsel bir kural olarak ele alınırsa bunun bir ilahi motto olduğuna inanmak gerekir. Aslında Marxizm böyle bir söylem olsa idi ,kapitalizmin moribond haline dönüşmüş  olduğu ABD de  can çekişirken  yada sosyalizmin var olduğu iddia edilen  Sovyetler ve Doğu Avrupa rejimlerinde de emperyalist savaşlara ve kitlesel sefalete ve baskıya insanın kendi kendine yabancılaşmasına ve çevre felaketlerine ve ırkçılık gibi insanlar arasına ayrıştırmaların ortadan silinmiş olması gerekirdi. Marx 1844 yılındaki eserinde (4)  insanın bir commodity haline gelmesini saptadıktan sonra “bu insanların” nasıl bir madde haline geldiğinin izahını yapan bir düşünürdür. Marks  ileriye dönük yol almada hiçbir reçete yada öneri getirmemiştir .

Lenin  tarihi gelişimi hızlandırmak amacıyla  Devlet Kapitalizmi sistemini yaratmıştır. "Lenin gidilen yolda ilerlerken her bir adımdan önce ne yapılması gerektiğine karar vermek için Marksist ideolojiyi bir rehber olarak kullanmıştır." (16)

Coşkun Ürünlü

30 Mayıs  2014 
________________________________________________

(*) g.y. Sinan Meydan, Akl-ı Kemal, İstanbul, 2012, Cilt 1 - sh. 18 - 19
1.
http://www.urunlu.com.tr/91-kemalist-ronesansa-olumcul-darbe
2. Bknz:  
http://www.urunlu.com.tr/83-ummetten-millete.
3.  “For Marx all social facts other than the economic facts are epi-phenomena… For Marx, only economic facts are genuine realities. The rest are neither realities nor phenomena, but simply the products and shadows of economic facts.(1) Ziya Gökalp, Turkish Nationalism and Western Civilization ,1959, Greenwood press, USA, Syf:60,61-derleyen ve çeviren Niyazi Berkes. G.Y : Ziya Gökalp,Tarihi Maddecilik  ve İçtimai Mefkurecilik,Yeni Gün, Ankara Mart 8 1923.
4. bknz:Eric Fromm Marx’s  Concept of Man,New York 1961 -T.B. Bottomore, Karl Marx Early  writings,London,1963
5. “if the Grand  National Assembly pursues such a policy by drawing up a national  economic plan ,it will be  possible to see an economic miracle  after the establishment of peace (”İktisadi Mucize”, Küçük Mecmua, ,no.23. Diyarbakaır,1923) G.Y: Ziya Gökalp, Turkish  Nationalism and Western Civilization, New York 1959, Columbia University Press)- Derleyen ve Çeviren Niyazi Berkes,  Sh:309.
6. İktisadi İnkılap İçin Nasıl Çalışmalıyız? Küçük Mecmua no.33,Diyarbekir 1923,G.Y. = Present-day  European imperialism is based on private capitalism. If we accept the system of state capitalism, we will be able able to prevent the rise of those insatiable and predatory capitalists in our countryz”, Berkes 311
7. Bu planın ayrıntıları için bk.
http://www.urunlu.com.tr/112-turkiyenin-1944-sanayi-plani-
8. Ziya Gökalp, Turkish  Nationalism  and  Western  Civilization,  1959, Columbia University,  New York, sh.146-147
9.  Gündüz Ökçün,  Türkiye İktisat Kongresi, SBF yayını no.262   1971 Ankara  ,sh. 318-320
10. Merdan Yanardağ, Yurt Gazetesi. 12 Haziran 2012,
http://www.urunlu.com.tr/12-bin-yillik-kavga
11. Turks love freedom and independence , they cannot be communist  .But as they love equality they cannot be individüalist.The attempts of the socialist and communist to abolish private ownership are not justified .However ,private wealth which does not serve social solidarity cannot be regarded as legitimate. İktisadi Türkçülük , Türkçülüğün  Esasları  Ankara 1923 syf 165-9 Berkes 312
12. The whole problem- both theoretical and practical- is to find the correct methods of directing the inevitable (to a certain degree and for a certain time) development of capitalism into the channels of state capitalism; to determine what conditions to hedge it round with, how to ensure the transformation state capitalism into socialism in the near future” (V.I. Lenin, Selected Works 3. Cilt, Moskova,1961 Sh: 648)( Mayıs 1921 “The tax in Kind” -- " Tüm problem - gerek teoride, gerekse uygulamada - kapitalizmin kaçınılmaz gelişimini belirli bir ölçü ve belirli bir zaman içinde devlet kapitalizmi kanallarına ve yönlendirilmesindeki doğru metotların bulunması; bunu çevreleyecek koşulların belirlenmesi ve devlet kapitalizminin sosyalizme dönüşümünün yakın gelecekte ne şekilde nasıl teminat altına alınacağı sorunudur.
13.http://www.urunlu.com.tr/105--cin-halk-cumhuriyetindeki-ikinci-devrim-%E2%80%98%E2%80%99devlet-kapitalizmi%E2%80%99%E2%80%99-sisteminin-kabulu-
14.
http://www.youtube.com/watch?v=ZMCfxWN_X3Q (President Barack Obama, The Tonight Show with Jay Leno)
15.
http://www.brookings.edu/~/media/events/2014/04/30%20china%20capitalism/043014brookingschina_edit.pdfm

16. Cliff Conner, Dialectical Materialism: The philosophy of Marxism, Walnut Publishing Co., USA 1992, Sh. 31

 

 

 

 

 

 

Yorum Yaz | Makaleyi Yazdır